Divan-ı harb-i örfî 1.2.ifade-i nâşir(devamı)

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 1.2.İFADE-İ NÂŞİR(DEVAMI)
Evet, Said Nursî İstanbul’a, şûrezâr vilâyât-ı şarkiyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden, Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatla nefyolmasından, İstanbul’a gelmesiyle beraber, merhum Sultan Abdülhamid tarafından sûret-i ciddiyede tarassut altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet birgün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a, Toptaşına yolladılar. Çünkü hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir ediliyor; Hazret-i Said, “Ben memleketimde mektep-medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka birşey istemem” diyordu. Tâbir-i âharle, Bediüzzaman iki şey istiyordu: Vilâyat-ı şarkıyenin her tarafında mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka birşey almamak istiyordu.
Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize,
Biz etmeyiz zemîn-i müdârâya ol emin.
Mansıbların, makamların en bülendidir,
Hizmet-i iman ile âsâyiş ve saadeti temin


Şehzadebaşında şemâtetle konferans verildiği gece, kemâl-i mehabetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da ileri olduğunu teyid eder. Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart’ta cihandeğer nasihatleriyle ortaya atılan hoca-i dânâya, böyle tehlikeli bir anda vücud-u kıymetdarının sıyaneti, nefean lil’umum elzem olduğu halde ve ihtar edildiği zaman, “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir”; “Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır” fikrine karşı,
Aşinayız, bize bîgânedir endişe-i mevt.
Adl ü hak uğruna nezreylemişiz cânımızı.
Olur bize âb-ı hayat, ateş-i seyyâl-i memat.

mısrâı ile mukabele ederdi.

Said-i hüşyârın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için, lisân-ı hamasetinden bu mezkûr mısrâı dinlemek kifayet eder.

Bediüzzaman’a zurafâdan biri bir gün irfanıyla mütenasip bir esvap iktisaı lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de, “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum; [SUP]HAŞİYE[/SUP] onun için yalnız memleketimin maddî ve mânevî mâmulâtını giyiyorum” buyurmuştur.

Elyevm, Said Nursî memleketine döndü. Karışmış İstanbul’un havâ-i gıll ü gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek meyus ve müteessir, vahşetzâr fakat mûnis, vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kim bilir, belki en büyük icraatından biri de budur.

Nâşiri
Ahmet Râmiz
(Rahmetullahi aleyh)

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] HAŞİYE : Otuz sene cebir ve işkenceler altında sıkıştırıldığı halde, hiçbir defa Avrupa şapkasını başına koymadı.

Lügatler :
âb-ı hayat : hayat suyu
adl ü hak : adalet ve doğruluk
arş-ı kanaat : kanaatin arşı, tahtı
âsâyiş : emniyet, güven

aşina : alışkın, bildik, tanıdık
ateş-i seyyâl-i memât : ölümün akışkan (akıcı) ateşi
azîm : büyük, yüce
azim : kararlılık, niyet

bâdî : sebep, başlatan, başlangıç
bedraka-i efkâr : düşüncelerin kılavuzu, yol gösterici
behişt-i gına : zenginlik cenneti

besalet : yiğitlik, bahadırlık, sağlam yüreklilik
bîgâne : ilgisiz, kayıtsız
bülend : yüksek, yüce

cebir : zorlama
cihandeğer : dünya kıymetinde, çok değerli
cünun : delilik
defaat : çok defa, defalarca

elyevm : bugün, hâlihazırda
elzem olma : çok gerekli olma

endişe-i mevt : ölüm endişesi
esvap : giysi, giyecek
fenalık : kötülük
hamaset : yiğitlik, kahramanlık, cesaret

haşiye : dipnot
havâ-i gıll ü gış : hile, yalan ve dolanın hâkim olduğu ortam, hava
hizmet-i iman : iman hizmeti
hoca-i dânâ : bilgin hoca

icraat : faaliyetler, işler
ihata-i ilmiye : ilmin kuşatıcılığı ve genişliği
ihtar edilme : uyarılma

iktisa : giyme, giyinme
irad etmek : sunmak, vermek

irfan : bilgi, kültür
istihkar : küçük görme, basit görme
istikamet vermek : doğru yön vermek

kalpak : kesik koni biçiminde deri, kürk veya kumaştan yapılmış başlık
kemâl-i mehabet : büyük bir heybet, haşmet ve azamet

kifayet etmek : yeterli olmak
lisân-ı hamaset : yiğitlik ve kahramanlık dili
maarifsizlik : eğitimsizlik

mâmulât : mamuller, ürünler
mansıb : mevki, konum, rütbe
medrese : dinî eğitim veren yüksek okul
mektep : okul
menhus : kötü, çirkin
merhum : Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan, rahmetli

meyus : ümitsiz
mezkûr : adı geçen
mukabele etmek : karşılık vermek
mûnis : canayakın, dost
müşarün ileyh : adı geçen, işaret edilen
müteessir : etkilenen, üzüntülü
mütenasip : uygun
müvellid : meydana getiren, doğuran
nâmusperver : nâmuslu
nâşir : neşreden, yayıncı
nefean lil'umum : herkesin yararına, umumun faydası için
nefyolma : sürgün edilme

nezreylemek : adamak
nihayetsiz : sonsuz
nutk-u beliğ-i bîtarafane : tarafsız (objektif) şekilde, hâl ve seviyeye uygun olan nutuk, konuşma rahmetullahi aleyh
: Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun
saadet : mutluluk

safvet-i ruh : ruh temizliği
Said-i hüşyâr : (kalbi ve aklı) uyanık Said
sıyanet : koruma
sûret-i ciddiye : ciddî şekilde

şecaat : yiğitlik, cesurluk; hak için canını feda edip hakkı olmayan şeye karışmama
şemâtet : kuru gürültü, şamata
şûrezâr : çorak, verimsiz yer
tâbir-i âhar : başka bir ifadeyle
tarassut altına aldırılma : göz hapsine aldırılma
tebşir edilmek : müjdelenmek
temin : sağlama
tevkif edilmek : tutuklanmak
teyid etmek : desteklemek, onaylamak

tezvirat : yalan dolan şeyler, kovuculuklar
tımarhane : akıl hastanesi

vahşetzâr : ıssız, sakin yer
vilâyât-ı şarkiye : doğu illeri
vücud-u kıymetdar : değerli vücut, kıymetli varlık
Yıldız siyaseti : içinde padişah bulunan ve dönemin yönetim merkezi olan Yıldız Sarayının siyaseti
zemin-i müdârâ : aldatıcı ortam, iki yüzlü dünya
ziya-yı ulviyet : yücelik ışığı

zurafâ : zarifler, ince duygulu kişiler



 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.1.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ
Kırk altı sene evvel tab’ edilen [SUP]1[/SUP]

İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

[SUP]2[/SUP]
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
[SUP]3[/SUP]
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Mukaddime

VAKTÂ Kİ HÜRRİYET divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı.

Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hâl-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Ta tahtie ile hatâya düşmeyiniz.

31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.

Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için, [SUP]4[/SUP]
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَۤائِرُ sırrınca, kabr i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemâl-i iştiyak ile müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Bu tarih 1954 senesine aittir.
[SUP]2[/SUP] : Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
[SUP]3[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[SUP]4[/SUP] : “O gün ki, bütün sırlar ortaya serilir.” Târık Sûresi, 86:9.


Lügatler :
acaip : hayret verici ve şaşırtıcı
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
âlem-i berzah : dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi
asabî : sinirli
bedevî : şehirde yaşamayıp, şehir hayatını bilmeyen
cemiyet-i beşeriye : insanlık topluluğu
dimağ : beyin
divanelik : delillik, çılgınlık
Divan-ı Harbî Örfî : Sıkıyönetim Mahkemesi
gaddarane : acımasızca, zulmederek
garaipperest : garip ve tuhaf şeylere düşkün olan, çok seven
hakaik : gerçekler
hâl-i ihtilâl : ayaklanma durumu, karışıklık hâli
İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi : “İki Musibet Okulunun Diploması” anlamında olan ve içinde Bediüzzaman’ın 1909 yılında Divan-ı Harb-i Örfî’de (Sıkıyönetim Mahkemesi) yaptığı savunması bulunan bir eseri
iltibas olma : karıştırılma
irad etme : sunma
irtica : gericilik
istibdat : baskı, zulüm
istikamet : hak, doğru yol ve adalet üzere olma
itidâl : her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama
kabr-i kalb : kalp kabri
kemâl-i iştiyak : tam bir istek ve arzu
mehasin : güzellikler
misafireten : misafir olarak
mizan-ı şeriat : şeriat terazisi; Allah tarafından bildirilen hükümlerin teraizisi, ölçüsü
muhakeme : yargılama, değerlendirme
muvazene : karşılaştırma; ölçme, tartma
müheyya : hazır, hazırlanmış
nâmahrem : yabancı olan; görmesi ve bilmesi sakıncalı olan
nazar : bakma
nev-i benî beşer : insanoğlu, insanlık türü
nokta-i nazar : bakış ve görüş açısı
şimendifer : tren
tahtie : hatâya düşürme; “Benim yolum doğrudur, hatâ ihtimali var. Başkalarının yolu hatâdır, doğru olma ihtimali var.” görüşünde olmak
temaşa eden : bakan, seyreden
tımarhane : ruh, sinir ve akıl hastalıkları hastanesi
vaktâ ki : ne zaman ki
yâd olunma : anılma, zikredilme
zevat : zâtlar, kişiler



--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.9.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdit ve tahsisten halâs etmek ve umum mü’minlere şümulünü ilân etmek. Ta ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.

Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb’usan ve a’yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinayet ettim.

SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira, ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir.

Amma ittihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ki, umum mü’minlere şâmildir, cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehidler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zâbit olsun, nefer olsun-hariç değil ki, ta intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine ittihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasp ettim. Demek cinayet ettim.
Lügatler :
a’yan : senato üyeleri
âdi : basit, sıradan
âlim : bilen, ilim sahibi
cemiyet ve fırka : siyasî parti, grup ve topluluk
cemiyet : topluluk; siyasi grup, örgüt, dernek
cemiyet-i hayriye : hayır cemiyeti, hayır kurumu
ehl-i iman : Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler
evham : kuruntular, şüpheler
fırka : grup, parti
hâdise-i müthişe : dehşet veren olay
halâs etme : kurtarma
i’lâ-yı kelimetullah : Allah’ın kelâmını, Kur’ân ve iman hakikatlerini yüceltme, bildirme ve duyurma
iftirak : ayrılık
intisap : bağlanma, mensup olma
itaat : emre uyma
ittihad : birlik
ittihad-ı Muhammedî : Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) sünnetine bağlı olan Müslümanların oluşturduğu birlik
maalmemnuniye : memnuniyetle
maksad : gaye
maksad-ı azîm : büyük gaye
mazhar : erişmiş, elde etmiş
mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet : sevgi ve kardeşliği gösterme, onlara ayna olma
meclis-i meb’usan : Osmanlı Devletinde iki meclisten, üyeleri halk tarafından seçilmiş olanı; Osmanlı Millet Meclisi
muhabbet : sevgi
mukaddes : yüce, kutsal
musibet-i azîme : büyük musibet
mürşid : doğru ve hak yolu gösteren
nefer : asker, er
ref’ olma : ortadan kalkma
saff-ı evvel : ilk saf, en öndeki sıra
sebebiyet : sebep olma
serasker : ordu komutanı
şâmil : içine alan, kapsamlı
şümul : kapsamlılık
tahdit : sınırlama
tahsis : birşeye özel duruma getirme, ayırma
tefrika : bölünme, ayrılık
teşebbüs : başvurma, girişme
teşkil : oluşturma, meydana getirme
tevhid : birleştirme, birliği temin etme
uhde : üstlenilen görev, üzerine alınan vazife, yük
uhdeye alma : yüklenme, sorumluluğunu üstlenme
uhuvvet : kardeşlik
umum : bütün
vâ esefâ : “Yazıklar olsun, ne yazık ki” anlamında bir ifade
vükelâ : Osmanlı Devletinde bakanlar, vekiller
zâbit : rütbeli asker, subay
zahiren : görünüşte


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.10.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
DOKUZUNCU CİNAYET
Mart’ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Ta beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastefanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücut edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim: Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit vurulmuş? Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdap ve hududu icra olunacak”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nev’i zulmediyorsunuz.

Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir.
Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.
Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.
Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim.


Lügatler :
âdap : edepler; birşeyin kendine has kuralları, usul ve yöntemleri
âdi : basit, sıradan
ahkâm : hükümler, esaslar
anarşilik : kargaşa işi, otorite tanımama eylemi
avâm : halk tabakası
Ayastefanos : İstanbul, Yeşilköy’ün eski adı
bedîhî : apaçık, aşikâr
dahli olma : girme, karışma, müdahale etme, rol oynama
dehşetli : korkunç, ürkütücü
efrad : fertler
fena : kötü, çirkin
fesadât : bozukluklar, karışıklıklar
gafil : olayların iç yüzünden habersiz, duyarsız
halel : zarar
hitaben : hitap ederek, seslenerek
hudud : yasaklar, men edilenler; İslâm Hukukunda Kur’ân ve Sünnet ışığında işlenen suçlar için belirlenen ve uygulanması zorunlu olan cezalar
icra : yerine getirme, uygulama
ispat-ı vücut : kendi varlığını ispatlama
itaat muhtel : emir çiğnenmiş, ihlâl edilmiş, emre uyulmamış
itaat : emre uyma, bağlılık
itaat-i askeriye : askerin emre uyması
kıyam : ayaklanma
lâfz-ı şeriat : şeriat sözü, ifadesi
matlap : istek
merdane : mert bir şekilde
meşru : yasal, kanunî; dine uygun
metalib : istekler, arzular
meyus : ümitsiz
mu’cize : olağanüstü, harika
muhafaza : koruma
mukabele : karşılık verme
mukaddes : yüce, kutsal
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli
müteessir olma : üzülme
nefis : kişinin kendisi
neşretme : yayımlama, dağıtma
nüfus-u İslâmiye : Müslümanların nefisleri, kendileri
safdil : saf kalpli, kolay aldanan
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şöhret-i kâzibe : yalancı şöhret
tahkik : araştırma
tasvir : anlatma, bildirme
temaşa : seyretme
teşebbüs : başvurma, girişme
ukde-i hayat : can damarı
ulemâ : âlimler
zabit : rütbeli asker, subay
zerre miktar : çok az miktar


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.10.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
DOKUZUNCU CİNAYET
Mart’ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Ta beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastefanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücut edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim: Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit vurulmuş? Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdap ve hududu icra olunacak”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nev’i zulmediyorsunuz.

Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir.
Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.
Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.
Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim.


Lügatler :
âdap : edepler; birşeyin kendine has kuralları, usul ve yöntemleri
âdi : basit, sıradan
ahkâm : hükümler, esaslar
anarşilik : kargaşa işi, otorite tanımama eylemi
avâm : halk tabakası
Ayastefanos : İstanbul, Yeşilköy’ün eski adı
bedîhî : apaçık, aşikâr
dahli olma : girme, karışma, müdahale etme, rol oynama
dehşetli : korkunç, ürkütücü
efrad : fertler
fena : kötü, çirkin
fesadât : bozukluklar, karışıklıklar
gafil : olayların iç yüzünden habersiz, duyarsız
halel : zarar
hitaben : hitap ederek, seslenerek
hudud : yasaklar, men edilenler; İslâm Hukukunda Kur’ân ve Sünnet ışığında işlenen suçlar için belirlenen ve uygulanması zorunlu olan cezalar
icra : yerine getirme, uygulama
ispat-ı vücut : kendi varlığını ispatlama
itaat muhtel : emir çiğnenmiş, ihlâl edilmiş, emre uyulmamış
itaat : emre uyma, bağlılık
itaat-i askeriye : askerin emre uyması
kıyam : ayaklanma
lâfz-ı şeriat : şeriat sözü, ifadesi
matlap : istek
merdane : mert bir şekilde
meşru : yasal, kanunî; dine uygun
metalib : istekler, arzular
meyus : ümitsiz
mu’cize : olağanüstü, harika
muhafaza : koruma
mukabele : karşılık verme
mukaddes : yüce, kutsal
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli
müteessir olma : üzülme
nefis : kişinin kendisi
neşretme : yayımlama, dağıtma
nüfus-u İslâmiye : Müslümanların nefisleri, kendileri
safdil : saf kalpli, kolay aldanan
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şöhret-i kâzibe : yalancı şöhret
tahkik : araştırma
tasvir : anlatma, bildirme
temaşa : seyretme
teşebbüs : başvurma, girişme
ukde-i hayat : can damarı
ulemâ : âlimler
zabit : rütbeli asker, subay
zerre miktar : çok az miktar


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.12.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
ON BİRİNCİ CİNAYET
Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Ta ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.

Zira, o vilâyatta nim-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte-şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan-istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı hâlden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

YARI CİNAYET

Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet sûretini daha ahsen sûrette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisânıyla söyledim ki:

Münhasif Yıldızı darülfünun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.
Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. [SUP]HAŞİYE[/SUP]

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
Lügatler :
ağraz : kötü niyet ve düşmanlıklar
âhiret : öldükten sonra sonsuz olarak devam edecek olan hayat
ahsen : en güzel, daha güzel
âli : yüksek
aslâh : en iyi, en uygun, en elverişli
cebir : zor kullanma
cehalet : cahillik, bilgisizlik
ceride : gazete, basın, medya
daire-i İslâm : İslâm dairesi
darülfünun : üniversite
dehşetli : korkunç, ürkütücü
derk : anlama, bilme
ehl-i hakikat : doğru ve hak yolda olan kimseler
ekserisi : çoğunluğu
fakr-ı hâl : fakir hâl, fakirlik
içtimaî : sosyal, toplumsal
infiâlât : etkilenmeler, hareketlenmeler, taşkınlıklar
istidat kesbetme : yetenek kazanma
itimad : güvenme
kabul-ü nasihat : nasihat kabul etme
kusurat : kusurlar, hatâlar
mebde : başlangıç
medrese : dinî ilimlerin öğretildiği okul
melâike-i rahmet : rahmet melekleri
menfaat : çıkar
mevki : yer
muhabbet : sevgi
musalâha : barışma, barış
mülâhaza : düşünce
münhasif : sönmüş, batmış, tutulmuş
mürüvvet : iyilikseverlik, cömertlik
mütekeffil : kefilliği üstlenen, garantör
müyesser : kolay, kolaylaştırılmış
nedamet : pişman olma, pişmanlık
nefis : kişinin kendisi
neşr-i maarif : ilmi ve bilgiyi yayma
nokta-i hilâfet : Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası
rabıta : bağ
sabık : geçen, önceki
sebebiyet verme : sebep olma
seyyah : yolcu, gezip dolaşan
Sultan-ı sâbıka : önceki sultan, padişah; İkinci Abdülhamid
Süreyya : Ülker takım yıldızı
şefkatli : merhametli
tarik : yol
teşebbüs : başvurma, girişme
tevkifhane : tutuk evi, hapishane
tımarhane : ruh, sinir ve akıl hastalıkları hastanesi
umur : işler
vilâyât-ı Şarkiye : Doğu illeri
vukua gelme : meydana gelme
zebânî : Cehennemde vazifeli melek, korkunç ve kötü bir iş yapan görevli



--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.13.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûâ, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar Meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubaliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler; vatan namına rica olunur.

Ey paşalar, zabitler!
Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım.

Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira, biliyoruz ki,
[SUP]1[/SUP]
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ Fakat, meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.
Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez.” En büyük hatâ, insan kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatâmı itiraf ederim ki, nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmârufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.
Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun sûretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.
Ey ulû’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifim var; kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sûretâ mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız.
Sâniyen: Kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır?

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Gerçek hile, hileleri terk etmektedir.

Lügatler :
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
ahd ü peyman etme : söz verme ve yemin etme
avam : sıradan halk tabakası
emr-i bilmâruf : “iyilik ve güzellikleri emretme, tebliğ etme” mânâsında İslâmın bir prensibi
fahr : gurur, övünç
fırka : parti, grup
fırka-i hâlisa : samimî grup, samimî, içten kişilerin partisi
gaddar : acımasız, çok zulmeden
hakaik : hakikatler, esaslar
hasım : düşman
haşerat : böcekler, parazitler; değersiz ve zararlı kimseler, asalak geçinenler
hayat-ı zaif : zayıf hayat
haysiyet : itibar, şeref
hilâf-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlere aykırı, İslâmiyete ters
hüccet-i kàtıa : kesin delil
imtiyaz : ayrıcalık
intaç : netice verme
irşad : doğru yolu gösterme
istibdat : baskı, zulüm
kahrolmak : mahvolmak
libas : elbise
maalmemnuniye : memnuniyetle
mahkûmiyet : hükümlülük, tutukluluk
mahvetme : yok etme
meşru : yasal, legal; dine uygun
meşveret : fikir alışverişi
mihenk : altının değerini ölçen taş; (mecaz) kişinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt
müsemmâ : isimlendirilen, ismin sahibi
müstehak : hak etmiş, lâyık
nâs : insanlar
nazar : bakış
nefis : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nifak : münafıklık, ikiyüzlülük
sâniyen : ikinci olarak
sille : tokat
sûretâ : görünüş itibariyle
şöhret-i kâzibe : yalancı şöhret
tebeddül : değişme
tebeddül-ü esmâ : isimlerin değişmesi
tenezzül : inme, alçalma
tenzil : indirme, düşürme
ulü’l-emir : işi yönetenler, idareci, yönetici ve siyasetçiler
vicdanen : vicdan olarak, vicdanca


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.14.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse ve hilâf-ı şeriat hareket ise, فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ [SUP]HAŞİYE[/SUP]

Zira yalanlarla ittihad yalandır. Ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet, fâsittir. Müsemmâ-i meşrutiyet hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine bekà bulacaktır. Maatteessüf bunu kemâl-i telâş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ, bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesat ve fenalıktan men etmişken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesat ve fenalığın zikri vaktinde onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti ima eder. Kezalik, şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki, fırkaların ağrâz-ı şahsiye ve hilâf-ı şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı bir milyon fişek havaya atıldığı ve umum siyaset ve âsâyiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müthiş fırtına mucize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nâm ile o müthiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber, daima o ismi garaz sahiplerine siper göstermek pek büyük bir tehlikeli noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki, dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağ-dâr-ı teessüf oluyor.

Süreyyayı süpürge yapmaya, üfürmekle şemsi söndürmeye ihtimal veren, belâhetini ilân eder. Mesela, Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semâda, Zuhalde duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa; Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumâna, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti tamamen o ilâveye verecekler.

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : Yani, bütün dünya, cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciim.

Lügatler :
adavet : düşmanlık
ağrâz-ı şahsiye : kişisel maksatlar, kötü niyet ve düşmanlıklar
âlim-i zîtehevvür : öfkeli âlim; sonunu düşünmeden öfkeli hareket eden ilim adamı
anarşist : hiçbir düzen ve otorite tanımayan, karışıklık ve bozgunculuktan yana olan ve ondan fayda uman kimse
âsâyiş : emniyet, düzen, güvenlik
âsuman : semâ, gökkubbe
bekà bulma : devam etme, kalıcı olma
belâhet : aptallık, ahmaklık
cevv-i semâ : gökyüzü boşluğu, feza, uzay, atmosfer
dağ-dâr-ı teessüf olma : büyük acı ve üzüntü duyma
efrad : fertler
fâsit : bozulmuş
fesat : bozgunculuk, karışıklık
fırka : parti, grup
garaz : kin, kötü niyet
hak : doğru, gerçek
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
hilâf-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlere, İslâmiyete aykırı
hilâf-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin zıttı, karşıtı
husumet : hasımlık, zıtlaşma; düşmanlık
ifsadat : fitne ve bozgunculuklar
ihtar etmek : uyarmak, ikaz etmek
imtiyazsızlık : eşitlik
ism-i meşrutiyet : meşrutiyet ismi
ism-i mukaddes : kutsal isim
istibdad : baskı ve zulüm
ittihad : birlik
ittihad-ı Muhammedî : Muhammedî birlik; Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah tarafından getirdiği dinin mensuplarının oluşturduğu İslâm birliği
kemâl-i telâş ve teessüf : tam bir telâş ve üzüntü
kezalik : bunun gibi
maatteessüf : ne yazık ki
mu’cize-i şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin, İslâmiyetin mu’cizesi
muhabbet : sevgi
müesses : kurulu, kurulmuş
müsemmâ-i meşrutiyet : meşrutiyetin özü, gerçek mânâsı
müthiş : dehşet veren, korkunç
sıdk : doğruluk
sıfat-ı ilim : ilim sıfatı, niteliği
sıfat-ı tehevvür : öfke sıfatı; sonunu düşünmeden öfkeli hareket etme
sıklet : ağırlık
Süreyya : Ülker takım yıldızı
şems : güneş
şeriat-ı mutahhara : temiz, mübarek şeriat; Allah tarafından bildirilen temiz, şüphelerden uzak hükümler, İslâmiyet
tohum-u fesad : bozgunculuk tohumu
ukde-i hayatiye : hayat düğümü, can alıcı nokta
umum : bütün
vicdan-ı selim : sağlam, temiz vicdan
vücuda gelme : meydana gelme, ortaya çıkma
yâdetmek : anmak, zikretmek
zemin : yer, yeryüzü; dünya


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.15.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer. Esbâb-ı hariciye bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.

Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. Şöyle ki:

31 Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müthiş fırtına, âdi sebepler tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki, neticesi hercümerc olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisânına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hâdiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin kâtilini meydana çıkarmaktı.

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avamın siyaset-i şer'î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti.

Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafi olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, hercümerc ve müdahale-i ecnebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit sebeplerden çıkan ervâh-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi.


Lügatler :
âdâb-ı dindarane : dinî edep ve kurallar
âdâb-ı diniye : dine ait edep ve kurallar
âdâb-ı şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerde belirtilen edep ve kurallar

alay : genel olarak üç taburdan oluşan askerî birlik
âli : yüksek
anarşistlik : kargaşa işi, otorite tanımama eylemi
avam : halk tabakası
belâgat : sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi
cemiyet : dernek

cesîm : büyük
cin ve ins : cinler ve insanlar
dahil : iç
efrad : fertler, kişiler

ehl-i kıyam : ayaklananlar, ihtilâl girişiminde bulunanlar, isyan edenler
elhasıl : sonuç olarak, özetle
ervâh-ı habîse ve münteşire : her tarafa yayılmış ve kötü olan ruhlar

esas tutmak : temel almak, temel kabul etmek
esbab : sebepler
esbab-ı adîde : çeşitli sebepler
esbâb-ı hariciye : dış sebepler
fesad : bozulma
fırka : parti
garazkârane : maksatlı olarak
had : yasaklama, men etme; İslâm hukukunda Kur’ân ve Sünnet ışığında işlenen suçlar için belirlenen ve uygulanması zorunlu olan ceza

hâdise : olay
hak : doğru, doğruluk
hakikat : gerçek
Hakk : doğru, doğruluk; herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyeti koruma gayreti; İslâmın verdiği din, vatan, namus, hak, hukuk gibi değerleri koruma gayreti, duygusu
hariç : dış

haysiyet-i askeriye : askerî şeref, onur ve itibar
hercümerc : karmakarışıklık, darmadağınıklık

hissiyat-ı askeriye : askerî duygular, hisler
hürriyet-i mutlaka : mutlak hürriyet; sınırsız özgürlük
icra : yerine getirme, uygulama
ifratperverane : aşırılığı severek

indallah : Allah katında
inkılâp : köklü değişiklik

insaniyet : insanlık
irca : döndürme
ism-i şeriat : şeriat ismi; İslâmiyet adı
istidad-ı tabiî : müsait olan doğal gelişim
itaat : emre uyma
itaat-i askeriye : askerî itaat; askerin emre uyması
kat-ı yed : el kesme
keşmekeş : karışıklık
kısas : bir suç işleyenin kanun tarafından işlediği suçun aynıyla cezalandırılması

lisân : dil
men’ : yasaklama
metâlib-i seb’a : yedi istek; 31 Mart Hâdisesinde ayaklananların yedi isteği

meydan-ı münakaşât : tartışma ve anlaşmazlıkların alanı, sahası
min indillâh : Allah tarafından
mu’cize : benzerini insanların yapmaktan âciz kaldığı olağanüstü hal, durum
muhakeme-i akliye : aklî muhakeme; birşeye karar vermede aklın iyi düşünmesi, değerlendirmesi
muhalif : aykırı, zıt
mukaddes : kutsal, yüce
mutaassıp : birşeye körü körüne bağlanan
mübalâğat : aşırılıklar, abartmalar
müdahale-i ecnebî : yabancı müdahalesi
müddeîler : iddiacılar, davacılar

müheyya etme : hazırlama
münafi : aykırı
münakaşat : tartışmalar

mürteci : geriye yönelmek isteyen; gerici
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli

müthiş : dehşet veren, korkunç, ürkütücü
nazar-ı mütâlâaya alınma : dikkatli bir şekilde incelenme
neşriyat : yayın

nısf : yarı
sâika : gök gürültüsü, yıldırım
sebebiyet veren : sebep olan
sefahet : helâl olmayan zevk ve eğlenceye düşkünlük, beyinsizce davranış
sirayet : bulaşma, geçme
siyaset-i şer’î : İslâmın öngördüğü siyaset ve yönetim anlayışı

sukut-u musammem : düşmesi kararlaştırılmış, iktidardan düşürülmesine kesin karar alınmış
Sultan-ı mazlûm : suçsuz Sultan; İkinci Abdülhamid
şeriat-ı Muhammediye : Allah tarafından Hz. Muhammed (a.s.m.) vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsi
şümul : kapsama

tahakküm : baskı, zorbalık
tahakkümat : baskılar, zorbalıklar
tahdit : sınırlama

tahtında : altında
taraftarane : taraftarca, taraftar olarak

tebdil : değiştirme
tecelli : belirme, görünme
telkinat : telkinler, fikir aşılamalar

tenzil etmek : indirmek, düşürmek
tezahür : ortaya çıkma, görünme
umum : genel, bütün
üssü’l-esas : temel taşı, temel esas
vücuda getirmek : meydana getirmek

vükelâ : vekiller; millet vekilleri
zabit : subay; rütbeli asker
zemin : yer
zevat : zâtlar, kişiler
ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ : şeriatın beyaz ışığı; İslâmın parlak nuru ve ışığı


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.16.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Hem geçen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrutiyet şeriata müsteniddir” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılâp, inkılâpların kaide-i tabiîyesini hark ile şeriatın tesir-i mu’cizânesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir. Nisan’ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. Şöyle ki:

Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilâfete veya başka siyasete tâbî ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i münîri, münkesif bir yıldıza peyk ve câzibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarik-i dalâlete sülûk ettiler.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsennâ daha muhkemdir.

Ey paşalar, zabitler!

Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.[SUP]HAŞİYE[/SUP]

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : Bu sualler kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebep oldu.

Lügatler :
a’mâl-i nâmeşrua : meşru olmayan işler; İslâmın izin vermediği işler
ahval : haller, durumlar
âlem-i İslâmiyet : İslâm dünyası
cazibe : çekim gücü
cemiyet-i milliye : millî cemiyet, topluluk; din, şeriat, inanç birliği olan millet, topluluk
darb-ı mesel : atasözü
ehl-i İslâm : Müslümanlar
ehl-i vicdan : vicdan sahipleri
esas-ı fikirleri : düşüncelerinin temeli, aslı esası
hakaik : hakikatlar, esaslar
hakaik-i şeriat : şeriatın hakikatleri, esasları
hamiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin mukaddes değerlerini koruma gayreti
hamiyet-i milliye : vatan ve millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu; millî onur ve haysiyet
hark : yarma, yırtma
hasis : değersiz, basit
haşiye : dipnot, açıklayıcı not
haysiyet : itibar, şeref
hilâfet : halifelik; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık görevi
hubb-u din : din sevgisi
hubb-u vatan : vatan sevgisi
inkılâb-ı azîm : büyük çaplı köklü değişim
inkılâp : köklü değişim, dönüşüm
insaniyet-i kübrâ : büyük insanlık, İslâmiyet
itaat-i askeriye : askerin emre uyması
itikad etmek : inanmak
kaide-i tabiîye : tabiî kural, prensip
mahpus : hapsedilmiş, tutuklu
manyetizmalandırmak : çekim alanına almak, mıknatıs gibi kendine çekmek
mâsadak : bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı bir mânâ
medeniyet-i fuzla : en faziletli, üstün ve erdemli medeniyet
medine-i fazilet-i Eflâtuniye : Eflâtun’un faziletli şehri; Eflâtun’un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri
merbut : bağlı
muhkem : sağlam
muteriz : itiraz eden
münkesif : sönmüş, sönük
müsennâ : ikili olan; meselâ sevginin ikili olanı vatan sevgisi, din sevgisi gibi
müstenid : dayanmış, dayalı
mütehassis olma : duygulanma, hislenme, hassas olma
nazar : bakış, görüş
nısf-ı âhir : son yarı
peyk : uydu
sadâ : ses
sevab-ı âhiret : âhiret ücreti
sezâ : lâyık
sülûk etmek : yürümek, yürüyüp gitmek
şems-i münîr : nurlu, parlak güneş
şems-i şeriat : şeriat güneşi; İslâm güneşi
şeref-i millet-i İslâmiye : İslâm milletinin şerefi, onuru
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi; İslâmiyet
tahliye etme : serbest bırakma
tarik-i dalâlet : sapıklık yolu
tecellî : belirme, görünme
terakki : ilerleme, yükselme
tesir-i mu’cizâne : mu’cizeli bir şekilde etki
tevehhümüyle : kuruntusuna düşmekle
ulema : âlimler
umum : bütün
zabit : subay, rütbeli asker


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.17.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Birinci sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

İkinci sual: Bir insan yılan sûretine girse yahut bir velî haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.

Üçüncü sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?

Altıncı sual: Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile mâsumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni mâsum iken, acaba ekseriyet nokta i nazarında bu hal hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?


Lügatler :
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
binaen : dayanarak
cereyan-ı umumîye : genel cereyan, akım, hareket
divan-ı harp : askerî mahkeme
ehl-i meslek ve fikir : fikir, düşünce ve meslek sahipleri
ekseriyet : çoğunluk
fırka : grup, topluluk, parti
fikr-i intikam : intikam fikri, düşüncesi
galebe : üstün gelme
garaz : kötü kasıt, art niyet
haydut : eşkıya
hükümfermâ : hüküm süren
ibâha : serbest etme, helâl gösterme
ihlâl : bozma, karıştırma
imtiyaz : ayrıcalık, özel sınıf statüsü
ism-i meşrutiyet : meşrutiyet ismi
istibdad : baskı, zorbalık
ittihad-ı millet : milletin birliği
komitecilik : belli bir amaç için bir araya gelenlerin faaliyet göstermesi
mâden-i hayat-ı içtimaiye : sosyal hayatın madeni, kaynağı
mahbusîn : hapsedilmiş olanlar, tutuklular
mâsumiyet : suçsuzluk
meşru : yasal, kanunî; dine uygun
muannid : inatçı
muhalif : karşı, karşıt
münkasım : bölünmüş, bölümlere ayrılmış
müsavat : eşitlik
müsavatsızlık : eşitsizlik
müstebit : baskıcı, diktatör
müteaddit : birçok, çeşitli
nifak : münafıklık, ikiyüzlülük
nokta-i asabiye : ırkçılık damarı, ırkçılık noktası
nokta-i nazar : bakış açısı
ref-i imtiyaz : ayrımcılığın, kayırmacılığın kaldırılması
safdil : saf kalpli, kolay aldanan
taarruz : saldırma, hücum etme
tahliye : serbest bırakılma
tahsis : birşeye ait kılma
tatbik : uygulama
tazyik : baskı
tebeyyün : ortaya çıkma, görünme
tebrie : beraat etme, suçsuz bulunma
tefrika verme : bölücülük ve ayrımcılığa neden olma
velî : Allah’ın sevgili kulu, Allah dostu
vuku bulma : gerçekleşme, meydana gelme
zahiren : görünürde
zâyiat : kayıplar, zararlar


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.18.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez miydi?

On Birinci sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Hâlbuki ya müsemmâ-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

Yarım sual: Nazik ve zayıf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def’e çalışırken, biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def etmek değil, belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister. Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?

Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.

Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.[SUP]HAŞİYE[/SUP]

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]HAŞİYE[/SUP] : Şimdi Üstad Bediüzzaman bu kırk beş senedeki dehşetli mahkemelerinde, aynen bu on bir buçuk cinayetlerini ve on bir buçuk suallerini o divan-ı harb-i örfîdeki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
Nur talebeleri namına Hüsrev


Lügatler :
adaletnâme-i şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin adalet belgesi
addolunmak : sayılmak, kabul edilmek
Asr-ı Saadet : Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
bîçare : çaresiz
cânib : taraf, yön
cehalet : cahillik
celp olunma : çağrılma, davet edilme
celpname : çağrı belgesi
def’ : kovma, uzaklaştırma
efkâr-ı umumiye : kamuoyu; genelin fikir ve düşünceleri
elhasıl : kısaca, özetle
gayr-ı mümeyyiz : iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramayan kimse; bunak ve deliler gibi
hafiyelik : casusluk
hak : doğru gerçek
hakaik : gerçekler, doğru esaslar
hakikat : doğru gerçek
hükümfermâ : hüküm süren
ibraz : gösterme
ikaz etmek : uyarmak
ilcaat : mecbur etmeler, zorlamalar; zamanın şartlarının gerektirdiği mecburiyetler
inbisat : genişleme, yayılma
istibdat : baskı, zulüm
istirdad-ı hürriyet : hürriyeti geri alma, geri getirme
kefaret-i yemin vermek : yerine getirilemeyen yeminin karşılığını ödemek
kesretli : çok
libas : elbise
makalât : makaleler, yazılar
mevki-i tatbik : uygulama yeri, makamı
muaheze : sorumlu tutma, cezalandırma
muhalefet eden : zıt ve aykırı davranan
musallat etme : sataştırma, iliştirme
musır : ısrarcı, ısrar eden
müsemmâ-yı meşrutiyet : meşrutiyetin özü, gerçek mânâsı
neşr : yayınlama, yayma
nihayet derece : son derece
şedit : şiddetli
tahakküm : baskı, zorbalık
tenasuh : başka bir bünyeye, yapıya girerek ortaya çıkma
tenkidât-ı ukalâ : akıllılık taslayanların tenkit ve eleştirileri
tevessü : genişleme
zabit : rütbeli asker, subay
zaman-ı mâzi : geçmiş zaman


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 2.21.İKİ MEKTEB-İ MUSİBETİN ŞEHADETNAMESİ(DEVAMI)
MUKADDİME(DEVAMI)
وَلَوْلاَ تَكَالِيفُ الْعُلٰى وَمَقَاصِدُ عَوَالٍ وَاَعْقَابُ اْلاَحَادِيثِ فِي غَدٍ
َلاَعْطَيْتُ نَفْسِى فِى التَّخَلِّى مُرَادَهَا وَذَاكَ مُرَادِى مُذْ نَشَئْتُ وَمَقْصَدِى
وَاَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا[SUP]1[/SUP]
Tenbih: MEDENİYETTEN İSTİFAM, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet, nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu halde, her bir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

İstibdadın Garibüzzamanı,
Meşrutiyetin Bediüzzamanı,
Şimdikinin de Bid’atüzzamanı:
Said Nursî

[h=3]Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :[/h] [SUP]1[/SUP] : Eğer ulvî mes’uliyetler, yüce gayeler ve bir de hâdiselerin yarın ne getireceği belli olmasaydı, nefsimin benden istediklerini yerine getirirdim. Zira çocukluktan beri takip ettiğim gayem budur. Söyleyeceğim bazı şeyleri gizliyorum. Çünkü söylersem, sulh için bir zemin bırakmamış olurum.

Lügatler :
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
baht-ı İslâm : Müslümanların talihi
bahusus : özellikle
bedeviyet : göçebelik; şehirlilikten uzak göçebe hayatı

Bid’atüzzaman : zamanın bid’ası; zamanın yenilikçi acayip kişisi
cüz-ü hakikî : gerçek, asıl kısım
çâre-i yegâne : tek çâre
ecanib : ecnebiler, yabancılar

elektrik-i hakaik-i İslâmiyet : İslâmiyetin hakikat ve esaslarının elektriği, ışığı
esaret : esirlik, kölelik
eşhas : şahıslar
farz-ı muhal : imkânsızı varsaymak
ferd-i Müslüman : Müslüman fert, birey

Garibüzzaman : zamanın garibi; zamanın şaşırtıcı, hayret verici kişisi
hâdise : olay

hakikat-i şeriat : şeriatın hakikat ve esası
hakikî : gerçek
hâkimiyet : egemenlik, hükümranlık
hâkimiyet-i İslâmiye : İslâmiyetin egemenlik ve hâkimiyeti
halâs : kurtarma

hararet : sıcaklık, ısı
hükümfermâ : hüküm süren

imtizaç etme : karışıp kaynaşma
insaniyet : insanlık
iptilâ : düşkünlük, tiryakilik
istibdad-ı mânevî : mânevî baskı, zulüm
istibdat : baskı, zulüm
kuvveden fiile çıkma : potansiyel özellikleri dışa yansıtma, uygulama
mahiyet-i nev’iyesi : türünün niteliği, temel özelliği
mâlik : sahip
mânâ-yı meşrutiyet : meşrutiyetin anlamı
memzuç : karışmış, birbirinin içinde kaynaşmış
meşrutiyet-i meşrua : dine uygun meşrutiyet; İslâmın öngördüğü meşrutiyet

mizâc-ı mutedile-i adalet : ölçülü ve dengeli adalet yapısı karakteri
muhabbet : sevgi

muhtelit : karışık
nefis : insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygu
nev-i insan : insan türü, insanlık

neyyir-i hürriyet : hürriyetin ışığı, aydınlığı
nokta-i nazar : bakış açısı
nüfus : nefisler
sefahet : yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük, zararı yararı ayırt edememe
sefih : yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün, beyinsizce davranan
sulh : barış
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şûrâ : karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak için toplanma
taht : makam
tekemmül : mükemmelleşme, gelişme, ilerleme
tenbih : ikaz, uyarı
terakki : ilerleme, yükselme
tesis-i hürriyet : hürriyetin kurulması

tevlid : üretme
ulvî : yüce, büyük

unsur : ırk
vücuda gelme : gerçekleşme, meydana gelme
zarardîde : zarar görmüş
zemin : yer
zillet : alçaklık, aşağılık

ziya-yı maarif-i İslâmiye : İslâmî ilimlerin ışığı


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ
3.1.HÂTİME
VATANDAŞLARIMA ve kardeşlerime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.

Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi katre katre zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet milliyetiyle tevhid ve mezc ederek, zerratın câzibe-i cüz’iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkibinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.

Hem de hürriyet-i şer’iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimaiye, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbalin cibâl-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek şeriata istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sadâ ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik insanlara “Fen, san’at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz” emrini veriyor.


Lügatler :
âheng-i umumiye : genel ahenk, uyum
ahfâd : evlâtlar, torunlar
bahis : konu
câzibe : çekim gücü
câzibe-i cüz'iye : bireysel çekim gücü
cazibe-i umumî-i vatanî : vatana ait genel çekim gücü
cemahir-i müttefika-i İslâmiye : İslâm Birleşik Devletleri
cibâl-i şâhika : zirvesi çok yüksek olan dağlar
cihangir : dünyanın önemli bir bölümüne hükmeden, egemenliği altına alan
esaret-i nefis : nefsin esareti; insanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden duygunun esiri olma
fikr-i milliyet : milliyetçilik fikri
gaflet : duyarsız davranma hâli, umursamazlık
gayra : başkasına
hakikat-i içtimaiye : toplumsal hakikat, sosyal gerçek
hamiyet : din, aile, vatan, hak, hukuk gibi değerleri koruma duygusu ve gayreti
hâtime : son bölüm
hikmet : Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması
hikmet-i İlâhiye : Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratma sıfatı
hürriyet-i şer'iye : İslâmın sınırlarını ve şartlarını belirlediği özgürlük
istikbal : gelecek zaman
istinad etmek : dayanmak
ittibâ : tâbi olma, bağlanma
kader : Allah’ın takdir ve plânı
kanun-u nurânî-yi İlâhiye : İlâhî olan nurlu kanun; Cenâb-ı Hakkın nurlu kanunu
katre : damla
kevkeb-i münevver : ışık saçan parlak yıldız
kütle-i azîm : büyük kütle (yani, büyük halk kitlelerinden meydana gelen topluluk)
makine-i âlem : bir makine gibi mükemmel bir şekilde çalışan âlem, dünya makinesi
mâzi : geçmiş zaman
mevkib : kafile, alay, kortej
mezc etme : birbiri içinde eritme
muhafaza etmek : korumak
muvazene : denge
müessis : kurucu, tesis eden
müteferrik : farklı farklı, ayrı ayrı
nâtamam : tamamlanmamış, yarım
nizam : düzen, sistem
sadâ : ses, sesleniş
sahrâ-yı vahşet : son derece ıssız ve hiç kimsenin bulunmadığı çöl
sultan-ı hürriyet : hürriyet sultanı
şems-i şevket-i İslâmiye : güçlü ve haşmetli olan İslâm güneşi
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümler; İslâmiyet
tecavüz : haddi aşarak saldırma
tecviz etmeme : izin vermeme
tedvir etmek : döndürmek
tefrika : bölünme, parçalanma
teşkil etme : oluşturma, meydana getirme
tevhid etme : birleştirme
ufk-u ezel : başlangıcı olmayan sonsuzluk ufku
umum : bütün
zâyi olan : elden çıkan, kaybolan
zerrat : zerreler, maddenin en küçük parçaları; atomlar




--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 3.2.HÂTİME(DEVAMI)
Hem de ihtiyaç denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini kaldırmış, size hükmediyor ki, ya hayat-ı hürriyetinizi bu sahrâ-yı vahşette yağmacılara vereceksiniz, veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san’at balonuna, şimendiferine binerek istikbali istikbal ve o ecnebî ellerine geçen o emval-i müttefikayı istirdad ederek kâbe-i kemâlâta koşacaksınız.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mâzi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyûbî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Ta her biriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.

Hem de meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor.


Lügatler :
beşer : insanlık
cehalet : cahillik
ecdat : atalar
ecnebî : yabancı
emr-i kat'î : kesin emir
emsal : benzer
emval-i müttefika : insanlığın ortak malı
enmuzec : örnek, model
fakr : fakirlik
fen ve san’at balonu : fen ve san’at uçağı (Balon, 20. yüzyılın başlarında hava taşımacılığında ileri teknolojiydi.)
fen : bilim; tecrübeye dayalı ve ispatla meydana gelmiş olan ilimler
ferdî : bireysel
gafil : dikkatsiz, bilinçsiz
galeyan : coşup taşma
hâkimiyet-i milliye : millî egemenlik
hal : şimdiki zaman
hâmi-i saadet : mutluluğun koruyucusu
hamiyet-i İslâmiye : İslâmî gayret; İslâmın insana kazandırdığı, din, vatan, hak, hukuk, aile gibi değerleri koruma duygusu, gayreti
hayat-ı hürriyet : hür hayat, özgür yaşam
hayat-ı ulviye : yüce hayat
hayme-nişin : göçebe, göçebe hayatı yaşayan
haysiyet : itibar, şeref
himmet : ciddi gayret, yardım
irade-i cüz'iye : cüz’î irade; şahsî özgürlük
İslâmiyet milliyeti : İslâm dini, şeriatı ve inancı
istibdat : baskı, zulüm
istikbal : gelecek zaman
istikbali istikbal (etme) : geleceği karşılama
istirdad etmek : geri almak, geri getirmek
kâbe-i kemâlât : olgunluk ve mükemmelliklerin kâbesi, merkezi
mâkes-i hayatı : hayatının aynası
makine-yi hayat : hayat makinesi; bir makine gibi büyük bir denge ve sistemle çalışan hayat
mâzi : geçmiş zaman
meşrutiyet-i meşrua : İslâmın ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde kurulan ve uygulanan meşrutiyet yönetimi
meşveret-i şer'iye : İslâmın emrettiği kurallar çerçevesinde gerçekleştirilen danışma toplantıları
meydan-ı medeniyet : medeniyet meydanı; uygarlık alanı
millet-i İslâm : İslâm milleti; İslâm ümmeti
misâl-i müşahhası : somut örneği
müessis : kurucu
müteferrik : ayrı ayrı, dağınık; çeşitli
peder : baba
saadet : mutluluk
sahrâ : çöl
sahrâ-yı vahşet : vahşet sahrası; yalnızlık çölü
sille : tokat
şimendifer : tren
tahakküm : zorbalık
teâlî etmek : yükselmek, yücelmek
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
temin : sağlama
terakkiyat : ilim ve medeniyet alanlarında elde edilen gelişmeler
umum İslâmın : bütün İslâmın, bütün Müslümanların
umum : bütün
üstad-ı ihtiyaç : ihtiyaç öğretmeni; insanı bir hoca gibi öğretip eğiten ihtiyaç

 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 3.3.HÂTİME(DEVAMI)
İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şahadetnâme-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzinin sahrâlarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserâne ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, inşaallah.

Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilâyetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sükûtî medreselerine nispeten sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi gösteriyor.

Hem Şâfiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semâvî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten

1
وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى ’nın başka bir unvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmîsi olan cesaret ve nâmus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan kalbe mecrâ açmakla, aklı kuvvete mezc ederek maarifinizi kılıçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz.

Ta ki, şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen ve san’at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.
El Bâkî Hüvel Bâkî[SUP]2[/SUP]
Bediüzzaman Said Nursî

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1 : “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.
[SUP]2[/SUP] : Bâkî olan sadece Odur.

Lügatler :
adem-i ihtiyaç : ihtiyaç duymama, başkasına muhtaç olmama
bülûğ : erme, ulaşma

cevher : asıl, öz; değerli taş, elmas
dimağ : beyin

efkâr : fikirler, düşünceler
enaniyet : benlik

fen : bilim; tecrübeye dayalı ve ispatla meydana gelmiş olan ilimler
fıtraten : yaratılış itibariyle

fikir : düşünce
fikr-i hodserâne : kimseyi dinlemeden kendi başına hareket etme düşüncesi
fikr-i hürriyet : hürriyet düşüncesi
fikr-i icad : buluş yapma ve yeni şeyler icat etme düşüncesi
hâmî : koruyucu
hamiyet-i diniye-i millî : dinî ve millî esasların harekete geçirdiği hamiyet ve gayret duygusu

hissiyat : hisler, duygular
hutut-u cevher : kılıcın çelik kısmındaki dalgalı çizgiler, meneviş, hare, dalgır (Buradaki maksat; kalemle kılıcın güç birliğidir.)

inkılâp edecek : dönüşecek
istikbal : gelecek zaman
ittihad : birleşme, birlik
kalp ve akl-ı müşterek : kalp ve akıl ortaklığı; olaylar karşısında aynı düşünce ve duygulara sahip olma
kalpten fikre menfez açmak : hislerin merkezi olan kalple aklın neticesi olan düşünce arasında bağlantı kurmak; akılla duygular arasında bağ kurmak
kemâl : mükemmellik, olgunluk
keşmekeş : karışıklık
kıraat-ı Fatiha : Fatiha Sûresinin okunması
maarif : eğitim, kültür, bilgi vs.
mâzi : geçmiş zaman
meclis-i meb'usan-ı ilmiye : âlim vekiller meclisi; Büyük Millet Meclisini andıran ilmî meclis
mecrâ açmak : kanal açmak
medrese : dinî derslerin okutulduğu yüksek okul
medreseten : medrese olarak
menfez : kanal
mevcudiyet : varlık
meylü'l-ağalık : ağalık meyli, eğilimi
mezc etmek : katmak, birleştirmek
mezheben : mezhep olarak
müessis : kurucu
nâmus-u millet-i İslâmiye : İslâm milletinin nâmusu (Millet kelimesi burada “din, şeriat, inanç” anlamına geliyor.)
nispeten : kıyasla

pâyimal olmasın : ayaklar altına alınmasın, çiğnenmesin
ruhanî : maddî yapısı olmayan, ruh âlemine ait
saadet-saray-ı medeniyet : medeniyetin sunduğu saadet ve mutluluk sarayı
sahrâ : çöl
sebebiyet veren : sebep olan
semâvî : mânevî özelliklere sahip olan
sinn-i rüşd : ergenlik çağı, yaşı
sükûtî : sessizlik kuralı esas olan
Şâfiî : İmâm-ı Şâfiî’nin kurduğu Şâfiî mezhebine bağlı olan
şahadetnâme-i hürriyet : hürriyet diploması; özgürlüğü hak etme belgesi
şark vilâyetleri : doğu illeri

şecaat-i akliye-i medeniyet meydanı : medeniyetin aklî kahramanlık meydanı; akıl kahramanlarının meydan okuduğu medeniyet meydanı
şecaat-i maddiye : maddî kahramanlık, yiğitlik (Maddî bakımdan ilerlerken ifrat ve tefritten uzak olan orta ve doğru hâli ayakta tutma)

terakki etmek : ilerlemek, yükselmek
tesanüd-ü hikmet-i Kur'âniye : Kur’ânî hikmetle dayanışma içinde olma
teşebbüs-ü şahsiye : bireysel girişimcilik
vasî : çocuk, yetim, hasta, deli gibi zayıf kimselerin mal ve işlerini idare eden görevli
vicdan-ı şahsiye : kişisel vicdan


 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ
4.1.YAŞASIN ŞERİAT-I AHMEDÎ(ALEYHİSSALÂTÜ VESSELAM)
5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Dinî Ceride, no. 77

Şeriat-ı garrâ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünemâ bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız ilâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize her bir mü’min mânen müntesiptir. Sûreten intisap ise, Sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyâya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî ulema ve meşâyih ve talebeyi, şeriat namına ittihada dâvet ederiz.

Said Nursî

***
İhtar-ı mahsus

Gazeteci denilen huteba-i umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür.

Birincisi: Vilâyâtı, İstanbul’a kıyas ederek... Hâlbuki elifbâyı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur.

İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Hâlbuki, bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil olur.

Said Nursî

Lügatler :
abd : kul
ahlâk-ı Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ahlâkı

âlem : dünya
âlem-i asgar : en küçük âlem; insan
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun

azm-i kat’î : kesin azim ve ciddî gayret
berahin-i kàtıa : kesin deliller
beyne’l-İslâm : Müslümanlar arasında
ceride : gazete
cevab-ı red : red cevap
cihad-ı ekber : en büyük cihad; nefis ile mücadele
diyanet : din
ebed : sonsuzluk

elifbâ : alfabe, İslâm alfabesi
enbiya : nebiler, peygamberler
evliya-i umûr : iş başında bulunan kimseler
hablü’l-metin : sağlam ip; İslâmiyet
hizmetkâr : hizmetçi

husumet : düşmanlık
huteba-i umumî : herkese hitâp edenler, umuma ders verenler
i’lâ-yı kelimetullah : Allah’ın ismini, dâvâsını yüceltmek, yaymak
ihtar-ı mahsus : hususî ikaz
ihyâ : yeniden hayata döndürme, canlandırma
imdat : yardım
intisap : bağlılık
istibdad : baskı ve zulüm
istibdad-ı rezile : alçakça baskı, zulüm
istifade etme : faydalanma

istihsan : beğenme, güzel bulma
istimdad : yardım dileme
istinad : dayanma, dayanak
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması

kamet : boy bos
kavânin-i âdetullah : kâinatta işleyen İlâhî kanunlar, yaratılış kanunları
kelâm-ı ezelî : ezelî söz

kıyas-ı fâsid : hatâlı karşılaştırma, yanlış kıyas
libas : elbise
makine-i tekemmülât : ilerleme, olgunlaşma makinesi

maksad : gaye, amaç
mânen : mânevî olarak
mâruf : bilinen, tanınmış
memâlik-i İslâmiye ve Osmaniye : İslâm ve Osmanlı memleketleri, ülkeleri
mesâil-i şeriat : şeriatın meseleleri, kaideleri

meşayih : şeyhler; tasavvuf ve tarikat önderleri
meşreb : hareket tarzı, metot
muhabbet : sevgi
muhafaza : koruma, saklama
muvazzaf : görevli
mükellef : yükümlü

müntesip : bağlanan, bağlı
mürşid-i umumî : herkese her yönden doğru yolu gösteren, genel mürşid
nefs-i emmâre : kötülüğü şiddetle ve defalarca emreden duygu; nefsin terbiye görmemiş en kötü hâli
neşvünemâ : büyüyüp gelişme
remiz : işaret
Sâni-i Âlem : bütün varlık âlemini san’atlı bir şekilde yaratan Allah

sathî : sığ, yüzeysel
selâmet : esenlik, güven
sıhhat : sağlamlık, doğruluk, sağlık
sünnet-i Nebeviye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti

sünnet-i Peygamberî : peygamber sünneti, Hz. Muhammed’in sünneti
şeriat namına : İslâmiyet adına
Şeriat-ı Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği şeriat, İslâmın kanun ve hükümleri
şeriat-ı garrâ : büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet
tahallûk : ahlâklanma
takviye : güçlendirme, destekleme
temessük : sarılma, tutunma
tenezzül etme : inme, alçalma
tevfik : başarı, muvaffakiyet
tevfik-i hareket : uygun hareket
tevfiksizlik : başarısızlık
ubudiyet : kulluk

ulema : âlimler
umum : bütün

vilâyât : vilâyetler, iller
zaaf-ı diyanet : dinde zayıflık, gevşeklik gösterme
zira : çünkü
ziya-yı İslâmiyet : İslâmiyetin ışığı
zuhur : görünme, ortaya çıkma

 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 5.1.HAKİKAT
26 Şubat 1324 (Mart 1909)
Dinî Ceride, No. 70

Biz kâlû belâdan cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peymân ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira, ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garrânın berahin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, [SUP]HAŞİYE[/SUP] adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzi olunmuş olur.

[SUP]1[/SUP]
اِنَّ اللهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتِينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis, mâni-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün!” istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini raptedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursî
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP] : O zaman Meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
[SUP]1[/SUP] : Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir.


Lügatler :
abdullah : Allah’ın kulu
ahkâm : hükümler, esaslar

aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âmir-i vicdanî : vicdana ait âmir, vicdanı çalıştıran

azîm : büyük, yüce
bahr-i umman : Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin
bahusus : özellikle
berahin-i kàtıa : kesin deliller

bu zaman ehli : bu zamanda yaşayanlar; çağdaşlar
cehil : cahillik, bilgisizlik
cemiyet-i Muhammedî : Muhammed’in (a.s.m.) cemiyeti; Hz. Muhammed’e (a.s.m.) bağlı olan cemiyet, İslâm ümmeti
ceride : gazete
cihad : din uğrunda çaba harcama
cihad-ı haricî : dış düşmana karşı yapılan cihad, mücadele

cihet-i vahdet : birlik yönü
cihetü'l-vahdet-i ittihad : birleştiren temel unsur; tek vücut halinde birleştiren yön

desti : testi
din-i İslâm : İslâm dini
ecnebî : yabancı

encümen : meclis
evâmir ve nevâhî-i şer'iye : şeriatın bildirdiği emir ve yasaklar
fakr : fakirlik, ihtiyaç hâli

farz : Allah’ın kesin emirleri
fünun : fenler, bilimler
galebe çalmak : üstün gelmek

hakikat : asıl, gerçek
hâkim : hükmeden, idareci
haşiye : dipnot, açıklayıcı not

havale etme : gönderme
havf : korku
hevâ : faydasız ve gelip geçici arzular
husumet : düşmanlık

hüdâ : hidayet, doğru yol
hükümferma : hükümran, egemen
icbar : zorlama, baskı

ihfâ : gizleme
ihtilâf-ı efkâr : fikirlerin ayrı oluşu
i'lâ-yı kelimetullah : Allah’ın ismini, dâvâsını yüceltme, yayma

îmâ : işaret
istibdad-ı mânevî : mânevî baskı
istibdat : baskı, zulüm

ittifak : birleşme, birlik
ittihad : birleşme, birlik
İttihâd-ı İslâm : İslâm birliği
İttihad-ı Muhammedî : “Muhammedî birlik” anlamına gelen ve 5 Nisan 1909’da İstanbul’da kurulan bir cemiyet
kâlû belâdan (beri) : ruhların ilk yaratıldığı andan beri (Ruhlar, yaratıldıktan sonra Allah onlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sorar. Onlar da “kalû belâ”; evet, Sen bizim Rabbimizsin cevabını verirler.)
kanunda inhisar-ı kuvvet: gücü sadece kanunlara münhasır kılmak, güç ve kuvvetin sadece kanunların eline verilmesi

mabeyn : ara, araları
mâni-i herkemâl : her türlü mükemmelliğe, gelişmeye engel
mârifet-i tam : tam mânâsıyla bilmek

medaris : medreseler, din eğitimi ve öğretimi yapan okullar
medeniyet-i âm : genel medeniyet

mesacid : mescitler
mesail-i şeriat : şeriata ait meseleler
meşrûtiyet : başında hükümdar bulunmakla birlikte, yasama yetkisi kısmen meclis tarafından kullanılan, kısmen de olsa kuvvetler ayrılığına dayanan idare şekli
meşveret : işlerin istişâre (danışıp görüşme) yoluyla halledilmesi; meclis

muhit : çevre, etraf
mukaddemat : öncüller; mukaddimeler, önsözler
muvahhid : Allah’ın birliğine inanan
mükellef : yükümlü

münezzeh : arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
münşaib : kollara, şubelere ayrılan
müntesibîn : intisap edenler, bağlı olanlar
müstağni : tenezzül etmeyen, gerekli bulmayan
mütaliîn : okuyucular, mütalâa edenler
müteveccihen : yönelmiş olarak
müttehid : birleşmiş, bir ve beraber olan

nizamname : tüzük; herhangi bir müessesenin tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri gösteren maddelerin hepsi
peymân : yemin, and, kasem
rabt : bağlamak, bitiştirmek, birşeye bağlamak, nizam vermek
riya : gösteriş
sadâ-yı hakikat : hakikatın sesi
Sünen-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, ahlâkı ve yaşayış tarzı
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şeriat-ı garrâ : büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet
şimal : kuzey

tarîk-i Muhammedî : Peygamber yolu, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yolu, sünneti
teessüs etme : kurulma, yerleşme
terakki etme : ilerleme, yükselme
tevhid : herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve buna inanma

tevhid-i İlâhî : Allah’ın birliği
tevzi olunma : dağıtılma

umum : bütün, genel
yadigâr : hediye, armağan
yeis : ümitsizlik
zevâyâ : zaviyeler; İslâm kültüründe tekkelerin şubeleri gibi çalışmalar sürdüren zikir ve ibadet mekânları



--
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ 6.1.SADÂ-YI HAKİKAT
27 Mart 1909
Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi îmâ eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhîdir. Peymân ve yemini de imandır. Encümen ve cemiyetleri, mesacid ve medaris ve zevâyâdır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnamesi, Sünen-i Ahmediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). Kanunu, evâmir ve nevâhî-i şer’iyedir. Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir.

İhfâ ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknâdır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan İttihad-ı İslâmın efkâr ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

جُمْلَه شِيرَانِ جِهَانْ بَسْتَئِه اِينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْحِيلَه جِه سَانْ بِكُسَلَدْ اِينْ سِلْسِلَه رَا[SUP]1[/SUP]

Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki:

Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrâsı da bir kısım ehl i medrese olmalı. Ta gıll ü gıştan tasaffi etsin.

Zira, bulanıklığıyla başka mecrâdan taaffün ile gelmiş. Ve atâlet bataklığından neş’et ve istibdat sümumu ile teneffüs eden ve zulüm tazyikiyle ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksü’l-âmel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.
(Vesselâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ)

Said Nursî
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : Cihanın bütün arslanlarının bağlandıkları bir zinciri hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?

Lügatler :
abdullah : Allah’ın kulu
aksü’l-âmel : tepki, tepkime, reaksiyon
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
arz etme : saygıyla bildirme, sunma
atâlet : hareketsizlik, tembellik

azîm : büyük, yüce
bahr-i umman : Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin
bahusus : özellikle
bu zaman ehli : bu zamanda yaşayanlar; çağdaşlar
cehalet : cahillik

cihet-i vahdet : birlik yönü
desti : testi
dûş-u himmet : himmet omuzu, güçlü himmet
ecnebî : yabancı
efkâr : fikirler, düşünceler
efkâr-ı umumiye : genel halka ait görüşler, düşünceler; kamuoyu
ehl-i medrese : medresede ilim tahsil edenler
emr-i vicdanî : vicdanî emir

encümen : meclis
evâmir ve nevâhî-i şer'iye : şeriatın bildirdiği emir ve yasaklar
farz : Allah’ın kesin emirleri
fihriste-i makasıd : maksatların anlatıldığı liste
gayr-ı müslim : Müslüman olmayan
gıll ü gış : düşmanlık ve aldatma, kin ve hile
hâhiş : istek, arzu

hakikat : asıl, gerçek
hariç : dış

havale etme : gönderme
havf : korku
hevâ : faydasız ve gelip geçici arzular
husumet : düşmanlık

hüdâ : hidayet, doğru yol
ihfâ : gizleme
ihtizaza getirmek : titretmek, harekete geçirmek
iknâ : razı etme, inandırma

îmâ : işaret
istibdad : baskı ve zulüm
ittifak : birleşme, birlik
ittihad : birleşme, birlik
İttihâd-ı İslâm : İslâm birliği
İttihad-ı Muhammedî : “Muhammedî birlik” anlamına gelen ve 5 Nisan 1909’da İstanbul’da kurulan bir cemiyet
lâubali : saygısız, pervasız
maarif-i cedide : yeni bilimler

mabeyn : ara, araları
mahbup : sevilen

mâni-i herkemâl : her türlü mükemmelliğe, gelişmeye engel
meabid-i İslâmiye : İslâm mabetleri
mecrâ : kaynak

medaris : medreseler, din eğitimi ve öğretimi yapan okullar
merakiz : merkezler
merbut : bağlı

mesacid : mescitler
mesail-i şeriat : şeriata ait meseleler
mesleksizlik : belli bir fikri, tarzı olmama
meşreb : hareket tarzı, metod

meşrutiyet : başında hükümdar bulunmakla birlikte, yasama yetkisi kısmen meclis tarafından kullanılan, kısmen de olsa kuvvetler ayrılığına dayanan idare şekli
misfat-ı şeriat : şeriatın süzgeci
muhavvel : havale edilmiş, yüklenmiş

muhit : çevre, etraf
mukaddemat : öncüller; mukaddimeler, önsözler
munsif : insaf eden, insaflı

münezzeh : arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
münşaib : kollara, şubelere ayrılan
müntesibîn : intisap edenler, bağlı olanlar
müstağni : tenezzül etmeyen, gerekli bulmayan
mütaliîn : okuyucular, mütalâa edenler
müteaffin : kokuşmuş
neş'et : doğma, kaynaklanma
neşretmek : yayımlamak
nifak : münafıklık, ikiyüzlülük

nizamname : tüzük; herhangi bir müessesenin tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri gösteren maddelerin hepsi
peymân : yemin, and, kasem
rabt : bağlamak, bitiştirmek, birşeye bağlamak, nizam vermek
riya : gösteriş

sadâ-yı hakikat : hakikatın sesi
silsile-i nuranî : nurlu halka, zincir
sümum : zehirler

Sünen-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, ahlâkı ve yaşayış tarzı
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
taaffün : bozulma, çürüme
tahkik : doğruluğunu araştırma

tarîk-i Muhammedî : Peygamber yolu, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yolu, sünneti
tarîk-i terakki : ilerleme yolu
tasaffi : arınma, temizlenme
tazyik : baskı
teneffüs : nefes alma, rahatlama

tevhid-i İlâhî : Allah’ın birliği
ulvî : yüce, büyük

umum : bütün, genel
vesselâmü alâ meni't-tebea'l-hüdâ : selâm Hüdâ’ya tâbi olanlar üzerine olsun

yadigâr : hediye, armağan
yeis : ümitsizlik
zahiren : dış görünüş itibariyle
zaruret : ihtiyaç, fakirlik, son derece yoksulluk, çaresizlik

zevâyâ : zaviyeler; İslâm kültüründe tekkelerin şubeleri gibi çalışmalar sürdüren zikir ve ibadet mekânları
zira : çünkü


 
Üst