OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.7.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.
Öyle ise, zîşuurlardan birisini tayin edip onunla o rububiyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san’atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makàsıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muammâ-i rububiyeti mânâsız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san’at faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.
Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor. Ve şu vezâife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise, o Zât, doğrudan doğruya, bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte, Mirac dahi bu hakikati ifade ediyor.
Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı, mezkûr maksatlar gibi çok azîm makàsıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî rububiyeti bütün dekaikiyle, şu azîm saltanat-ı Ulûhiyeti bütün hakaikiyle görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak o insanla konuşacaktır, makàsıdını bildirecektir.
Lügatler :
abes
: anlamsız, gayesiz
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
bilfiil : fiilen, uygulamada
dekaik : incelikler
dellâl : ilan edici, duyurucu
derc etmek : yerleştirmek
elhasıl : özetle, sonuç olarak
elyak : en layık
enzâr : bakışlar, dikkatler
fevkinde : üstünde
fevkine : üstüne
hakaik : gerçekler, doğrular
hakikat : gerçek, doğru
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
iktiza : gerektirme
izhar etmek : göstermek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlât : mükemmellikler, üstünlükler
kurb-u huzur : Allah’ın yüce huzuruna yakınlık
küllî : genel, kapsamlı
mahlûkat : yaratıklar
makàsıd : maksatlar, istekler, gayeler
maksat : gaye, hedef
marziyât : Allah’ın rızasına vesile olan iş ve hareketler
mehâsin-i san’at : sanat güzellikleri
mevcudat : varlıklar
mezkûr : sözü geçen, anılan
muallim : öğretmen
muammâ-i rububiyet : rububiyetin sırrı, gizemi
mübelliğ : tebliğ edici, elçi
müşerref etmek : şereflendirmek
neşretme : yayma
nev’i : tür, cins
nur-u İslâmiyet : İslâmiyet nuru
sair : diğer
saltanat-ı Ulûhiyet : ortak kabul etmeyen İlâhî saltanat
suret : şekil, biçim
şahid-i âdil ve sadık : adâletli ve doğru sözlü şâhit
tayin : görevlendirme
tebliğ etmek : bildirmek
temâşâ : seyretme, hoşlanarak bakma
tertip : düzenleme
teşhir : sergileme
teşkil : oluşturma
tezyin : süsleme
tılsım : sır, gizli gerçek
ulvî : yüce
umumî : genel
vezâif : vazifeler, görevler
zîşuur : şuurlu, bilinçli[/TD]
[/TR]
[/TABLE]
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.8.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
[SUP]
[/SUP]
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.9.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.10.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.11.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.12.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.13.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
--
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.1.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.2.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.3.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.4.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
[SUP]
[/SUP]
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.5.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.6.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
[SUP]
[/SUP]
--
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.7.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.8.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
--
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.9.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.10.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.11.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İKİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.13.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ MÜŞKÜLÜN
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.1.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.2.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
İKİNCİ MEYVE
Sâni-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin -başta namaz olarak- esasatını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir velînimetini yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur.
Temenni eder ki, “Keşke bir vasıta-i muhabere olsaydı, doğrudan doğruya o zâtla konuşsaydım. Benden ne istiyor, anlasaydım. Benden, onun hoşuna gideni bilseydim” der. Acaba, bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât Onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını, doğrudan doğruya, Mirac semeresi olarak, hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.[SUP]1[/SUP]
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki, biri gidip dönüp haber verse! Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü’l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder; küre-i arz pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder.
İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekàda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte, beşer bu zâtı kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: bk. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensar 42; Müslim, Îman 279, Müsâfirîn 253; Tirmizî, Tefsîru Sûre (53)1; Nesâî, Salât 1, İftitâh 25; Müsned 1:387, 422.
[SUP] Lügatler :
[/SUP] arzukeş
: arzulu, istekli
beşer : insan
cemâl : güzellik
Cennet-i bâkiye : devamlı ve kalıcı olan Cennet
cihet : yön
esasat : esaslar, temel prensipler
habib : sevgili
hadsiz : sınırsız
hahişger : istekli
Hâkim-i Ezel ve Ebed : egemenliği zaman öncesinden sonsuza kadar devam eden Allah
hakkalyakin : bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme
hayretkâr : hayran olan
ihsan : bağış, iyilik
ins : insanlar
kabza-i tasarruf : emri altında bulundurma
kamer : ay
kemâlât : mükemmellikler, kusursuzluklar
küre-i arz : yerküre, dünya
Mâlikü’l-Mülk : bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah
Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl : bütün mülkün gerçek sahibi, heybet, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah
marziyât : Allah’ın razı olduğu şeyler
marziyât-ı Rabbâniye : Rab olan Allah’ın razı olduğu şeyler
mazhar : erişen, nâil olan
merak-âver : merak verici, düşündürücü
mevcudat : varlıklar
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
misafir-i aziz : aziz ve şerefli misafir
muhsin : bağış ve iyilikte bulunan
mumdar : ışık veren
namzet : aday
nihayetsiz : sonsuz
nisbeten : kıyasla, oranla
pervaz etmek : uçmak
Rabbü’l-Âlemin : âlemlerin Rabbi; bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah
saadet-âver : mutluluk verici
Sahib-i Kâinat : evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah
Sâni-i Mevcudat : bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah
semere : meyve
Sultan-ı Ezel ve Ebed : varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah
suret-i hakikî : gerçek görünüş
sürur : mutluluk, sevinç
şems : güneş
şevk : şiddetli arzu ve istek
tarif etmek : anlatmak
temenni etme : dileme, isteme
vasıta-i muhabere : haberleşme aracı
velînimet : nimeti veren
zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti[SUP]
[/SUP] --
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.3.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ MEYVE
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.4.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.5.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.6.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
Lügatler :
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun
âmin : Allahım kabul eyle
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
dağidar : üzüntülü, kederli
hadisat : hadiseler, olaylar
hamd : şükür ve övgü
harekât-ı zerrât : atomların hareketleri
ilhad : dinsizlik, inkâr
istikbal : gelecek
kemâl-i iman : tam ve mükemmel iman
kerîm : cömertlik ve ikram sahibi
makam-ı istimâ : dinleme makamı
marziyât-ı İlâhiye : Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler
mazhar : erişme, nail olma
mevcudat : varlıklar
nazar-ı dalâlet : inançsızlık bakışı
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sahrâ-yı kebir : büyük çöl
semere-i Mirac : Mirac meyvesi
seyl-i zaman : zamanın seli, akışı
şefaat : af için aracılık
tahrik : harekete geçirme
tevhid : birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
zulümat : karanlıklar
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.1.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)
Lügatler :
adem-i vuku : olayın meydana gelmemesi
âlem : dünya
beyan : açıklama
cemaat : topluluk
cemaat-i kesire : büyük ve kalabalık topluluk
dâvâ-yı nübüvvet : peygamberlik iddiası
dehşetli : korkunç
eâzım-ı muhakkikîn : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen büyük âlimler
ekser : çoğunluk
esbab : sebepler
etraf-ı âlem : dünyanın her tarafı
evham : kuruntular, şüpheler
evhâm-ı fâside : asılsız, boş kuruntular
Fahr-i Âlem : bütün varlık âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)
feylesof : felsefeci
hadise : olay
hakikat : gerçek, doğru
hâşâ : asla, kesinlikle öyle değil
hususî : özel
ihbar : haber verme
ihtilâf-ı metâli : Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu
inhisâf : ay tutulması; gözden düşürme, perdeleme
inkâr : kabul etmeme, inanmama
inşikak : bölünme, yarılma
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
iptal-i dâvâ : iddiâyı çürütme
ittifak : birleşme
kâfi : yeterli
kamer : ay
kat’î : kesin
kizb : yalan
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küffar : kâfirler
malûm : bilinen
mâni : engel
menkul : nakledilen, anlatılan
mesâil : meseleler
mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mu’cize-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in mu’cizesi
mufarakat-i Ahmediye : Hz. Peygamberden ayrılma
muhakemesiz : değerlendiremeyen, akıl yürütemeyen
muhal : imkânsız
mukallit : taklitçi
münasebettar : ilişkili, bağlantılı
mütevatir/tevatür : çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
rüyet : görme
sair : diğer
semâ : gök
serrişte : ipucu, tutamak, bahane
siyer : Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim, İslâm tarihi
şakk-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
şedit : şiddetli
şuhudî : açıkça, gözle görür derecede
taammüm : yayılma, genelleşme
tarassudât-ı semâviye : gökyüzünü gözetlemeler
tarih-i beşer : insanlık tarihi
tekzib : yalanlama
teşkikât-ı vehmiye : vehmî ve asılsız şüpheler, tereddütler
umum : bütün
vak’a : olay
vaki : olmuş, meydana gelmiş
vakt-i gaflet : dalgınlık vakti, uyku anı
vuku bulmak : meydana gelmek
vücud : varlık
Yetim-i Ebu Talib : Ebu Talib’in Yetimi
zemin : yer
zeyl : ilâve, ek
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.3.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ(DEVAMI)
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)(DEVAMI)
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.4.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ(DEVAMI)
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)(DEVAMI)
Elhasıl: Şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı, kat’î ispat edildi. Şimdi, vukuuna delâlet eden çok burhanlarından altısına [SUP]HAŞİYE[/SUP] işaret ederiz.
Şöyle ki: Ehl-i adalet olan Sahabelerin, vukuuna icmâı; ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin [SUP]1[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı;[SUP]2[/SUP] ve ehl-i rivâyet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi;[SUP]3[/SUP] ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti; ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemanın tasdiki; ve nass-ı kat’î ile, dalâlet üzerine icmâları vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin[SUP]4[/SUP] o vak’ayı telâkki-i bilkabul etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri ispat eder.
Elhasıl, buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi; hakikat ise diyor ki:
Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu’cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti.
Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.
عَلَيْهِوَعَلٰۤىاٰلِهِالصَّلاَةُوَالتَّسْلِيمَاتُمِْلأَاْلاَرْضِوَالسَّمٰوَاتِ [SUP]5[/SUP]
سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَاۤاِلاَّمَاعَلَّمْتَنَاۤاِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ [SUP]6[/SUP]
اَللّٰهُمَّبِحَقِّمَنِانْشَقَّالْقَمَرُبِاِشَارَتِهِاجْعَلْقَلْبِىوَقُلوُبَطَلَبَةِرَسَاۤئِلِالنُّورِالصَّادِقِينَكَالْقَمَرِفِىمُقَابَلَةِشَمْسِالْقُرْاٰنِاٰمِينَاٰمِينَ[SUP]7[/SUP]
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP]: Yani, altı defa icmâ suretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maatteessüf kısa kalmıştır.
[SUP]1[/SUP]: “Ve Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.
[SUP]2[/SUP]: bk. el-Vâhidî, el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz 1:370; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 2784-87; el-Kurtubî, el Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126-127; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr 7:672.
[SUP]3[/SUP]: bk. Abdullah İbni Mes’ud tariki; Buhârî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn 44-45; Tirmizî, Tefsîr 54. Abdullah İbni Ömer tariki; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 45. Tirmizî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Abdullah İbni Abbas tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Enes İbni Malik tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Tefsîr (54) 1, Menâkıbu’l-Ensâr 36; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre 54; Huzeyfe İbnu’l-Yeman tariki; et-Taberî, Câmiü’l-Beyân 27:51; Abdurrezzak, el-Musannef 3:193-194; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:280-281. Cübeyr İbni Mut’im tariki; Tirmizî Tefsîru Sûre 54; Müsned 4:82; İbni Hibban, es-Sahih 14:422.
[SUP]4[/SUP]: bk. Ebû Dâvûd, Fiten ve Melâhim 1;Tirmizî, Fiten 7; İbni Mâce, Fiten 7.
[SUP]5[/SUP]: Ona ve âline, yer ve gökler dolusunca salât ve selâm olsun.
[SUP]6[/SUP]: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Suresi, 2:32.
[SUP]7[/SUP]: Allahım! Bir işaretiyle ay parçalanan zâtın hürmetine, benim kalbimi ve Risale-i Nur’un sadık talebelerinin kalblerini, Kur’ân güneşine mukabil bir ay hükmüne getir. Âmin, âmin.
Lügatler :
âlem-i ulvî : yüce âlem
arz : yer, dünya
cenah : kanat
cism-i arzî : dünyaya ait cisim, beden
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
ehl-i adalet : adaletle davranan kimseler
ehl-i arz : yer ehli, dünyalılar
ehl-i semâvat : gök ehli, melekler ve ruhanîler
ehl-i tahkik : gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
elhasıl : özetle, sonuç olarak
evc-i kemâlât : mükemmelliklerin en üst derecesi
evliya : veliler
hakikat : gerçek
hasm : düşman
Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet : peygamberlik meclisinin mührü olan Peygamberimiz
icmâ : fikir birliği, birleşme
ilm-i kelâm : iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı
ilzam : susturma, cevap veremez hale getirme
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
ittifak : birleşme, birlik
Kab-ı Kavseyn : Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda Cenâb-ı Hakla bu makamda bizzat görüşmüştür
kamer : ay
kamer-i münîr : nurlandıran ve aydınlatan ay
keramet-i uzmâ : en büyük keramet
mahbubiyet : sevgili olma; Allah’ın muhabbetine erişme
medar-ı fahr : övünç kaynağı
meslek : usül, metod
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mu’cize-i kübrâ : en büyük mu’cize
muhaddisîn : hadis ilmiyle uğraşan âlimler
muhtelif : çeşitli
müfessir : Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden, yorumlayan kimse
mütebahhir : ilmi derin olan
nam : ad
nass-ı kat’î : Kur’ân ve Hadis’in hükmüyle kesinlik kazanan hususlar
nuranî : nurlu, parlak
risalet : peygamberlik
rüçhaniyet : üstünlük
Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
sekene : sâkinler, ikâmet edenler
semâ : gök
semâvat : gökler
semâ-yı risalet : peygamberlik semâsı, göğü
senet : hadis naklinde Hz. Peygambere varıncaya kadar uzanan isimler zinciri
sıddıkîn : daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar
şehadet : şahitlik, tanıklık
tahkik : doğruluğunu araştırma
tarik : yol
tasdik : doğrulama, onaylama
tefsir : Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu
telâkki-i bilkabul : kabul ile karşılama
ubûdiyet : kulluk
ulema : âlimler
umum : bütün
ümmet-i Muhammediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar
vak’a : olay
velâyet : velilik
vuku : olma, meydana gelme
zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti
ziyadar : ışıklı, parlak
Muhterem Kardeşlerim...
41 gündür sürdürdüğümüz Risale-i Nur Külliyatının 31.Sözü olan Miraç Risalesini ve bu vesileyle 13.Müstakil Risale-i Nur eserini tamamlamış durumdayız Elhamdülillah...
Ekteki dosyada bu 41 günlük paylaşımı lugatli word belge olarak bulabilirsiniz.Yine bu Miraç risalesini web üzerinden lugatli olarak okumak isterseniz
Sorularla Risale | Risale-i Nur Külliyatı | Otuz Birinci Söz
Yine web üzerinden açıklamalı olarak incelemek isterseniz
Sorularla Risale | Ana Sayfa
mp3 ses dosyası olarak İhsan Atasoy hocamızın okuyuşuyla dinlemek isterseniz
https://skydrive.live.com/?cid=C21EAF44793B76B7&id=C21EAF44793B76B7!140&sc=documents
görüntülü ders olarak izlemek isterseniz
http://www.nurpenceresi.com/index.php?oku=1585
Nur Penceresi » Mi'rac Risalesi Dersleri
linklerinden faydalanabilirsiniz....
Allah miracın ruhunu kavrayan ve namaz-âmenerrasulü ayetleri-şirk dışında her günahın samimi tevbeyle affedilebileceği hediyelerinden nasiplenen kullarından olmayı cümlemize nasip etsin...
Selam ve dua ile...
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.7.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.
Öyle ise, zîşuurlardan birisini tayin edip onunla o rububiyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san’atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makàsıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muammâ-i rububiyeti mânâsız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san’at faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.
Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor. Ve şu vezâife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise, o Zât, doğrudan doğruya, bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte, Mirac dahi bu hakikati ifade ediyor.
Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı, mezkûr maksatlar gibi çok azîm makàsıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî rububiyeti bütün dekaikiyle, şu azîm saltanat-ı Ulûhiyeti bütün hakaikiyle görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak o insanla konuşacaktır, makàsıdını bildirecektir.
Lügatler :
abes
: anlamsız, gayesiz
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
bilfiil : fiilen, uygulamada
dekaik : incelikler
dellâl : ilan edici, duyurucu
derc etmek : yerleştirmek
elhasıl : özetle, sonuç olarak
elyak : en layık
enzâr : bakışlar, dikkatler
fevkinde : üstünde
fevkine : üstüne
hakaik : gerçekler, doğrular
hakikat : gerçek, doğru
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
iktiza : gerektirme
izhar etmek : göstermek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlât : mükemmellikler, üstünlükler
kurb-u huzur : Allah’ın yüce huzuruna yakınlık
küllî : genel, kapsamlı
mahlûkat : yaratıklar
makàsıd : maksatlar, istekler, gayeler
maksat : gaye, hedef
marziyât : Allah’ın rızasına vesile olan iş ve hareketler
mehâsin-i san’at : sanat güzellikleri
mevcudat : varlıklar
mezkûr : sözü geçen, anılan
muallim : öğretmen
muammâ-i rububiyet : rububiyetin sırrı, gizemi
mübelliğ : tebliğ edici, elçi
müşerref etmek : şereflendirmek
neşretme : yayma
nev’i : tür, cins
nur-u İslâmiyet : İslâmiyet nuru
sair : diğer
saltanat-ı Ulûhiyet : ortak kabul etmeyen İlâhî saltanat
suret : şekil, biçim
şahid-i âdil ve sadık : adâletli ve doğru sözlü şâhit
tayin : görevlendirme
tebliğ etmek : bildirmek
temâşâ : seyretme, hoşlanarak bakma
tertip : düzenleme
teşhir : sergileme
teşkil : oluşturma
tezyin : süsleme
tılsım : sır, gizli gerçek
ulvî : yüce
umumî : genel
vezâif : vazifeler, görevler
zîşuur : şuurlu, bilinçli[/TD]
[/TR]
[/TABLE]
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.8.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette, o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazifeyle muvazzaf olacaklar, tâ iki cihetle münasebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun. Şimdi, madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makàsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve rububiyetin mehâsin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûkü olacaktır ki, cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir Miracı olacaktır. Yetmiş bin perde [SUP]1[/SUP] tabir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef’âl ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı merâtip edecektir. İşte Mirac budur. Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki, “Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat’ edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?” Biz de deriz ki: Cenâb-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır.2 Fakat herşey Ondan nihayetsiz uzaktır.3 Nasıl ki, güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki, âyine-misal senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın; hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen, kamer makamına gelip doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : 1 : bk. et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr 6:148; el-Asbahânî, el-Azamet 2:671, 681; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:212; ed-Deylemî, el-Müsned 2:221. 2 : bk. Kaf Sûresi, 5016; Vâkıa Sûresi, 56:85. 3 : bk. En’âm Sûresi, 6:103. | [SUP] Lügatler : [/SUP] Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âyine : ayna âyine-misal : ayna gibi berzah-ı esmâ : Allah’ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah cihet : yön, şekil cismanî : maddî yapısı olan cüz’iyet : ferdîlik dellâllık : ilan edicilik, duyuruculuk efrad-ı insaniye : insan fertleri efrad-ı mahsus : özel ve seçilmiş fertler, kişiler Hâkim : herşeyi hükmü altında tutup idare eden ve yargılayan ve herşeye galip olan Allah hilkat : yaratılış hitab : konuşma kâinat : evren, yaratılmış herşey kamer : ay kat etme : aşma, yol alma kat’-ı merâtip : mertebeleri aşma, yükselme keşfetmek : gizli bir şeyi ortaya çıkarmak küllî : genel ve kapsamlı makam-ı küllîye : genele bakan kapsamlı makam makàsıd : maksatlar, gayeler mazhar : erişme, nail olma mehâsin-i saltanat : saltanatın güzellikleri Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk muallim : öğretmen muammâ : anlaşılması zor sır muvazzaf : görevli münasebet : bağlantı, ilişki müstemi’ : dinleyici nihayetsiz : sonsuz Sâni : herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah seyr ü seyahat : yolculuk seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk suret : şekil, biçim süfliyet : alçaklık, aşağılık şuur : bilinç, idrak tabakat-ı mevcudat : varlık tabakaları tabir : ifade, adlandırma tasarruf : dilediği gibi kullanma, yönetme tecellî-i sıfât ve ef’âl : Allah’ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi tecerrüd : sıyrılma terakki : yükselme, ilerleme tılsım : sır, gizli gerçek ulvî : yüce |
[/SUP]
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.9.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl herşeye herşeyden daha yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız, bütün mevcudatı kat’ edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin merâtibinde git gide binler hicaplardan geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok merâtibi kat’ eder, sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur. Hem meselâ, bir nefer, kumandan-ı âzamın şahs-ı mânevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını, onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümune ile, gayet uzak bir mesafede, mânevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakikî onun şahs-ı mânevîsiyle kurbiyet ise, mülâzımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki, kumandan-ı âzam, emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle sureten olduğu gibi mânen de kumandan ise bizzat zâtıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat On Altıncı Sözde gayet kat’î bir surette ispat edildiğinden, ona iktifâen burada kısa kesiyoruz. Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, “Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?” Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve birşey göstermek elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki: Feza-yı ulvî, bil’ittifak, esir ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyâlât-ı lâtife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedâhe gösterdiği gibi, şu yıldızlar dahi, bizzarure, menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu aklın gözüne sokuyorlar. Madem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var; muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşeleri olan semâvât muhteliftir. | Lügatler : ahkâm : hükümler âlem-i ulvî : yüce âlem âyinedarlık : aynalık bil’ittifak : ittifakla, söz birliğiyle bilbedâhe : ap açık bir şekilde bizzarure : zorunlu olarak cüz’iyet : ferdîlik çimengâh : çimenlik yer delâlet : delil olma, işaret etme esir : bütün kâinatı kapladığına inanılan madde feza : uzay feza-yı ulvî : uzay, gökyüzü hak : doğru, gerçek hakikat : gerçek hakikî : gerçek hararet : sıcaklık hicap : perde hüküm : karar iktifâen : yetinerek, yeterli görerek inkâr : kabul etmeme, inanmama kat etme : aşma, yol alma kat’î : kesin kumandan-ı âzam : en büyük kumandan kurbiyet : yakınlık, yüksek makama yakınlaşma külliyet : türler ve cinsler gibi topluluklar melâike : melekler menşe : kaynak, esas merâtib : mertebeler, dereceler merâtib-i külliye : büyük ve kapsamlı mertebeler mevcudat : varlıklar muhit : kapsayıcı, kuşatıcı muhtelif : çeşitli mukabele : karşı mülâzımlık : teğmenlik müşerref : şereflenme müşkül : zor nazar : bakış nefer : asker, er nevi : tür, çeşit nihayetsiz : sonsuz nümune : örnek sair : diğer semâvât : gökler seyyâlât-ı lâtife : akıcı ve şeffaf varlıklar suret : şekil, biçim sureten : şeklen, görünüşte şahs-ı mânevî : mânevî kişilik Şems-i Ezel ve Ebed : Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır teşkilât : yapı, kuruluş vücud : varlık Zât-ı Zülcelâl : sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Zât, Allah ziya : ışık |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.10.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar da var. Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer semâsı vardır. Hem melâike için deriz ki: Seyyârât içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz, mevcudat içinde en kıymettar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler, zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifül’ecnas olan melâike ve ruhanîlerin meskenleridir. Pek kat’î bir surette, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, [SUP]1[/SUP] ثُمَّاسْتَوٰىۤاِلَىالسَّمَاۤءِفَسَوّٰيهُنَّسَبْعَسَمٰوَاتٍâyetinde, semâvâtın hem vücudu, hem taaddüdü ispat edildiğinden; ve melâike hakkında Yirmi Dokuzuncu Sözde, iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melâikelerin vücudunu ispat ettiğimizden, onlara iktifâen burada kısa kesiyoruz. Elhasıl: Esirden yapılmış, elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyâlât-ı lâtifenin medarı olmuş ve hadiste 2 اَلسَّمَاۤءُمَوْجٌمَكْفُوفٌişaretiyle seyyârât ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen mecerretü’s-semâdan, tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i arzdan tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semânın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : 1 : “Sonra da iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti.” Bakara Sûresi, 2:29. 2 : “Sema, dalgaları karar kılmış bir denizdir.” Tirmizi, Tefsîru Sûreti’l-Hadîd: 1; Müsned, 2:370. | [SUP] Lügatler : [/SUP] âlem : kâinat, evren âlem-i âhiret : âhiret âlemi âlem-i arz : dünya âlemi arz : dünya cazibe : çekim gücü elhasıl : özetle, sonuç olarak esir : kâinatı kapladığına inanılan madde hane : ev hararet : sıcaklık, ısı harekât : hareketler hikmeten : hikmet gereği iktifâen : yetinerek, yeterli görerek iktiza : gerektirme insan-ı ekber : en büyük insan kâinat : evren, yaratılmış herşey kasır : saray kat’î : kesin, şüphesiz kat’iyet : kesinlik kesif : yoğun, katı, saydam olmayan kesretli : çok kıymettar : kıymetli, değerli küre-i arz : yerküre, dünya mecerretü’s semâ : samanyolu medar : dayanak, eksen melâike : melekler mesken : yer, mekân mevcudat : varlıklar muhtelif : çeşitli muhtelifül’ecnas : değişik cinsler, türler mutavassıt : orta derecede mülhid : dinsiz müşkülât : zorluklar müzeyyen : süslenmiş nam : ad nisbeten : oranla, kıyasla nuranî : nurlu nücum : yıldızlar ruhanî : maddî yapısı olmayan manevî varlık semâ : gök semâvât : gökler seyyâlât-ı lâtife : akıcı ve şeffaf varlıklar seyyarat : gezegenler seyyare : gezegen suret : şekil, biçim şecere : ağaç şuur : bilinç, idrak taaddüd : çokluk zîşuur : şuurlu, bilinçli ziya : ışık |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.11.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin, “Bin müşkülâtla tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder, gider, gelir?” Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser; takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat’ ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile, Mevlevî gibi, etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahmân ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı berk gibi Arş-ı Rahmân’a çıkaramaz mı? Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, “Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter.” Biz de deriz ki: Madem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin destgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş. Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette, hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem Cennette cisim ruh ile beraber gider. Elbette, Cennetü’l-Me’vâ gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâya urûc eden[SUP]1[/SUP] zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi ayn-ı hikmettir. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP] : bk. Necm Sûresi, 53:14 | Lügatler : a’mâl-i beşeriye : insanların yaptığı iş ve hareketler âlâm : elemler, acılar âlât : âletler, organlar âlem : dünya âlem-i mubsarât : görünen varlıklar âlemi Arş : göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli etttiği yer Arş-ı Rahmân : bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah’ın tasarruf dairesi, makamı arz : dünya âyât : âyetler, deliller âyât-ı acibe : hayret verici deliller berk : şimşek cazibe : çekim gücü cazibe-i rahmet-i Rahmân : rahmeti her şeyi kuşatan Cenâb-ı Allah’ın merhametinin çekiciliği Cennetü’l-Me’vâ : Cennetin üçüncü katının ismi cesed-i mübarek : mübarek ceset cihâzât : cihazlar, donanım cism-i arz : dünya cism-i insan : insan bedeni cism-i mübarek : Peygamberimizin mübarek cismi, bedeni destgâh : tezgâh fen : bilim harekât : hareketler hareket-i seneviye : yıllık hareket hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması hikmet-i İlâhiye : İlâhî hikmet incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel : Ezel Güneşi olan Cenâb-ı Allah’ın sevgisinin çekiciliği, cazibesi irâe etmek : göstermek Kadîr-i Zülcelâl : kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah kanun-u Rabbânî : Allah’ın kanunu kat’ etme : aşma, yol alma lezâiz : lezzetler medar : dayanak, sebep, vesile menba : kaynak mesmuat âlemi : işitilen ve duyulan varlıklar âlemi Mevlevî : Mevlevîlik tarikatına mensup kimse muktaza-yı akıl ve hikmet : aklın ve hikmetin gereği muntazam : düzenli, intizamlı mülk ve melekût : Allah’ın sahip olduğu ve hükmettiği görünen ve görünmeyen âlemler netâic-i uhreviye : âhiretteki neticeler Sâni-i Zülcelâl : herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah Sidretü’l-Müntehâ : yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimizin (a.s.m.) ulaştığı en son makam uruc : yükselme velî : Allah dostu |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.12.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Yine hatıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhaldir.” Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, uruçta sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bazı olur ki, bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vahid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki: O saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vahidde müşahede ettikleri eşya, saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, herekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. | Lügatler : âlem : dünya arz : dünya âşire : tasiânın altmışta biri ayn-ı hikmet : hikmetin ta kendisi azîm : çok büyük cesed-i mübarek : mübarek ceset eşya : şeyler, varlıklar faraza : varsayalım ki farz etmek : varsaymak fennen : bilimsel olarak hâkezâ : böylece, bunun gibi hâlât : haller, durumlar hâmise : râbianın altmışta biri harekât : hareketler ibre : iğne, gösterge kat’ etmek : aşmak, yol almak kelimât : kelimeler lâtif : cismanî olmayan, ruhla ilgili malûm : bilinen mânâ : anlam maruz : uğrama, tesirinde kalma medar-ı senevî : dünyanın güneş etrafında dönerken bir sene içinde çizdiği yörünge meşhudatça : gözlemce mikyas : ölçek muhal : imkansız muhalif : aykırı muhtelif : çeşitli muntazam : düzenli, intizamlı müşahede etmek : görmek, gözlemlemek mütefavit : farklı farklı nihayet derecede : sonsuz derece nisbet : oran, ölçü nisbeten : kıyasla, oranla râbia : sâlisenin altmışta biri refakat : arkadaşlık sâbia : sâdisenin altmışta biri sâdise : hâmisenin altmışta biri sâlise : saniyenin altmışta biri sâmine : sâbianın altmışta biri Sâni-i Zülcelâl : herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah saniye : dakikanın altmışta biri savt : ses seyyârât : gezegenler sür’at : hız sür’at-i harekât : hareketlerin hızı tâbi : uyma tâsia : sâminenin altmışta biri temâşâ : seyretme temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji tezahür : görünme, ortaya çıkma ulvî : yüce uruç : yükseliş zaman-ı vahid : aynı zaman dilimi zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti ziya : ışık |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.13.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfik-i İlâhîye biner, berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’ edip, acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rüyet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir. Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan birşeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?” Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Miracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nuranî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.[SUP]1[/SUP] Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) seyr ü sülûküne medar bir Miracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP]: bk. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 19; Dârimî, Rikâk 89; el-Hâkim, el-Müstedrek 4:542. | Lügatler : âşire : saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi; tâsiânın altmışta biri berk : şimşek burak-ı tevfik-i İlâhiye : Allah’ın burak gibi hızlı olan başarı ihsanı câri : geçerli, yürürlükte ecsâm-ı nuranî : nurlu cisimler ef’al : fiiller, hareketler ehl-i Cennet : Cennet ehli emsal : benzerler erkân : esaslar, şartlar ferman : emir, buyruk ferş : yer hakikat-i ömr : gerçek ömür harekât : hareketler hükmetmek : karar vermek ibre : iğne, gösterge ihbarat-ı sadıka : içinde yanlış ihtimali bulunmayan doğru haberler imkân : olabilirlik kâinat : evren, yaratılmış herşey kâmil : kemâl ve fazilet sahibi kozmoğrafya : astronomi levn : renk mahşer : haşir meydanı; kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer mazhar : erişme, nail olma melâike : melekler meşhudat : gözlemler, görülen şeyler Mirac : yükseliş, Allah’ın huzuruna çıkmak muayyen : belirlenmiş, kararlaştırılmış mümkün : imkan dahilinde olan, olabilir müşerref olmak : şereflenmek nevi : tür, çeşit Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) rüyet-i cemâl-i İlâhîye : Allah cemâlini görme seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk seyyare : gezegen urûc etmek : yükselmek urûc-u ruhanî : ruhen yükseliş vaki : olma, meydana gelme vazife : görev velî : Allah dostu vuku : olma, meydana gelme zîilim : ilim sahibi zîiman : iman sahibi zîkalb : kalp sahibi, mânevî kalp ehli zînazar : bakış sahibi zîşuur : şuurlu, bilinçli |
--
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.1.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC
Hikmet-i Mirac nedir? Elcevap: Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki: Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miracla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni-i Âlemin, âsârın şehadetiyle, nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin, cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde, câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde, istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir. | Lügatler : âsâr : eserler cemâl-i san’at : sanatın güzelliği ehl-i Cennet : Cennet ehli evliya : veliler, Allah dostları ferd-i mümtaz : seçilmiş kişi fikr-i beşer : insanın fikri hakikat : gerçek mahiyet, esas, içyüz Hâlık : herşeyin yaratıcısı Allah hayt-ı ittisal : bağlayan, birleştiren bağ hikmet-i Mirac : Miracın hikmeti, gayesi ve anlamı ittihaz : edinme, kabullenme lâtif : ince, cismanî olmayan mahbub-u lizâtihî : bizzat sevilen, muhabbete lâyık olan makàsıd-ı İlâhiye : Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler makbul : kabul görmüş; değer ve itibar sahibi makul : akla uygun masnuat : san’at eseri varlıklar medar : dayanak, vesile münasip : uygun müntehâ : en son nokta, sonuç müşahede etmek : gözlemlemek nam : ad nazar : bakış, göz nihayetsiz : sonsuz nur-u vahdet : birlik nuru nümune : örnek, misal reis : başkan Sâni-i Âlem : bütün varlık âlemini sanatlı bir şekilde yaratan Allah seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk suret : şekil, biçim şehadet : şahitlik, tanıklık tarz : şekil, biçim tecellî-i Ehadiyet : Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi tezahür : görünme, ortaya çıkma umum : bütün vaki : olmuş, meydana gelmiş vücut : varlık zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı zîşuur : şuurlu, bilinçli |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.2.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İşte, Sâni-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecellî-i muhabbetin bütün envâını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün envâ-ı cemâlini, ehadiyet sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten, tâ müntehâ olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mirac ile, o ferdin, kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celb etmek ve rüyet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için, kelâmıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmektir. Şimdi, şu hikmet-i âliyeye bakmak için, iki temsil dürbünüyle tarassut edeceğiz. Birinci temsil: On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zîşânın pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın. | Lügatler : âli : yüce âyine : ayna beyan : açıklama câmiiyet : genişlik, kapsamlılık celb etmek : çekmek cemâl : güzellik cevahir : cevherler, kıymetli taşlar envâ-ı cemâl : güzelliğin çeşitleri ferman : emir, buyruk fünun-u acibe : şaşırtıcı ve hayranlık verici ilimler hakaik-i esasiye : temel, esas gerçekler hâlet-i kudsiye : mukaddes hal, durum hayt-ı ittisal : bağlayan, birleştiren bağ hikâye-i temsiliye : kıyaslamalı, analojik hikâye hikmet-i âliye : yüce gaye ıttıla : bilgi sahibi olma ihata : kapsama, kuşatma inkişaf : açığa çıkma, gelişme intişar : yayılma istiab : içine alma, kaplama istidad : kabiliyet, yetenek itibariyle : özelliğiyle kâinat : evren, yaratılmış herşey kelâm : söz, konuşma kemâl : kusursuzluk, mükemmellik kemâlât : mükemmellikler, üstünlükler maharet : beceri, ustalık mahbubiyet : sevgili olma marifet : geniş bilgi ve beceri masnuat : san’at eseri varlıklar mebde-i evvel : ilk başlangıç meşher : sergi mevcudat : varlıklar meyve-i münevver : nurlu meyve müntehâ : en son nokta, sonuç münteşir : yayılmış olan müşerref etmek : şereflendirmek mütecellî : tecellî eden, görünen sultan-ı zîfünun : ilim sahibi sultan sultan-ı zîşan : şan ve şeref sahibi sultan şecere-i hilkat : yaratılış ağacı |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.3.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
Ve şu hikmete binaen, elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en lâtif san’atlarıyla ziynetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekârâneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer, bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra, raiyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yaver-i ekrem yapar, aşağıdaki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder, daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san’atının makinelerini ve destgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kendi kemâlâtını ona bildirir, seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuûna karşı marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. | Lügatler : acaib : şaşırtıcı ve garip şeyler acip : hayret verici, şaşırtıcı âdâb : görgü kuralları ahali : halk âsâr-ı mu’cizekârâne : olağanüstü eserler binaen : dayanarak cemâl ve kemâl-i mânevî : manevî güzellik ve mükemmellik cesîm : çok büyük daire-i hususiyet : özel daire derun : içyüz destgâh : iş yeri dest-i san’at : san’at eli enzâr : bakışlar, dikkatler fünun : fenler, ilimler garibe : hayret verici ve şaşırtıcı şey gayrın nazarı : başkasının bakışı hakaik : gerçek mahiyetler, esaslar, içyüzler haşmet : göz kamaştırıcı büyüklük, görkem hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması hüner : beceri, ustalık izhar etmek : göstermek kasr : saray kemâlât : mükemmellikler, kusursuzluklar marifet : geniş bilgi ve beceri marziyât : hoşa giden, razı olunan şeyler muhteşem : ihtişamlı, görkemli murassâ : değerli taşlarla ve mücevherlerle süslenmiş şeyler murassaât : değerli mücevherlerle süslenmiş şeyler nazar-ı dekaik-âşinâ : inceliklere nüfuz eden bakış nukuş : nakışlar, işlemeler raiyet : halk rumuz : işaretler sâni : sanatkâr sultan-ı zîfünun : ilim sahibi sultan zîşuûn : icraat sahibi |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.4.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
Aynen öyle de, [SUP]1[/SUP]وَِللهِالْمَثَلُاْلاَعْلٰىEzel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desâtiriyle, şu kitab-ı kâinatı zaman-ı Âdem’den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâlin hikmeti iktiza ediyor ki, şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menbalarını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyât-ı İlâhiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyesine bir müfessir gibi, çok vazifelerle tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’ân gibi bir fermanla o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin. İşte, Miracın pek çok hikmetlerinden, şu temsil dürbünüyle bir ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : 1 : “En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60. | [SUP] Lügatler : [/SUP] abes : anlamsız, gayesiz acaib : şaşırtıcı ve garip şeyler âhiret : öteki dünya âlem : dünya, kâinat âlem-i arz : dünya âlemi avâlim-i ulviye : yüce âlemler âyât-ı tekvîniye : yaratılışa ait deliller âyet : delil Celîl-i Zülcemâl : sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve heybet sahibi olan Allah cemâl : güzellik cemâl-i mânevî : mânevî güzellik Cemîl-i Zülcelâl : sınırsız yücelik ve heybetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi Allah dellâl : ilan edici, duyurucu desâtir : düsturlar, prensipler esmâ ve kemâlât-ı İlâhiye : Cenâb-ı Allah’ın isimleri ve Ona ait mükemmellikler Esmâ-i Hüsnâ : Cenâb-ı Hakkın güzel isimleri Ezel ve Ebed Sultanı : başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan ferman : buyruk fevkine : üstüne fünun : fenler, ilimler has : özel hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması ibâd : kullar iktiza : gerektirme imtiyaz : farklılık, ayrıcalık kâinat : evren, yaratılmış herşey kemâlât : mükemmellikler, üstün özellikler kitab-ı kâinat : kâinat kitabı, evren kurb-u huzur : Allah’ın yüce huzuruna yakınlık letâif : güzellikler, incelikler mahfî : gizli mahzen : depo marziyât-ı İlâhiye : Allah’ın razı olduğu şeyler menba : kaynak meşher : sergi müfessir : yorumlayıcı müşerref etmek : şereflendirmek mütalâa : etraflıca inceleyip düşünme netâic : neticeler nihayetsiz : sonsuz nisbeten : oranla, kıyasla nişan : alâmet, işaret öşr-ü mişar : yüzde bir sadık : doğru sözlü saray-ı âlem : dünya sarayı tavzif : görevlendirme umum : bütün zikretmek : anmak zîşuur : şuur sahibi, bilinçli |
[/SUP]
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.5.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İkinci temsil: Nasıl ki bir zât-ı zîfünun, mu’ciznümâ bir kitabı telif edip yazsa—öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar lâtif mânâlar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa bütün o kitabın maânî ve hakaikleri, o kâtib-i mu’ciznümânın kemâlât-ı mâneviyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Herhalde o kitabı bazılara ders verecek, tâ o kıymettar kitap mânâsız kalıp beyhude olmasın, onun gizli kemâlâtı zâhir olup kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün, o da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acip kitabı bütün maânîsiyle, hakaikiyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir. Aynen öyle de, Nakkâş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün mevcudat hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir. Her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikini ders vermek için gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsille Miracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin. Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale girdiğini göreceğiz. işte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor, “Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var. | Lügatler : abes : anlamsız, gayesiz, boş acip : şaşırtıcı, hayret verici âmm : genel bahusus : özellikle beyhude : boşuna, gayesiz cemâl : güzellik cemâl-i mânevî : mânevî güzellik cihet : yön daire-i ehadiyet : Allah’ın birlik dairesi esmâ : isimler ferd : kişi, şahıs hadsiz : sınırsız hakaik : gerçekler, doğrular hakaik-i esmâ : isimlerin hakikatleri hakikat : gerçek, doğru hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması hikmeten : İlâhî hikmetin gereği istidad : kabiliyet, yetenek kâinat : evren, yaratılmış herşey kâtib-i mu’ciznümâ : mu’cize gösteren kâtip kemâl : mükemmellik kemâlât : mükemmellikler, üstün özellikler kemâlât-ı mâneviye : mânevî mükemmellikler, üstünlükler kıymettar : kıymetli, değerli küllî : genel, kapsamlı lâtif : ince, hoş maânî : mânâlar, anlamlar makam-ı istimâ : dinleme makamı mânâ : anlam mevcudat : varlıklar Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk mu’ciznümâ : mu’cize gösteren mülhid : dinsiz mümtaz : seçkin, üstün müntehâ : en son nokta, sonuç müşkül : zorluk, engel Nakkaş-ı Ezelî : herşeyi zâtına has olarak nakış nakış işleyen, varlığının başlangıcı olmayan Allah nazar : bakış, dikkat nihayetsiz : sonsuz sair : diğer seyeran : seyahat, gezi seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk sıfât : vasıflar, özellikler sukut etmek : düşmek, alçalmak şuur : bilinç, idrak tabakat-ı kesret : çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar taife : topluluk, grup tarz : şekil, biçim tazammun eden : içine alan telif : yazma temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji ulvî : yüce umum : bütün zahîr : açık, âşikar zât-ı zîfünun : fen ilimlerini bilen zât |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.6.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
“Birincisi: Şu Mirac-ı Azîm niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur? “İkincisi: O zât nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat onun nurundan halk olunmuş; hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. [SUP]1[/SUP] Bu ne demektir? “Üçüncüsü: Sabık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak, şu âlem-i arziyedeki âsarların makinelerini, destgâhlarını ve netâicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?” Elcevap: BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ Otuz adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i nübüvvetine ve o Mirac-ı Âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nev’inde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki: Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair yüz on dört işarî beşaretleri çıkarıp Risale-i Hamidiye’de göstermiştir. 2 Saniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler sahih bir surette tarihen nakledilmiştir. 3 Salisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin sukutuyla, 4 Kisrâ-yı Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi 5 gibi, irhasat denilen yüzer hârika tarihçe meşhurdur. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : 1 : bk. ed-Deylemî, el-Müsned 1:171; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 1:311. 2 : bk. Hüseyin Cisrî, Risâle-i Hamîdiye, s. 52-94. 3 : bk. İbni Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye 1:124-127, 158, 190, 192; el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 1:126-130; Ebû Nuayım, Delâilü’n-Nübüvve 1:122-128. 4 : bk. el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 1:19; es-Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kübrâ 1:81. 5 : bk. el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 1:19, 126; Ebû Nuayım, Delâilü’n-Nübüvve 1:139. | [SUP] Lügatler : [/SUP] âhir : son Âhirzaman Peygamberi : son peygamber olan ve dünya hayatının kıyamete yakın son devresinde gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) âlem-i arziye : dünya âlemi âlem-i ulvîye : yüce âlem Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âsar : eserler beşaret : müjdeleme beyanat : açıklamalar delâil-i nübüvvet : peygamberlik delilleri destgâh : tezgâh elyak : en layık halk olunmak : yaratılmak icmalî : kısa, özet halinde İncil : Hz. İsâ’ya (a.s.) indirilen kitap işarî : işaret yoluyla kâhin : gelecekten haber veren kimse kâinat : evren, yaratılmış herşey kemâlât : mükemmellikler, faziletler, üstünlükler kütüb-ü mukaddese : mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim mahsus : özel mahzen : depo maruz : uğramış, tesirinde kalmış Mirac-ı Azîm/Âzam : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk muhakkik : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler Muhammed-i Arabî : Arapların içinden çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed muhtasar : kısa, özet münevver : nurlu, aydınlanmış müşkül : zorluk, engel netâic : neticeler nev’ : tür, çeşit nübüvvet : peygamberlik nübüvvet-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği sabık : geçen, önceki sahih : doğru, sağlam salisen : üçüncü olarak sanem : put saniyen : ikinci olarak sukut : düşme suret : şekil, biçim tafsilen : ayrıntılı olarak tahrifat : değiştirmeler, bozmalar tarihen : tarihî olarak Tevrat : Hz. Mûsâ’ya indirilen kitap uruc : yükselme velâdet-i Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğuşu zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti Zebur : Hz. Dâvud’a indirilen kitap |
[/SUP]
--
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.7.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Rabian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi [SUP]1[/SUP] ve câmide, bir cemaat-i azîme huzurunda kuru direğin, minberin naklinden dolayı mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması[SUP]2[/SUP], [SUP]3[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَر nassıyla, şakk-ı kamer [SUP]4[/SUP] gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor. Hamisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle, secâyâ-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatinde en âli hısâl-i hamîde en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez. Sadisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe, o zâttır. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP]: bk. Buhârî, Vudû’ 32, 46, Menakıb 25, Eşribe 31; Müslim, Zühd 74, Fedâil 4-6; Tirmizî, Menakıb 6. [SUP]2[/SUP]: bk. Buhârî, Menâkıb 25, Cuma 26; Tirmizî, Menakıb 6, Cuma 10; Nesâî, Cuma 17. [SUP]3[/SUP]: “Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1. [SUP]4[/SUP]: bk. Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsîr 54:1; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikin 43-48. | Lügatler : ahlâk-ı hasene : güzel ahlâk âli : yüce âzamî : en çok, en büyük bâliğ : erişen, ulaşan bilbedâhe : ap açık bir şekilde cemaat-i azîme : çok büyük topluluk cemâl : güzellik din-i İslâm : İslâm dini ehl-i insaf ve dikkat : insaf sahibi ve dikkatli kimseler enîn etmek : inlemek Eyvân : köşk, saray Hâlık-ı Âlem : bütün evreni ve varlık âlemini yoktan yaratan Allah hamisen : beşinci olarak hısâl-i hamîde : övülmeye lâyık güzel hasletler, huylar inşikak : çatlama, bölünme irhâsât : Peygamberimizde (a.s.m.) peygamber olmadan önce görülen olağanüstü haller ve hadiseler ittifak : birleşme, fikir birliği kemâl : mükemmellik, kusursuzluk Kisrâ-yı Fâris : eski İran hükümdarı, kralı mehâsin-i ahlâk : ahlak güzelliği minber : hutbe okunan yer nass : Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü nihayet : son derece rabian : dördüncü olarak sadisen : altıncı olarak saray-ı meşhure : meşhur saray secâyâ-yı sâmiye : yüksek ve kıymetli seciyeler, vasıflar serfiraz : benzerlerinden üstün olan şehadet : şahitlik, tanıklık şeriat : Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler; İslâmiyet tahkikat : araştırmalar tarif edici : tanıtıcı tebliğat : tebliğler, bildirilen şeyler tereddüt : şüphe tezahür : görünme, ortaya çıkma Ulûhiyet : İlâhlık zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.8.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Hem Sâni-i Âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır. Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır. Hem Sahib-i Âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır. Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır. Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsar ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır. | Lügatler : âlem : evren, yaratılmışların hepsi âsâr : eserler âyine : ayna âyinedarlık : aynalık âzamî : en büyük, en çok bilbedâhe : ap açık bir şekilde bilmüşahede : gözle görüldüğü gibi bizzarure : kaçınılmaz şekilde, zorunlu olarak celb etmek : çekmek cemâl : güzellik cemâlin mehâsini : sıfat ve fiillerin güzelliği cevahir : cevherler, kıymetli taşlar dellâllık : ilan edicilik, rehberlik enzâr-ı dikkat : dikkatli bakışlar hazine-i gaybiye : görünmeyen hazine hüsn : güzellik hüsn-ü zâtî : bizzat kendine, zâta ait güzellik idhal : dahil etme, içine alma ins : insanlar izhar : gösterme kâinat : evren, yaratılmış herşey kemâlât : mükemmellikler, üstün özellikler kemâl-i san’at : san’at mükemmelliği mahlûkat : yaratıklar mehâsin : güzellikler melâike : melekler mukteza-yı hikmet : İlâhî hikmetin gereği nihayet : son derece sadâ : ses sanayi : san’atlar Sâni : herşeyi san’atla yaratan Allah saray-ı âlem : âlem sarayı seyir : gezme suret : şekil, biçim şâşaalı : gösterişli, göz alıcı bir şekilde tarif : açıklama, tanıtma tavsif : vasıflandırma, niteleme tefekkür : Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme tenezzüh : gezinti teşhir : sergileme zîşuur : şuurlu, bilinçli ziynet : süs |
--
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.9.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede, hakaik-i Kur’âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır. Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır. Hem Rabbü’l-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur’ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe o zâttır. İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o Mirac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. | Lügatler : ahsen : en güzel âlem : dünya âlem : kâinat, evren âzamî : en büyük bâki : sürekli, kalıcı beyan : açıklama bilbedâhe : ap açık bir şekilde bilmüşahede : gözle görüldüğü üzere bizzarure : zorunlu olarak, kaçınılmaz şekilde eblağ : en beliğ, veciz ve açık olarak ekmel : en mükemmel eşref : en şerefli fâni : gelip geçici, ölümlü hakaik-ı Kur’âniye : Kur’ân’ın hakikatleri hakaik-i gaybiye : gizli ve bilinmeyen gerçekler hakikî : gerçek Hâkim-i Hakîm : herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden Allah hazine-i rahmet : Allah’ın rahmet hazinesi hissiyatça : duyguları açısından ifa etmek : yerine getirmek kâinat : evren, yaratılmış herşey kesret : çokluk maksat : kastedilen şey, gaye mevcudat : varlıklar meyve-i âlem : kâinatın meyvesi mukabil : karşılık müheyyâ : hazırlama müptelâ : bağımlı, tutkun nihayet : son Rabbü’l-Âlemîn : âlemlerin Rabbi olan Allah risalet : peygamberlik saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk sabian : yedincisi sual-i müşkil : zor soru suret : şekil, biçim tahavvülât : değişimler, düşünmeler tahsinat : güzelleştirmeler tazammun eden : içine alan tılsım : sır, gizem tılsım-ı muğlâk : anlaşılması zor sır ubûdiyet-i külliye : büyük ve umumî kulluk umum : bütün vahdet : birlik, teklik vâzıh : açık, aşikâr vezâif : vazifeler, görevler vüs’at-i istidat : kabiliyet genişliği |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.10.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Sabian: Bilmüşahede, şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedâhe, şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure, o Sânide san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi’ ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Maşaallah” deyip istihsan eden, bilbedâhe, o san’atperver ve san’atını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbup o olacaktır. İşte, masnuatı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı “Sübhanallah, Maşaallah, Allahu ekber” diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdirle, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zâttır. İşte, böyle bir zât ki, es-sebebü ke’l-fâil[SUP]1[/SUP] sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı onun mânevî kemâlâtına imdat[SUP]2[/SUP] veren ve risaletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mirac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arşa ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek,[SUP]3[/SUP] ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP]: bk. Tirmizî, İlim 14; Müsned 5:357; Ebû Hanîfe, el-Müsned 1:151. [SUP]2[/SUP]: bk. Ahzâb Sûresi, 33:56; Buhârî, Ezan 8, Tefsîr (17)11; Müslüm, Salat 14; Ebû Dâvûd, Salat 37. [SUP]3[/SUP]: bk. Necm Sûresi, 53:4-18. | Lügatler : Allahu ekber : “Allah en büyüktür” ayn-ı hak : doğrunun aynısı, kendisi bahr : deniz ber : kara bilbedâhe : ap açık bir şekilde bilmüşahede : gözle görüldüğü gibi bizzarure : zorunlu olarak câmi’ : kapsamlı cezbe : kendinden geçme hali es-sebebü ke’l-fâil : “birşeye sebep olan onu yapan gibidir” feyz : bereket, nimet istihsan : beğenme, güzel bulma kudsî : kutsal, kusursuz ve yüce letâif : güzel ve hoş şeyler letâif-i san’at : sanattaki güzellikler mahbup : sevgili mahz-ı hikmet : hikmetin ta kendisi masnuat : sanat eseri varlıklar Maşaallah : Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış mazhar : erişme, sahip olma mehâsin : güzellikler mevcudat : varlıklar mezâyâ : meziyetler, üstün özellikler misl : eş değer muhabbet : sevgi muhabbet-i İlâhiye : Allah’ın sevgisi nağamât : nağmeler, hoş sesler nazarında : gözünde, bakışında nefs-i hakikat : gerçeğin kendisi netâic : neticeler nihayetsiz : sonsuz rağbet : yöneliş, istek rahmet : şefkat, merhamet risalet : peygamberlik Sâni : herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah semâvât : gökler Sübhânallah : “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” tahsin : güzelleştirme tahsinat : güzelleştirmeler takdir : birşeyin değerini anlama ve ilân etme teşhir : sergileme tevhid : Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etme tezyin : süsleme tezyinat : süslemeler umum : bütün velvele : coşku, haykırış vezâif : vazifeler, görevler zikir : Allah’ı anma ziyade : çok, fazla |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.11.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İKİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ
Ey makam-ı istimâdaki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır illâ nur-u imanla görünür. Fakat bazı temsilâtla o hakikatin vücudu fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız. İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvânât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîmdir. Öyle ise, mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise, ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette âhirde o libası giyecektir. Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde, sabıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesiyle âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise, zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir. | Lügatler : âhir : son âlem : dünya âlem-i cismanî : maddî âlem âlem-i süflî : aşağı, alçak âlem Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun anâsır : unsurlar; toprak, hava, su, ateş arz : dünya azîm : çok büyük beşer : insanlık câmi’ : kapsayan câri : geçerli, yürürlükte celb etmek : çekmek çekirdek-i aslî : asıl çekirdek, öz esasat : esaslar, prensipler eşcar : ağaçlar evvel-i fıtrat : yaratılışın başlangıcı fehm : anlayış, kavrayış hakikat : gerçek, doğru Hakîm : herşeyi hikmetle yapan Allah hasretmek : özgü kılmak hayvânât : hayvanlar humsu : beşte biri illâ : ancak işkâl etmek : zorlaştırmak, güçleştirmek kâinat : evren, yaratılmış herşey libas : elbise makam-ı istimâ : dinleme makamı mehâsin-i mâneviye : mânevi güzellikler menşe : kaynak, kök muhtelif : çeşitli muhteşem : ihtişamlı, görkemli mukteza : bir şeyin gereği mukteza-yı hikmet : hikmetin gereği müşkül : zorluk, engel nazar : bakış, dikkat nazar-ı dikkat : dikkatli bakış nazar-ı hikmet : hikmet bakışı nazar-ı muhabbet : sevgi bakışı nebâtât : bitkiler nebze : az miktar nevi : tür, çeşit nısfı : yarısı nur-u iman : iman nuru nümune : örnek sabıkan : bundan önce sair : diğer semere : meyve şecere : ağaç şecere-i âzam : büyük ağaç şecere-i hilkat : yaratılış ağacı şecere-i kâinat : kâinat ağacı takrib : yaklaştırma tazammun eden : içine alan temsilât : temsiller, kıyaslama tarzında benzetmeler umum : genel vücud : varlık zât-ı Muhammediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.13.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ MÜŞKÜLÜN
O kadar geniştir ki, bizim gibi dar zihinli insanlar istiab ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz. Evet, âlem-i süflînin mânevî destgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlûkatının netâic-i amelleri ve cin ve insin semerât-ı ef’alleri, yine avâlim-i ulviyede temessül eder. Hattâ, hasenat Cennetin meyveleri suretine,[SUP]1[/SUP] seyyiat ise Cehennemin zakkumları şekline[SUP]2[/SUP] girdikleri, pek çok emârat ve pek çok rivâyâtın şehadetiyle ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîmin iktizasıyla beraber, Kur’ân-ı Hakîmin işârâtı gösteriyor. Evet, zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa’ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pek çok fevkinde ecnâs-ı mahlûkat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir, daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri, elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyât-ı esmâiyedir ki, o küllî kanunlar, o küllî tecellîler ve o muhit esmâların mazharları da bir derece basit ve sâfi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvâttır ki, o âlemlerin birisi de Sidretü’l-Müntehâdaki Cennetü’l-Me’vâdır.[SUP]3[/SUP] Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennetin meyveleri suretinde-Muhbir-i Sadıkın ihbarıyla-temessül ettiği sabittir.[SUP]4[/SUP] İşte, bu üç nokta gösteriyorlar ki, yerde olan netâic ve semerâtın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider. Deme ki, “Havaî bir Elhamdü lillâh kelimem nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?” Çünkü, sen gündüz uyanıkken güzel bir söz söylersin; bazan rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı birşey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde, uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’âd etmemelisin. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP] : bk. Yâsîn Sûresi, 36:55:57; Duhân Sûresi, 44:27, 55; Sâd Sûresi, 38:51; Tûr Sûresi, 52:22; Rahmân Sûresi, 55:52, 67; Vâkıa Sûresi, 56:32; Mü’minûn Sûresi, 23:19; Sâffât Sûresi, 37:42. [SUP]2[/SUP] : bk. Sâffât Sûresi, 37:62; Duhân Sûresi, 44:43; Vâkıa Sûresi, 56:52; Nebe Sûresi, 78:21-30. [SUP]3[/SUP] : bk. Necm Sûresi, 53:15. [SUP]4[/SUP] : bk. İbni Hibban, es-Sahîh 3:109; el-Hakim, el-Müstedrek 1:680; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:207; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4:165. | Lügatler : âlem : dünya âlem-i süflî : aşağı âlem, dünya arş : gök, semâ avâlim-i ulviye : yüce âlemler Cennetü’l-Me’vâ : Cennetin üçüncü katının ismi cin ve ins : cinler ve insanlar cüz’iyat : ferdî şeyler destgâh : tezgâh, işyeri ecnâs-ı mahlûkat : yaratılanların cinsleri, türleri elhamdü lillâh : “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir” emârat : işaretler, belirtiler esmâ : isimler esnaf-ı mahlûkat : yaratılanların sınıfları fevkinde : üstünde hadsiz : sayısız hasenat : iyilikler, sevaplar havaî : havaya ait hikmet-i kâinat : kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması hilkat : yaratılış ihata : kapsama, kuşatma ihbar : haber verme iktiza : gerektirme intişar : yayılma ism-i Hakîm : Allah’ın herşeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi istiab : içine alma, kaplama istib’ad : akıldan uzak görme işârât : işaretler kâinat : evren, yaratılmış herşey kesret : çokluk Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân küllî : genel ve kapsamlı küre-i arz : yerküre, dünya küre-i zemin : yerküre, dünya maden : kaynak mahlûkat : yaratıklar mahsulât : ürünler mahşer-i masnuat : sanat eseri varlıkların toplandığı yer mahzen : depo masnuât : san’at eseri varlıklar mazhar : görünme ve yansıma yeri menba : kaynak merkez-i tasarruf : iş ve faaliyet merkezi meyve-i Cennet : Cennet meyvesi Muhbir-i Sadık : doğru sözlü haber verici Peygamber Efendimiz (a.s.m.) muhit : kapsamlı, kuşatıcı murdar : pis, kirli, haram mücessem : cisme bürünmüş, maddî yapısı olan münteşir : yayılmış olan netâic : neticeler, sonuçlar netâic-i amel : işin neticeleri rivâyât : rivâyetler, nakledilen şeyler sâfi : saf, temiz sakf : çatı, tavan semâvât : gökler semerât : meyveler semerât-ı ef’al : fiillerin meyvesi, neticesi seyyiat : kötülükler, günahlar Sidretü’l-Müntehâ : yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimizin (a.s.m.) ulaştığı en son makam suret : şekil, biçim şehadet : şahitlik, tanıklık tahmidat : şükür ve övgüler tecellî : yansıma, görüntü tecelliyât-ı esmâ : Cenâb-ı Allah’ın isimlerinin yansımaları, görüntüleri temessül : görünme, belirme tesbihat : Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler teşa’ub : kısım ve bölümlere ayrılma umum : bütün zakkum : Cehennemde bir ağacın ismi zemin : yer |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.1.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ
Miracın semerâtı ve faidesi nedir? Elcevap: Şu şecere-i tûbâ-i mâneviye olan Miracın beş yüzden fazla meyvelerinden, nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz. BİRİNCİ MEYVE Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı nihayetsiz ve fâni, bekàsız bir vaziyet-i dalâletkârâneden, o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile, ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektubât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hassı ve kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermiş, insan olan bütün insanlara nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir. | Lügatler : a’dâ : düşmanlar abd-i has : özel ve seçilmiş kul âciz : güçsüz, zayıf âhiret : öteki dünya ahsen-i takvim : en güzel biçim, tam kıvam cemâl : güzellik elhamdü lillâh : “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir” erkân-ı imaniye : imanın rükünleri, şartları fâni : geçici, ölümlü hâcât : ihtiyaçlar hadsiz : sınırsız hakaik : gerçek mahiyetler, esaslar hakikat : gerçek mahiyet, esas halîl : dost havaî : havaya ait istib’ad : akıldan uzak görme istihsancı : beğenen, güzel bulan kâinat : evren, yaratılmış herşey kemâlat : mükemmellikler, üstün özellikler kudsî : kutsal, kusursuz ve yüce melâike : melekler mesrur : sevindirme meyve-i Cennet : Cennet meyvesi meyve-i kudsiye : kutsal, kusursuz ve yüce meyve mücessem : cisme bürünmüş, maddî yapısı olan müşahede etmek : görmek müşevveş : düzensiz, karma karışık nihayetsiz : sonsuz nur-u ezelî ve ebedî : başlangıcı ve sonu olmayan nur nümune : örnek nüsha-i câmia : çok geniş ve kapsamlı nüsha, kopya semerât : meyveler suret : şekil, görüntü şecere-i tûbâ-i mâneviye : mânevî tûbâ ağacı vaziyet : durum, hal zîşuur : şuur sahibi, bilinçli |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.2.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
İKİNCİ MEYVE
Sâni-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin -başta namaz olarak- esasatını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir velînimetini yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur.
Temenni eder ki, “Keşke bir vasıta-i muhabere olsaydı, doğrudan doğruya o zâtla konuşsaydım. Benden ne istiyor, anlasaydım. Benden, onun hoşuna gideni bilseydim” der. Acaba, bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât Onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını, doğrudan doğruya, Mirac semeresi olarak, hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.[SUP]1[/SUP]
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki, biri gidip dönüp haber verse! Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü’l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder; küre-i arz pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder.
İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekàda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte, beşer bu zâtı kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: bk. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensar 42; Müslim, Îman 279, Müsâfirîn 253; Tirmizî, Tefsîru Sûre (53)1; Nesâî, Salât 1, İftitâh 25; Müsned 1:387, 422.
[SUP] Lügatler :
[/SUP] arzukeş
: arzulu, istekli
beşer : insan
cemâl : güzellik
Cennet-i bâkiye : devamlı ve kalıcı olan Cennet
cihet : yön
esasat : esaslar, temel prensipler
habib : sevgili
hadsiz : sınırsız
hahişger : istekli
Hâkim-i Ezel ve Ebed : egemenliği zaman öncesinden sonsuza kadar devam eden Allah
hakkalyakin : bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme
hayretkâr : hayran olan
ihsan : bağış, iyilik
ins : insanlar
kabza-i tasarruf : emri altında bulundurma
kamer : ay
kemâlât : mükemmellikler, kusursuzluklar
küre-i arz : yerküre, dünya
Mâlikü’l-Mülk : bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah
Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl : bütün mülkün gerçek sahibi, heybet, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah
marziyât : Allah’ın razı olduğu şeyler
marziyât-ı Rabbâniye : Rab olan Allah’ın razı olduğu şeyler
mazhar : erişen, nâil olan
merak-âver : merak verici, düşündürücü
mevcudat : varlıklar
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
misafir-i aziz : aziz ve şerefli misafir
muhsin : bağış ve iyilikte bulunan
mumdar : ışık veren
namzet : aday
nihayetsiz : sonsuz
nisbeten : kıyasla, oranla
pervaz etmek : uçmak
Rabbü’l-Âlemin : âlemlerin Rabbi; bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah
saadet-âver : mutluluk verici
Sahib-i Kâinat : evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah
Sâni-i Mevcudat : bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah
semere : meyve
Sultan-ı Ezel ve Ebed : varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah
suret-i hakikî : gerçek görünüş
sürur : mutluluk, sevinç
şems : güneş
şevk : şiddetli arzu ve istek
tarif etmek : anlatmak
temenni etme : dileme, isteme
vasıta-i muhabere : haberleşme aracı
velînimet : nimeti veren
zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti[SUP]
[/SUP] --
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.3.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ MEYVE
Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mirac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcemâlin rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu; ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver. DÖRDÜNCÜ MEYVE Rüyet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin: Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir; canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Hâlbuki bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rüyete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve’l-Kemâlin saadet-i ebediyede rüyetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu, insan isen anlarsın. | Lügatler : acaib-i san’at : san’at hârikalıkları adem : yokluk âlem-i bekà : devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi bâki : sürekli, kalıcı beşer : insan derecât : dereceler fâni : gelip geçici, ölümlü firak-ı ebedî : sonsuz ayrılık hakkalyakin : bizzat yaşayarak elde edilen kesin bilgi harekât-ı zerrât : atomların hareketleri hazâin-i rahmet : Allah’ın rahmet hazineleri hengâm : zaman hilâf-ı akıl ve hikmet : akla ve hikmete aykırı idam-ı ebedî : sonsuz yok oluş ihsan : bağış, iyilik ins : insanlar kat’iyen : kesinlikle kemâl : mükemmellik kemâl-i merak : tam bir merak kıymet : değer kıymettar : kıymetli, değerli kurb-u şahane : padişaha yakınlık leziz : lezzetli mahkûm : hükümlü mevcudat : varlıklar Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk muhabbet : sevgi mü’min : imanlı, Allah’a inanan müşahede etmek : görmek nisbeten : kıyasla, oranla perestiş : aşırı derece sevmek Rahmân-ı Zülcemâl : sonsuz güzellik ve merhamet sahibi olan Allah rahmet : merhamet, şefkat rüyet-i cemâlullah : Allah’ın güzelliğini seyretme saadet-âver : mutluluk verici saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk seyl-i zaman : zamanın akışı sürur : mutluluk, sevinç şuûnât : haller, işler, fiiller tarif etmek : anlatmak tezayüd etmek : artmak vaziyet-i mevhume-i canhıraşâne : yürek paralayıcı olarak farz edilen durum vücud : varlık zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti Zât-ı Zülcelâl : sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah zelzele-i zevâl ve firak : gelip geçicilik ve ayrılık sarsıntısı zîcemâl : güzellik sahibi zîihsan : bağış ve iyilik sahibi zîkemâl : kemâl ve olgunluk sahibi |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.4.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere denilse, “Sen müşir oldun”; ne kadar memnun olur. Halbuki, fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden “Ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rüyet-i cemâline de muvaffak olursun” denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz. | Lügatler : âciz : güçsüz, zayıf âdi : basit, sıradan bâki : devamlı, kalıcı biçare : çaresiz cevelân : dolaşma, gezme derece-i kıymet : kıymet derecesi ebedî : sonsuz elyak : en layık fâni : geçici, ölümlü firak : ayrılık hayvan-ı nâtık : konuşan canlı ilhad : dinsizlik, inkâr ins : insanlar iştiyak : şiddetli arzu ve istek kâinat : evren, yaratılmış herşey Kerîm : sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan Allah kıymettar : kıymetli, değerli lemeât : parıltılar mahlûk : yaratık makam-ı fahr : övünme makamı makam-ı istimâ : dinleme makamı mazlum : zulme uğrayan medar-ı sürur : sevinç ve neşe vesilesi mevcudat : varlıklar muhabbet : sevgi muvaffak : başarılı olma, erişme Müslim : Müslüman müşir : mareşal nazdar : nazlı nefer : asker, er nihayetsiz : sonsuz nisbet : kıyas, oran rahmet : şefkat, merhamet sukut : alçalma sürur : mutluluk, sevinç vüs’at : genişlik zevâl : gelip geçicilik, yokluk zîşuur : şuur sahibi, bilinçli |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.5.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
Meselâ, seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki, herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı; her taraf müthiş cenazelerle dolu; işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. İşte biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse; düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse; o yetimâne ağlayışlar, senâkârâne “Yaşasın”lar hükmüne girse; ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse; kendi sürurumuzla beraber herkesin süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurâne olduğunu elbette anlarsın. İşte, Mirac-ı Ahmediyenin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit, yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş; ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firak ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mirac olan hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih;[SUP]1[/SUP] ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek;[SUP]2[/SUP] ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP]: bk. Ra’d Sûresi, 12:13; İsrâ Sûresi, 17:44; Nûr Sûresi, 24:41; Zümer Sûresi, 39:75. [SUP]2[/SUP]: bk. Bakara Sûresi, 2:46, 156; Mü’minûn Sûresi, 23:160. | Lügatler : adem-âbâd : yokluklarla dolu ahbap : sevgililer, dostlar âzâd : serbest bırakma cennet-misal : cennet gibi cirim : büyük cisim dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık ecel : ölüm zamanı firak : ayrılık garât : gasplar, yağmalar hakaik-i erkân-ı imaniye : iman esaslarının hakikatleri hakikat : gerçek hâmi : koruyucu hengâm : zaman, an huşû : korkuyla karışık sevgiden gelen edepli hal huzû : Allah’ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme ibadetkâr : ibâdet eden ihzar : hazırlama istikbal : gelecek kâinat : evren, yaratılmış herşey merhametkâr : merhametli, şefkatli mesrurâne : sevinçli mevcudat : varlıklar mevki : yer mevt : ölüm meyus : ümitsiz meyve-i Mirac : Mirac meyvesi muzır : zararlı müsebbih : tesbih eden; Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan müşterek : ortak müz’iç : rahatsız edici nazar-ı dalâlet : inançsızlık bakışı nevi : tür nur-u iman : iman nuru sadâ : ses sahrâ-yı kebir : büyük çöl suret : şekil, görüntü, biçim sürur : mutluluk, sevinç tasvir : anlatma, ifade etme terhis : görevin sona ermesi terhisat : görevin sona ermesi yetimâne : yetim gibi, yetimce zâkir : zikreden, Allah’ı anan zevâl : gelip geçicilik, yokluk zikir : Allah’ı anma |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.6.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
İkinci temsil: Seninle biz sahrâ-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden, bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin. İşte, o sahrâ-yı kebir bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hadisat içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağidar olan istikbali, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mirac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi Onun misafirleri, memurları, istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın. Makam-ı istimâda olan zât diyor ki: “Cenâb-ı Hakka yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i imanı kazandım.” Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatine mazhar etsin. Âmin. اَللّٰهُمَّصَلِّعَلٰىمَنِانْشَقَّبِاِشَارَتِهِالْقَمَرُوَنَبَعَمِنْاَصَابِعِهِالْمَاۤءُكَالْكَوْثَرِصَاحِبِالْمِعْرَاجِوَمَازَاغَالْبَصَرُسَيِّدِنَامُحَمَّدٍوَعَلٰۤىاٰلِهِوَاَصْحَابِهِاَجْمَعِينَمِنْاَوَّلِالدُّنْيَااِلٰۤىاٰخِرِالْمَحْشَرِ[SUP]1[/SUP] سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَاۤاِلاَّمَاعَلَّمْتَنَاۤاِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ [SUP]2[/SUP] رَبَّنَاتَقَبَّلْمِنَّاۤاِنَّكَاَنْتَالسَّمِيعُالْعَلِيمُ [SUP]3[/SUP] رَبَّنَالاَتُؤَاخِذْنَاۤاِنْنَسِينَاۤاَوْاَخْطَاْنَا [SUP]4[/SUP] رَبَّنَالاَتُزِغْقُلُوبَنَابَعْدَاِذْهَدَيْتَنَا [SUP]5[/SUP] رَبَّنَاۤاَتْمِمْلَنَانُورَنَاوَاغْفِرْلَنَاۤاِنَّكَعَلٰىكُلِّشَىْءٍقَدِيرٌ [SUP]6[/SUP] وَاٰخِرُدَعْوٰيهُمْاَنِالْحَمْدُِللهِرَبِّالْعَالَمِينَ [SUP]7[/SUP] Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP] : Allahım! Onun işaretiyle ay parçalanan, parmaklarından kevser gibi sular akan, gözün asla şaşmadığı Mirac mu’cizesinin sahibi, Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına, dünyanın iptidâsından mahşerin âhirine kadar salât et. [SUP]2[/SUP] : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32. [SUP]3[/SUP] : “Dualarımızı kabul et, ey Rabbimiz. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin.” Bakara Sûresi, 2:127. [SUP]4[/SUP] : “Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286. [SUP]5[/SUP] : “Ey Rabbimiz, bizi hidayete eriştirdikten sonra kalblerimizi tekrar sapıklığa meylettirme.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:8. [SUP]6[/SUP] : “Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin herşeye gücün yeter.” Tahrim Sûresi, 66:8. [SUP]7[/SUP] : “Onların duaları, ‘Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleriyle sona erer.” Yûnus Sûresi, 10:10. |
Lügatler :
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun
âmin : Allahım kabul eyle
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
dağidar : üzüntülü, kederli
hadisat : hadiseler, olaylar
hamd : şükür ve övgü
harekât-ı zerrât : atomların hareketleri
ilhad : dinsizlik, inkâr
istikbal : gelecek
kemâl-i iman : tam ve mükemmel iman
kerîm : cömertlik ve ikram sahibi
makam-ı istimâ : dinleme makamı
marziyât-ı İlâhiye : Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler
mazhar : erişme, nail olma
mevcudat : varlıklar
nazar-ı dalâlet : inançsızlık bakışı
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sahrâ-yı kebir : büyük çöl
semere-i Mirac : Mirac meyvesi
seyl-i zaman : zamanın seli, akışı
şefaat : af için aracılık
tahrik : harekete geçirme
tevhid : birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
zulümat : karanlıklar
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.1.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)
بِسْمِاللهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِ اِقْتَرَبَتِالسَّاعَةُوَانْشَقَّالْقَمَرُ - وَاِنْيَرَوْااٰيَةًيُعْرِضُواوَيَقُولُواسِحْرٌمُسْتَمِرٌّ [SUP]1[/SUP] KAMER GİBİ parlak bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsaydı, umum âleme malûm olurdu; bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi. Elcevap: İnşikak-ı kamer, dâvâ-yı nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden, hem ihtilâf-ı metâli ve sis ve bulutlar gibi rüyete mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususî kaldığından ve tarassudât-ı semâviye pek az olduğundan, bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek elbette lâzım değildir. [SUP]2[/SUP] Şakk-ı kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan, şimdilik Beş Noktayı dinle. BİRİNCİ NOKTA O zaman, o zemindeki küffârın gayet şedit derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmin [SUP]3[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَرُ demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’ân’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hadise o küffarca kat’î ve vaki bir hadise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak’aya dair siyer ve tarih, o vak’a ile münasebettar küffârın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız, [SUP]4[/SUP]وَيَقُولُواسِحْرٌمُسْتَمِرٌّ âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hadiseyi gören küffar “Sihirdir“ demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş” demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki, “Böyle bir hadiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem (a.s.m.) hakkında hâşâ! ”Yetim-i Ebu Talib’in sihri semâya da tesir etti” dediler. [SUP]5[/SUP] İKİNCİ NOKTA Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: “İnşikak-ı kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. [SUP]6[/SUP] Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhaldir. Halley gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi tevatürle vücudu kat’îdir” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesâilde teşkikât-ı vehmiye yapmak akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler : [SUP]1[/SUP] : “Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar ise, ne zaman bir mu’cize görseler yüz çevirir ve ‘Bu daimî bir sihirdir’ derler.” Kamer Sûresi, 54:1-2. [SUP]2[/SUP] : bk. en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 17:143; İbni Kuteybe, Te’vilü Muhtelifi’l-Hadis 1:21-25. [SUP]3[/SUP] : “Ve Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1. [SUP]4[/SUP] : “Bu daimî bir sihirdir’ derler.” Kamer Sûresi, 54:2. [SUP]5[/SUP] : bk. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 54; Müsned 3:165; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 27:84-85; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126; el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 2:268. [SUP]6[/SUP] : bk. el-İcî, Kitabü’l-Mevakıf 3:405-406; el-Âmidî, Gayetü’l-Meram 1:356; İbni Teymiyye, el-Cevabü’s-Sahih 1:414; 2:44; eş-Şehristânî, el-Fark Beyne’l-Firâk 1:313; et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd 5:17. |
Lügatler :
adem-i vuku : olayın meydana gelmemesi
âlem : dünya
beyan : açıklama
cemaat : topluluk
cemaat-i kesire : büyük ve kalabalık topluluk
dâvâ-yı nübüvvet : peygamberlik iddiası
dehşetli : korkunç
eâzım-ı muhakkikîn : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen büyük âlimler
ekser : çoğunluk
esbab : sebepler
etraf-ı âlem : dünyanın her tarafı
evham : kuruntular, şüpheler
evhâm-ı fâside : asılsız, boş kuruntular
Fahr-i Âlem : bütün varlık âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)
feylesof : felsefeci
hadise : olay
hakikat : gerçek, doğru
hâşâ : asla, kesinlikle öyle değil
hususî : özel
ihbar : haber verme
ihtilâf-ı metâli : Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu
inhisâf : ay tutulması; gözden düşürme, perdeleme
inkâr : kabul etmeme, inanmama
inşikak : bölünme, yarılma
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
iptal-i dâvâ : iddiâyı çürütme
ittifak : birleşme
kâfi : yeterli
kamer : ay
kat’î : kesin
kizb : yalan
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küffar : kâfirler
malûm : bilinen
mâni : engel
menkul : nakledilen, anlatılan
mesâil : meseleler
mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mu’cize-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in mu’cizesi
mufarakat-i Ahmediye : Hz. Peygamberden ayrılma
muhakemesiz : değerlendiremeyen, akıl yürütemeyen
muhal : imkânsız
mukallit : taklitçi
münasebettar : ilişkili, bağlantılı
mütevatir/tevatür : çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
rüyet : görme
sair : diğer
semâ : gök
serrişte : ipucu, tutamak, bahane
siyer : Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim, İslâm tarihi
şakk-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
şedit : şiddetli
şuhudî : açıkça, gözle görür derecede
taammüm : yayılma, genelleşme
tarassudât-ı semâviye : gökyüzünü gözetlemeler
tarih-i beşer : insanlık tarihi
tekzib : yalanlama
teşkikât-ı vehmiye : vehmî ve asılsız şüpheler, tereddütler
umum : bütün
vak’a : olay
vaki : olmuş, meydana gelmiş
vakt-i gaflet : dalgınlık vakti, uyku anı
vuku bulmak : meydana gelmek
vücud : varlık
Yetim-i Ebu Talib : Ebu Talib’in Yetimi
zemin : yer
zeyl : ilâve, ek
OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.3.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ(DEVAMI)
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)(DEVAMI)
BEŞİNCİ NOKTA İnşikak-ı kamer, kendi kendine, bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hadise değil ki, âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resulünün risaletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, harikulâde olarak o hadiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i Rububiyetin istediği insanlara, ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâli haysiyetiyle, bazı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hadiseyi görmeye mâni pek çok esbaba binaen gösterilmemiş. Eğer umum onlara dahi gösterilseydi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı iman ise, aklın ihtiyarıyladır sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hadise-i semâviye olarak gösterilseydi, risalet-i Ahmediye ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı. | Lügatler : âdi : basit, sıradan aktâr-ı zemin : yeryüzünün dört bir tarafı akvâm : kavimler, milletler bedâhet : ap açıklık binaen : –dayanarak burhan : güçlü delil cehalet : cahillik dâvâ-yı nübüvvet : peygamberlik dâvâsı delâlet : delil olma, işaret etme elhasıl : özetle, sonuç olarak esbab : sebepler esbab-ı mânia : engel olan sebepler gurup : güneşin batışı haysiyet : itibar hikmet-i risalet : peygamberliğin hikmeti hikmet-i Rububiyet : rububiyetin hikmeti hususiyet : özel oluş hüccet : delil icmâ : fikir birliği ika etme : yapma, yaptırma iktiza : gerektirme ilzam-ı hüccet : delille susturma imkân : olabilirlik kamer : ay kâselis : çanak yalayıcı, dalkavuk maatteessüf : ne yazık ki mâni : engel mu’cize-i nübüvvet : peygamberlik mu’cizesi nübüvvet : peygamberlik resul : peygamber risalet : peygamberlik risalet-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in peygamberliği sırr-ı hikmet : hikmetin sırrı sırr-ı irşad : doğruyu ve hakkı gösterme sırrı sırr-ı teklif : kulluk ve imtihan sırrı suret : şekil şems : güneş tabiî : doğal, tabiat gereği tasdik : doğrulama tenvir : aydınlatma tesadüfî : rastgele umum : bütün vuku : olma, meydana gelme zayi olmak : kaybolmak |
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.4.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ(DEVAMI)
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)(DEVAMI)
Elhasıl: Şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı, kat’î ispat edildi. Şimdi, vukuuna delâlet eden çok burhanlarından altısına [SUP]HAŞİYE[/SUP] işaret ederiz.
Şöyle ki: Ehl-i adalet olan Sahabelerin, vukuuna icmâı; ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin [SUP]1[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı;[SUP]2[/SUP] ve ehl-i rivâyet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi;[SUP]3[/SUP] ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti; ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemanın tasdiki; ve nass-ı kat’î ile, dalâlet üzerine icmâları vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin[SUP]4[/SUP] o vak’ayı telâkki-i bilkabul etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri ispat eder.
Elhasıl, buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi; hakikat ise diyor ki:
Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu’cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti.
Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.
عَلَيْهِوَعَلٰۤىاٰلِهِالصَّلاَةُوَالتَّسْلِيمَاتُمِْلأَاْلاَرْضِوَالسَّمٰوَاتِ [SUP]5[/SUP]
سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَاۤاِلاَّمَاعَلَّمْتَنَاۤاِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ [SUP]6[/SUP]
اَللّٰهُمَّبِحَقِّمَنِانْشَقَّالْقَمَرُبِاِشَارَتِهِاجْعَلْقَلْبِىوَقُلوُبَطَلَبَةِرَسَاۤئِلِالنُّورِالصَّادِقِينَكَالْقَمَرِفِىمُقَابَلَةِشَمْسِالْقُرْاٰنِاٰمِينَاٰمِينَ[SUP]7[/SUP]
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP]: Yani, altı defa icmâ suretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maatteessüf kısa kalmıştır.
[SUP]1[/SUP]: “Ve Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.
[SUP]2[/SUP]: bk. el-Vâhidî, el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz 1:370; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 2784-87; el-Kurtubî, el Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126-127; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr 7:672.
[SUP]3[/SUP]: bk. Abdullah İbni Mes’ud tariki; Buhârî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn 44-45; Tirmizî, Tefsîr 54. Abdullah İbni Ömer tariki; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 45. Tirmizî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Abdullah İbni Abbas tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Enes İbni Malik tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Tefsîr (54) 1, Menâkıbu’l-Ensâr 36; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre 54; Huzeyfe İbnu’l-Yeman tariki; et-Taberî, Câmiü’l-Beyân 27:51; Abdurrezzak, el-Musannef 3:193-194; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:280-281. Cübeyr İbni Mut’im tariki; Tirmizî Tefsîru Sûre 54; Müsned 4:82; İbni Hibban, es-Sahih 14:422.
[SUP]4[/SUP]: bk. Ebû Dâvûd, Fiten ve Melâhim 1;Tirmizî, Fiten 7; İbni Mâce, Fiten 7.
[SUP]5[/SUP]: Ona ve âline, yer ve gökler dolusunca salât ve selâm olsun.
[SUP]6[/SUP]: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Suresi, 2:32.
[SUP]7[/SUP]: Allahım! Bir işaretiyle ay parçalanan zâtın hürmetine, benim kalbimi ve Risale-i Nur’un sadık talebelerinin kalblerini, Kur’ân güneşine mukabil bir ay hükmüne getir. Âmin, âmin.
Lügatler :
âlem-i ulvî : yüce âlem
arz : yer, dünya
cenah : kanat
cism-i arzî : dünyaya ait cisim, beden
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
ehl-i adalet : adaletle davranan kimseler
ehl-i arz : yer ehli, dünyalılar
ehl-i semâvat : gök ehli, melekler ve ruhanîler
ehl-i tahkik : gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
elhasıl : özetle, sonuç olarak
evc-i kemâlât : mükemmelliklerin en üst derecesi
evliya : veliler
hakikat : gerçek
hasm : düşman
Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet : peygamberlik meclisinin mührü olan Peygamberimiz
icmâ : fikir birliği, birleşme
ilm-i kelâm : iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı
ilzam : susturma, cevap veremez hale getirme
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
ittifak : birleşme, birlik
Kab-ı Kavseyn : Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda Cenâb-ı Hakla bu makamda bizzat görüşmüştür
kamer : ay
kamer-i münîr : nurlandıran ve aydınlatan ay
keramet-i uzmâ : en büyük keramet
mahbubiyet : sevgili olma; Allah’ın muhabbetine erişme
medar-ı fahr : övünç kaynağı
meslek : usül, metod
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mu’cize-i kübrâ : en büyük mu’cize
muhaddisîn : hadis ilmiyle uğraşan âlimler
muhtelif : çeşitli
müfessir : Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden, yorumlayan kimse
mütebahhir : ilmi derin olan
nam : ad
nass-ı kat’î : Kur’ân ve Hadis’in hükmüyle kesinlik kazanan hususlar
nuranî : nurlu, parlak
risalet : peygamberlik
rüçhaniyet : üstünlük
Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
sekene : sâkinler, ikâmet edenler
semâ : gök
semâvat : gökler
semâ-yı risalet : peygamberlik semâsı, göğü
senet : hadis naklinde Hz. Peygambere varıncaya kadar uzanan isimler zinciri
sıddıkîn : daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar
şehadet : şahitlik, tanıklık
tahkik : doğruluğunu araştırma
tarik : yol
tasdik : doğrulama, onaylama
tefsir : Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu
telâkki-i bilkabul : kabul ile karşılama
ubûdiyet : kulluk
ulema : âlimler
umum : bütün
ümmet-i Muhammediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar
vak’a : olay
velâyet : velilik
vuku : olma, meydana gelme
zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti
ziyadar : ışıklı, parlak
Muhterem Kardeşlerim...
41 gündür sürdürdüğümüz Risale-i Nur Külliyatının 31.Sözü olan Miraç Risalesini ve bu vesileyle 13.Müstakil Risale-i Nur eserini tamamlamış durumdayız Elhamdülillah...
Ekteki dosyada bu 41 günlük paylaşımı lugatli word belge olarak bulabilirsiniz.Yine bu Miraç risalesini web üzerinden lugatli olarak okumak isterseniz
Sorularla Risale | Risale-i Nur Külliyatı | Otuz Birinci Söz
Yine web üzerinden açıklamalı olarak incelemek isterseniz
Sorularla Risale | Ana Sayfa
mp3 ses dosyası olarak İhsan Atasoy hocamızın okuyuşuyla dinlemek isterseniz
https://skydrive.live.com/?cid=C21EAF44793B76B7&id=C21EAF44793B76B7!140&sc=documents
görüntülü ders olarak izlemek isterseniz
http://www.nurpenceresi.com/index.php?oku=1585
Nur Penceresi » Mi'rac Risalesi Dersleri
linklerinden faydalanabilirsiniz....
Allah miracın ruhunu kavrayan ve namaz-âmenerrasulü ayetleri-şirk dışında her günahın samimi tevbeyle affedilebileceği hediyelerinden nasiplenen kullarından olmayı cümlemize nasip etsin...
Selam ve dua ile...
OTUZ BİRİNCİ SÖZ-MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR.zip 389K Görüntüle İndir |
Moderatörün son düzenlenenleri: