ilk olarak akaid ile alakalı bilinmesi elzem olan bir kaç kelime ve tanım üzerinde kısaca duralım. eksik kaldığım konularda da kardeşlerim yardımcı olurlarsa sevinirim.
Akaidin Sözlük ve Terim Anlamı
Sözlük anlamı olarak Akaid, düğümlemek anlamına gelen akd kökünden türemiş olan akide kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyeni’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına gelir. O halde Akide gönülden bağlanılan şey demektir.
Terim olarak akide: İslam Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.
Bu tanımda geçen inanılması gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, ahiret hayatına, kaza ve kadere, Kur’an-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir. Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir.
Akaid İlminin Konusu
Akaid’in konusu İslam’da inanılması ve reddedilmesi gereken esaslardır. İslam akidesini oluşturan konular, Kur’an-ı Kerim’de ve sahih hadis-i şeriflerde farklı yorumlara gerek bırakmayacak şekilde açık ve kesin olarak yer alan hükümlerdir. Mesela, Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, kitaplar, peygemberler, ahiret, küfür, şirk, münafıklık vs. ile ilgili, Kur’an’da anlamı açık ve kesin hüküm ifade eden ayetler akaid ilminin konusudur.
Akaid İlminin Önemi ve Gayesi
Akaid, İslam dininin temelidir. İslam dinini bir yapı olarak düşündüğümüzde, bu yapının temelini akaid oluşturur. Nasıl ki, bir binanın temeli olmadan yülselmesi, ayakta durması, sarsıntılara dayanması mümkün değilse, Akaid ilmi olmadan da İslam binasının yükselmesi, müslümanın inancının sağlam olması mümkün değildir.
İnsanın hayata bakışı, dünya görüşü ve davranışlarının tümü inancıyla alakalıdır. Bu yüzden müslümanların ve müslüman fert ve ailelerden meydana gelen İslam toplumunun sağlam bir akidesi olmalıdır.
Akaid ilmi sayesinde müslüman;
1) Neye, niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir.
2) Ancak sağlam bir akaid bilgisi sayesinde insan, imanını taklidden kurtarabilir.
3) Bu bilgi ve köklü inanç sayesinde, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir.
4) Bâtıl ve bid’at ehlinin görüş ve itirazlarına karşı, kendi inanç esaslarını savunabilir.
5) Diğer din mensuplarının yıkıcı yayınlarına karşı İslam dininin inanç sistemini savunur. Mesela; Hristiyanların Allah hakkındaki teslis (baba - oğul - kutsal ruh) inancına karşı, tek ilah inancını ortaya koyar.
İnancı sağlam olan bir insan, dünya ve ahiret ile ilgili tüm işlerini İslam’a uygun bir şekilde yapacaktır. Sağlam ve kâmil inanç, kalpte pasif bir şekilde yer tutmaz; aksine mutlaka inanç sahibinin yaşayışını yönlendirir.
İşte akaid ilminin temel gayesi, insanı inanç ve davranışta İslam’laştırarak dünya ve ahiret saadetine kavuşturmaktır. En önemli gayelerinden biri, yukarıda belirtildiği gibi, İslam inancını her türlü sapık ve yıkıcı fikirlerden, batıl düşünce ve hurafelerden korumaktır. Ayrıca inandığı halde bazı şüpheleri olan insanları bu şüphe ve tereddütlerinden kurtarmaktır.
Akide, İslam Dini’nin temeli olduğundan; dinin sağlamlığı, bu temelin sağlamlığına bağlıdır. Bu temelin sağlamlığı da kişiye cennet yollarını açar. Dünyanın huzur ve saadetle dolması da ancak iman sayesindedir. İman etmek, huzur ve mutlulukla dolmak demektir. İmanlı insanlardan meydana gelen toplum da her devirde asr-ı saadeti yaşayan, saadeti asra taşıyan bir toplumdur.
Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Tevhidî imana sahip olamayanlar; maddeye, eşyaya, mala, çevreye, dünyaya, zaaflara, şeytana, tâğutlara, egemen güçlere, nefse, heva ve hevese... görünmez zincirlerle bağlı ve bağımlıdırlar; özgür değillerdir. Kölenin kölesi, kulun kulu, âcizin emrindeki zavallıdır onlar.
İ’tikad Esaslarının Değişmezliği
a) İ’tikad esasları, zamana, mekâna, kişilere ve toplumlara göre değişmez.
Allah tarafından Hz. Adem’e, Hz. Nuh’a, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya... inanç konusunda ne emredilmişse, Hz. Muhammed (S.A.s.)’e de aynı esaslar emredilmiştir. Değişen sadece şeriatlardır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temeli, tevhid inancına dayanır.
Tüm peygamberler gönderildikleri toplumlara, Allah’ın varlığı ve birliğini, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu, ahiret diye bir hayatın varlığını haber vermişler; onları Allah’a kulluk etmeye, kendilerine itaate çağırmışlardır. Peygamberlerin bu ortak çağrısı Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilir:
“Andolsun biz Nuh’u kavmine gönderdik. “ Ey kavmim, dedi; Allah’a kulluk edin, O’ndan başka tanrınız yoktur.” (Mü’minun, 23)
“Andolsun biz Semud kavmine kardeşleri Salih’i, “Allah’a kulluk edin” demesi için gönderdik..” (Neml, 45)
İbrahim (A.S.) kavmine; “Allah’a ibadet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Ankebut, 16)
“Şuayb (A.S.) kavmine şöyle dedi: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, ahiret gününe umut bağlayın.” (Ankebut, 36)
“Biz hiç bir peygamberi Allah’ın izinyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla göndermedik.” (Nisa, 6 )
“Andolsun biz, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan, putlardan sakının” diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 36)
Bütün peygamberlerin ortak mesajı olan bu itikadî esaslar, hem evrensel, hem de çağlar üstüdür. İlk insandan kıyamete kadar tüm nesiller için her zaman ve her coğrafyada geçerlidir.
Şu halde herhangi bir kişi veya toplum mesela şunu diyemez: “Kur’an’daki hükümler geçmişte kaldı. Bu günkü modern toplumda din kaidelerinin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Din olsa olsa bir vicdan işi olabilir. Geçmişte putperestlik, içki, kumar, faiz, zina, yasaklandı; namaz, oruç, zekât, hacc, cihad, infak emredildi ama günümüzde bunların tümü geçerliliğini yitirdi. Çünkü bugün devletin izniyle açılan kumarhaneler, meyhaneler, genelevler, faizli işlem yapan bankalar var. Kâbe’de hacc yapmak yerine, bizim ulularımızı tavaf edip, saygı duruşu yaptığımız tunçtan, altından, gümüşten, bronzdan heykellerimiz, put imalathanelerimiz, tapınmak ve eğlenmek için yapılmış dev alışveriş ve eğlence merkezlerimiz var...”
İşte tüm bu ve benzeri sözleri kâfir olanlar, dinine bağlılığı pamuk ipliğinden daha zayıf olanlar söyleyebilir. Böyle insanlar ve bu insanlardan oluşan toplumlar şahsiyetsiz ve zayıf karakterlidir. Akidesi sağlam olan bir müslüman ise, bu ve benzeri anlayışların tümünü reddeder. İnancını zamana, zemine ve mekâna göre değiştirmez.
b) İ’tikad esasları bir bütün olup bölünme kabul etmez. İslam dininin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek, insanı dinden çıkarır.
Mesela; “namazla ilgili emirleri kabul ediyorum; fakat faizle ilgili emirleri kabul etmiyorum. Çünkü şu anda yaptığım ve ileride yapacağım faizli ticaretime zarar veriyor. Oruçla ilgili hükümleri kabul ediyorum; fakat infak ve zekât ile ilgili hükümleri kabul etmiyorum. Kabul edersem servetimin azalmasından korkuyorum. Hem ben bu serveti kazanırken ihtiyaç sahipleri benimle beraber mi çalıştı?”
“Allah’ın varlığını, birliğini kabul ediyorum; fakat ben içkiden, kumar oynamaktan, zina etmekten, yalan söylemekten, insanları çekiştirmekten, onları birbirine düşürmekten, insanları kazıklamaktan vazgeçemem. Bunların hepsi nefsime ağır gelen şeyler. Bu nedenle bu konularla ilgili ayetleri bir kenara bıraksak diyorum.”
İşte tüm bu ve benzeri inanışlar insanı bu dinin dışına çıkarır. Allah Teâlâ bu tür inanca sahip olan insanları Kur’an-ı Kerim’de kınamakta ve cehennem azabı ile tehdit etmekte, dinin bir kısmını kabul edip işine gelmeyen kısmını reddedenlere şu hitabı yapmaktadır:
“... Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler.” (Bakara, 85)
Biz, sağlam bir inançla Rabbimizin nefsimize kolay gelen hükümlerini kabul edip uyguluyor olabiliriz. Ama, aynı zamanda, nefsimize ağır gelen İlahî emir ve yasakları da kabul edip hiç bir ayırım yapmadan yerine getirmeye çalışmalıyız. Burada şu hususa dikkat etmeliyiz: İslam’ın hükümlerinin tamamını kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için yerine getirmeyen ile; bu hükümleri kabul etmeyip inkâr eden veya alaya alanların durumu bir değildir. Birincisinde insan kâfir olmazken, ikincisinde tereddütsüz kâfir olur.Yani, Allah’a iman eden, İslam’ın tüm hükümlerini kabul eden, fakat nefsine yenildiği için mesela içki içen, kumar oynayan insan kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Çünkü bu insan inanmıştır. Yerine getirmediği hükümler için de Allah Teâlâ’ya hesap verecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münafık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslam’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatlar gereği müslüman deme hakımız yoktur.
Akaidde Ölçü (İslam Akaidinin Kaynakları –Delilleri-)
İslam Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan, veya manası farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslam inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevatir haberlerdir. Kur’an’ın tümü mütevatir haber türüne girdiği halde; hadislerin çok azı bu sınıflamaya girer.
Hükümler, zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de inançla ilgili ifadenin açık ve netliği yönünden olmalıdır. Birinciden, mütevatir hadislerin dışındaki “haber-i vâhid” de denilen “âhad hadis” ; ikinciden de muhkem ayetlerin dışındaki müteşabih ayetlerin hükmünün açıklığının kat’î olmadığı anlaşılmalıdır. İşte bu iki yönüyle (sübut ve delâlet yönüyle) kat’î olan hükümler, akaidde kesin ölçülerimizdir. Kur’an’daki itikadî hükümlerden muhkem olanların tümü ve mütevatir hadislerdeki itikadî hükümler kat’î akaid hükümleridir.
İslam akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabbi ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevatir haberlerdir. Yani, Kur’an ve mütevatir hadislerdir. Bunlara sübutu kat’î deliller denir.
Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Ayet veya mütevatir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi manaya delâlet ettiği kesin olmayabilir; manaya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Manaya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Muhkem ayetler ve mütevatir hadislerdeki itikadî esaslar, yani delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslam akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilaflar, ölçüdeki genişliklikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulmuş eserlerden ibarettir.