Otuz birinci söz mirac-ı nebeviye

YİĞİDO

Üye
Kademeli
OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.7.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.

Öyle ise, zîşuurlardan birisini tayin edip onunla o rububiyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san’atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makàsıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muammâ-i rububiyeti mânâsız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san’at faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor. Ve şu vezâife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise, o Zât, doğrudan doğruya, bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte, Mirac dahi bu hakikati ifade ediyor.

Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı, mezkûr maksatlar gibi çok azîm makàsıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî rububiyeti bütün dekaikiyle, şu azîm saltanat-ı Ulûhiyeti bütün hakaikiyle görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak o insanla konuşacaktır, makàsıdını bildirecektir.
Lügatler :
abes
: anlamsız, gayesiz
âlem-i İslâm : İslâm dünyası
bilfiil : fiilen, uygulamada
dekaik : incelikler
dellâl : ilan edici, duyurucu
derc etmek : yerleştirmek
elhasıl : özetle, sonuç olarak
elyak : en layık
enzâr : bakışlar, dikkatler
fevkinde : üstünde
fevkine : üstüne
hakaik : gerçekler, doğrular
hakikat : gerçek, doğru
Hâlık : herşeyi yaratan Allah
iktiza : gerektirme
izhar etmek : göstermek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlât : mükemmellikler, üstünlükler
kurb-u huzur : Allah’ın yüce huzuruna yakınlık
küllî : genel, kapsamlı
mahlûkat : yaratıklar
makàsıd : maksatlar, istekler, gayeler
maksat : gaye, hedef
marziyât : Allah’ın rızasına vesile olan iş ve hareketler
mehâsin-i san’at : sanat güzellikleri
mevcudat : varlıklar
mezkûr : sözü geçen, anılan
muallim : öğretmen
muammâ-i rububiyet : rububiyetin sırrı, gizemi
mübelliğ : tebliğ edici, elçi
müşerref etmek : şereflendirmek
neşretme : yayma
nev’i : tür, cins
nur-u İslâmiyet : İslâmiyet nuru
sair : diğer
saltanat-ı Ulûhiyet : ortak kabul etmeyen İlâhî saltanat
suret : şekil, biçim
şahid-i âdil ve sadık : adâletli ve doğru sözlü şâhit
tayin : görevlendirme
tebliğ etmek : bildirmek
temâşâ : seyretme, hoşlanarak bakma
tertip : düzenleme
teşhir : sergileme
teşkil : oluşturma
tezyin : süsleme
tılsım : sır, gizli gerçek
ulvî : yüce
umumî : genel
vezâif : vazifeler, görevler
zîşuur : şuurlu, bilinçli[/TD]
[/TR]
[/TABLE]




OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.8.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette, o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazifeyle muvazzaf olacaklar, tâ iki cihetle münasebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

Şimdi, madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makàsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve rububiyetin mehâsin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûkü olacaktır ki, cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir Miracı olacaktır. Yetmiş bin perde
[SUP]1[/SUP] tabir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef’âl ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı merâtip edecektir. İşte Mirac budur.

Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki, “Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat’ edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?”

Biz de deriz ki: Cenâb-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır.2 Fakat herşey Ondan nihayetsiz uzaktır.3

Nasıl ki, güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki, âyine-misal senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın; hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen, kamer makamına gelip doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: bk. et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr 6:148; el-Asbahânî, el-Azamet 2:671, 681; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:212; ed-Deylemî, el-Müsned 2:221.
2 : bk. Kaf Sûresi, 5016; Vâkıa Sûresi, 56:85.
3 : bk. En’âm Sûresi, 6:103.
[SUP] Lügatler :
[/SUP] Aleyhissalâtü Vesselâm
: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âyine : ayna
âyine-misal : ayna gibi
berzah-ı esmâ : Allah’ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cihet : yön, şekil
cismanî : maddî yapısı olan
cüz’iyet : ferdîlik
dellâllık : ilan edicilik, duyuruculuk
efrad-ı insaniye : insan fertleri
efrad-ı mahsus : özel ve seçilmiş fertler, kişiler
Hâkim : herşeyi hükmü altında tutup idare eden ve yargılayan ve herşeye galip olan Allah
hilkat : yaratılış
hitab : konuşma
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kamer : ay
kat etme : aşma, yol alma
kat’-ı merâtip : mertebeleri aşma, yükselme
keşfetmek : gizli bir şeyi ortaya çıkarmak
küllî : genel ve kapsamlı
makam-ı küllîye : genele bakan kapsamlı makam
makàsıd : maksatlar, gayeler
mazhar : erişme, nail olma
mehâsin-i saltanat : saltanatın güzellikleri
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
muallim : öğretmen
muammâ : anlaşılması zor sır
muvazzaf : görevli
münasebet : bağlantı, ilişki
müstemi’ : dinleyici
nihayetsiz : sonsuz
Sâni : herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah
seyr ü seyahat : yolculuk
seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk
suret : şekil, biçim
süfliyet : alçaklık, aşağılık
şuur : bilinç, idrak
tabakat-ı mevcudat : varlık tabakaları
tabir : ifade, adlandırma
tasarruf : dilediği gibi kullanma, yönetme
tecellî-i sıfât ve ef’âl : Allah’ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi
tecerrüd : sıyrılma
terakki : yükselme, ilerleme
tılsım : sır, gizli gerçek
ulvî : yüce
[SUP]  
[/SUP]

OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.9.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl herşeye herşeyden daha yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız, bütün mevcudatı kat’ edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin merâtibinde git gide binler hicaplardan geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok merâtibi kat’ eder, sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.

Hem meselâ, bir nefer, kumandan-ı âzamın şahs-ı mânevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını, onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümune ile, gayet uzak bir mesafede, mânevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakikî onun şahs-ı mânevîsiyle kurbiyet ise, mülâzımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki, kumandan-ı âzam, emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle sureten olduğu gibi mânen de kumandan ise bizzat zâtıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat On Altıncı Sözde gayet kat’î bir surette ispat edildiğinden, ona iktifâen burada kısa kesiyoruz.

Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, “Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”

Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve birşey göstermek elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki:

Feza-yı ulvî, bil’ittifak, esir ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyâlât-ı lâtife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedâhe gösterdiği gibi, şu yıldızlar dahi, bizzarure, menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu aklın gözüne sokuyorlar.

Madem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var; muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşeleri olan semâvât muhteliftir.
Lügatler :
ahkâm
: hükümler
âlem-i ulvî : yüce âlem
âyinedarlık : aynalık
bil’ittifak : ittifakla, söz birliğiyle
bilbedâhe : ap açık bir şekilde
bizzarure : zorunlu olarak
cüz’iyet : ferdîlik
çimengâh : çimenlik yer
delâlet : delil olma, işaret etme
esir : bütün kâinatı kapladığına inanılan madde
feza : uzay
feza-yı ulvî : uzay, gökyüzü
hak : doğru, gerçek
hakikat : gerçek
hakikî : gerçek
hararet : sıcaklık
hicap : perde
hüküm : karar
iktifâen : yetinerek, yeterli görerek
inkâr : kabul etmeme, inanmama
kat etme : aşma, yol alma
kat’î : kesin
kumandan-ı âzam : en büyük kumandan
kurbiyet : yakınlık, yüksek makama yakınlaşma
külliyet : türler ve cinsler gibi topluluklar
melâike : melekler
menşe : kaynak, esas
merâtib : mertebeler, dereceler
merâtib-i külliye : büyük ve kapsamlı mertebeler
mevcudat : varlıklar
muhit : kapsayıcı, kuşatıcı
muhtelif : çeşitli
mukabele : karşı
mülâzımlık : teğmenlik
müşerref : şereflenme
müşkül : zor
nazar : bakış
nefer : asker, er
nevi : tür, çeşit
nihayetsiz : sonsuz
nümune : örnek
sair : diğer
semâvât : gökler
seyyâlât-ı lâtife : akıcı ve şeffaf varlıklar
suret : şekil, biçim
sureten : şeklen, görünüşte
şahs-ı mânevî : mânevî kişilik
Şems-i Ezel ve Ebed : Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır
teşkilât : yapı, kuruluş
vücud : varlık
Zât-ı Zülcelâl : sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Zât, Allah
ziya : ışık
 


OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.10.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar da var. Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer semâsı vardır.

Hem melâike için deriz ki: Seyyârât içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz, mevcudat içinde en kıymettar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler, zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifül’ecnas olan melâike ve ruhanîlerin meskenleridir.

Pek kat’î bir surette, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde,
[SUP]1[/SUP]
ثُمَّاسْتَوٰىۤاِلَىالسَّمَاۤءِفَسَوّٰيهُنَّسَبْعَسَمٰوَاتٍâyetinde, semâvâtın hem vücudu, hem taaddüdü ispat edildiğinden; ve melâike hakkında Yirmi Dokuzuncu Sözde, iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melâikelerin vücudunu ispat ettiğimizden, onlara iktifâen burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl: Esirden yapılmış, elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyâlât-ı lâtifenin medarı olmuş ve hadiste 2 اَلسَّمَاۤءُمَوْجٌمَكْفُوفٌişaretiyle seyyârât ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen mecerretü’s-semâdan, tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i arzdan tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semânın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: “Sonra da iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti.” Bakara Sûresi, 2:29.
2 : “Sema, dalgaları karar kılmış bir denizdir.” Tirmizi, Tefsîru Sûreti’l-Hadîd: 1; Müsned, 2:370.
[SUP] Lügatler :
[/SUP] âlem
: kâinat, evren
âlem-i âhiret : âhiret âlemi
âlem-i arz : dünya âlemi
arz : dünya
cazibe : çekim gücü
elhasıl : özetle, sonuç olarak
esir : kâinatı kapladığına inanılan madde
hane : ev
hararet : sıcaklık, ısı
harekât : hareketler
hikmeten : hikmet gereği
iktifâen : yetinerek, yeterli görerek
iktiza : gerektirme
insan-ı ekber : en büyük insan
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kasır : saray
kat’î : kesin, şüphesiz
kat’iyet : kesinlik
kesif : yoğun, katı, saydam olmayan
kesretli : çok
kıymettar : kıymetli, değerli
küre-i arz : yerküre, dünya
mecerretü’s semâ : samanyolu
medar : dayanak, eksen
melâike : melekler
mesken : yer, mekân
mevcudat : varlıklar
muhtelif : çeşitli
muhtelifül’ecnas : değişik cinsler, türler
mutavassıt : orta derecede
mülhid : dinsiz
müşkülât : zorluklar
müzeyyen : süslenmiş
nam : ad
nisbeten : oranla, kıyasla
nuranî : nurlu
nücum : yıldızlar
ruhanî : maddî yapısı olmayan manevî varlık
semâ : gök
semâvât : gökler
seyyâlât-ı lâtife : akıcı ve şeffaf varlıklar
seyyarat : gezegenler
seyyare : gezegen
suret : şekil, biçim
şecere : ağaç
şuur : bilinç, idrak
taaddüd : çokluk
zîşuur : şuurlu, bilinçli
ziya : ışık




OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.11.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin, “Bin müşkülâtla tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ eder, gider, gelir?”

Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser; takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat’ ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile, Mevlevî gibi, etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahmân ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı berk gibi Arş-ı Rahmân’a çıkaramaz mı?

Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, “Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter.”

Biz de deriz ki: Madem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin destgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş. Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette, hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem Cennette cisim ruh ile beraber gider. Elbette, Cennetü’l-Me’vâ gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâya urûc eden[SUP]1[/SUP] zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi ayn-ı hikmettir.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP] : bk. Necm Sûresi, 53:14
Lügatler :

a’mâl-i beşeriye : insanların yaptığı iş ve hareketler
âlâm : elemler, acılar
âlât : âletler, organlar
âlem : dünya
âlem-i mubsarât : görünen varlıklar âlemi
Arş : göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli etttiği yer
Arş-ı Rahmân : bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Allah’ın tasarruf dairesi, makamı
arz : dünya
âyât : âyetler, deliller
âyât-ı acibe : hayret verici deliller
berk : şimşek
cazibe : çekim gücü
cazibe-i rahmet-i Rahmân : rahmeti her şeyi kuşatan Cenâb-ı Allah’ın merhametinin çekiciliği
Cennetü’l-Me’vâ : Cennetin üçüncü katının ismi
cesed-i mübarek : mübarek ceset
cihâzât : cihazlar, donanım
cism-i arz : dünya
cism-i insan : insan bedeni
cism-i mübarek : Peygamberimizin mübarek cismi, bedeni
destgâh : tezgâh
fen : bilim
harekât : hareketler
hareket-i seneviye : yıllık hareket
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hikmet-i İlâhiye : İlâhî hikmet
incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel : Ezel Güneşi olan Cenâb-ı Allah’ın sevgisinin çekiciliği, cazibesi
irâe etmek : göstermek
Kadîr-i Zülcelâl : kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah
kanun-u Rabbânî : Allah’ın kanunu
kat’ etme : aşma, yol alma
lezâiz : lezzetler
medar : dayanak, sebep, vesile
menba : kaynak
mesmuat âlemi : işitilen ve duyulan varlıklar âlemi
Mevlevî : Mevlevîlik tarikatına mensup kimse
muktaza-yı akıl ve hikmet : aklın ve hikmetin gereği
muntazam : düzenli, intizamlı
mülk ve melekût : Allah’ın sahip olduğu ve hükmettiği görünen ve görünmeyen âlemler
netâic-i uhreviye : âhiretteki neticeler
Sâni-i Zülcelâl : herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Sidretü’l-Müntehâ : yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimizin (a.s.m.) ulaştığı en son makam
uruc : yükselme
velî : Allah dostu

OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.12.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
Yine hatıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhaldir.”

Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, uruçta sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?

Hem on dakika yatsan, bazı olur ki, bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vahid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki:

İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki: O saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vahidde müşahede ettikleri eşya, saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, herekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.
Lügatler :

âlem : dünya
arz : dünya
âşire : tasiânın altmışta biri
ayn-ı hikmet : hikmetin ta kendisi
azîm : çok büyük
cesed-i mübarek : mübarek ceset
eşya : şeyler, varlıklar
faraza : varsayalım ki
farz etmek : varsaymak
fennen : bilimsel olarak
hâkezâ : böylece, bunun gibi
hâlât : haller, durumlar
hâmise : râbianın altmışta biri
harekât : hareketler
ibre : iğne, gösterge
kat’ etmek : aşmak, yol almak
kelimât : kelimeler
lâtif : cismanî olmayan, ruhla ilgili
malûm : bilinen
mânâ : anlam
maruz : uğrama, tesirinde kalma
medar-ı senevî : dünyanın güneş etrafında dönerken bir sene içinde çizdiği yörünge
meşhudatça : gözlemce
mikyas : ölçek
muhal : imkansız
muhalif : aykırı
muhtelif : çeşitli
muntazam : düzenli, intizamlı
müşahede etmek : görmek, gözlemlemek
mütefavit : farklı farklı
nihayet derecede : sonsuz derece
nisbet : oran, ölçü
nisbeten : kıyasla, oranla
râbia : sâlisenin altmışta biri
refakat : arkadaşlık
sâbia : sâdisenin altmışta biri
sâdise : hâmisenin altmışta biri
sâlise : saniyenin altmışta biri
sâmine : sâbianın altmışta biri
Sâni-i Zülcelâl : herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
saniye : dakikanın altmışta biri
savt : ses
seyyârât : gezegenler
sür’at : hız
sür’at-i harekât : hareketlerin hızı
tâbi : uyma
tâsia : sâminenin altmışta biri
temâşâ : seyretme
temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji
tezahür : görünme, ortaya çıkma
ulvî : yüce
uruç : yükseliş
zaman-ı vahid : aynı zaman dilimi
zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti
ziya : ışık



OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
3.13.İKİNCİ ESAS-HAKİKAT-İ MİRAC(DEVAMI)
İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfik-i İlâhîye biner, berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’ edip, acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rüyet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan birşeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Miracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nuranî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.[SUP]1[/SUP]

Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) seyr ü sülûküne medar bir Miracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP]: bk. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 19; Dârimî, Rikâk 89; el-Hâkim, el-Müstedrek 4:542.
Lügatler :

âşire : saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi; tâsiânın altmışta biri
berk : şimşek
burak-ı tevfik-i İlâhiye : Allah’ın burak gibi hızlı olan başarı ihsanı
câri : geçerli, yürürlükte
ecsâm-ı nuranî : nurlu cisimler
ef’al : fiiller, hareketler
ehl-i Cennet : Cennet ehli
emsal : benzerler
erkân : esaslar, şartlar
ferman : emir, buyruk
ferş : yer
hakikat-i ömr : gerçek ömür
harekât : hareketler
hükmetmek : karar vermek
ibre : iğne, gösterge
ihbarat-ı sadıka : içinde yanlış ihtimali bulunmayan doğru haberler
imkân : olabilirlik
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kâmil : kemâl ve fazilet sahibi
kozmoğrafya : astronomi
levn : renk
mahşer : haşir meydanı; kıyametten sonra insanların tekrar diriltilip toplanacakları yer
mazhar : erişme, nail olma
melâike : melekler
meşhudat : gözlemler, görülen şeyler
Mirac : yükseliş, Allah’ın huzuruna çıkmak
muayyen : belirlenmiş, kararlaştırılmış
mümkün : imkan dahilinde olan, olabilir
müşerref olmak : şereflenmek
nevi : tür, çeşit
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
rüyet-i cemâl-i İlâhîye : Allah cemâlini görme
seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk
seyyare : gezegen
urûc etmek : yükselmek
urûc-u ruhanî : ruhen yükseliş
vaki : olma, meydana gelme
vazife : görev
velî : Allah dostu
vuku : olma, meydana gelme
zîilim : ilim sahibi
zîiman : iman sahibi
zîkalb : kalp sahibi, mânevî kalp ehli
zînazar : bakış sahibi
zîşuur : şuurlu, bilinçli



--

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.1.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC
Hikmet-i Mirac nedir?

Elcevap: Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miracla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni-i Âlemin, âsârın şehadetiyle, nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin, cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde, câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde, istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir.
Lügatler :

âsâr : eserler
cemâl-i san’at : sanatın güzelliği
ehl-i Cennet : Cennet ehli
evliya : veliler, Allah dostları
ferd-i mümtaz : seçilmiş kişi
fikr-i beşer : insanın fikri
hakikat : gerçek mahiyet, esas, içyüz
Hâlık : herşeyin yaratıcısı Allah
hayt-ı ittisal : bağlayan, birleştiren bağ
hikmet-i Mirac : Miracın hikmeti, gayesi ve anlamı
ittihaz : edinme, kabullenme
lâtif : ince, cismanî olmayan
mahbub-u lizâtihî : bizzat sevilen, muhabbete lâyık olan
makàsıd-ı İlâhiye : Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler
makbul : kabul görmüş; değer ve itibar sahibi
makul : akla uygun
masnuat : san’at eseri varlıklar
medar : dayanak, vesile
münasip : uygun
müntehâ : en son nokta, sonuç
müşahede etmek : gözlemlemek
nam : ad
nazar : bakış, göz
nihayetsiz : sonsuz
nur-u vahdet : birlik nuru
nümune : örnek, misal
reis : başkan
Sâni-i Âlem : bütün varlık âlemini sanatlı bir şekilde yaratan Allah
seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk
suret : şekil, biçim
şehadet : şahitlik, tanıklık
tarz : şekil, biçim
tecellî-i Ehadiyet : Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi
tezahür : görünme, ortaya çıkma
umum : bütün
vaki : olmuş, meydana gelmiş
vücut : varlık
zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı
zîşuur : şuurlu, bilinçli



OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.2.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İşte, Sâni-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecellî-i muhabbetin bütün envâını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün envâ-ı cemâlini, ehadiyet sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten, tâ müntehâ olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mirac ile, o ferdin, kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celb etmek ve rüyet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için, kelâmıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmektir.

Şimdi, şu hikmet-i âliyeye bakmak için, iki temsil dürbünüyle tarassut edeceğiz.

Birinci temsil: On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zîşânın pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
Lügatler :
âli : yüce
âyine : ayna
beyan : açıklama
câmiiyet : genişlik, kapsamlılık
celb etmek : çekmek
cemâl : güzellik
cevahir : cevherler, kıymetli taşlar
envâ-ı cemâl : güzelliğin çeşitleri
ferman : emir, buyruk
fünun-u acibe : şaşırtıcı ve hayranlık verici ilimler
hakaik-i esasiye : temel, esas gerçekler
hâlet-i kudsiye : mukaddes hal, durum
hayt-ı ittisal : bağlayan, birleştiren bağ
hikâye-i temsiliye : kıyaslamalı, analojik hikâye
hikmet-i âliye : yüce gaye
ıttıla : bilgi sahibi olma
ihata : kapsama, kuşatma
inkişaf : açığa çıkma, gelişme
intişar : yayılma
istiab : içine alma, kaplama
istidad : kabiliyet, yetenek
itibariyle : özelliğiyle
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kelâm : söz, konuşma
kemâl : kusursuzluk, mükemmellik
kemâlât : mükemmellikler, üstünlükler
maharet : beceri, ustalık
mahbubiyet : sevgili olma
marifet : geniş bilgi ve beceri
masnuat : san’at eseri varlıklar
mebde-i evvel : ilk başlangıç
meşher : sergi
mevcudat : varlıklar
meyve-i münevver : nurlu meyve
müntehâ : en son nokta, sonuç
münteşir : yayılmış olan
müşerref etmek : şereflendirmek
mütecellî : tecellî eden, görünen
sultan-ı zîfünun : ilim sahibi sultan
sultan-ı zîşan : şan ve şeref sahibi sultan
şecere-i hilkat : yaratılış ağacı


OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.3.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
Ve şu hikmete binaen, elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en lâtif san’atlarıyla ziynetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder.

Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekârâneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer, bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra, raiyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yaver-i ekrem yapar, aşağıdaki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder, daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san’atının makinelerini ve destgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir.
Bütün o kemâlâtının madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kendi kemâlâtını ona bildirir, seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuûna karşı marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.
Lügatler :

acaib : şaşırtıcı ve garip şeyler
acip : hayret verici, şaşırtıcı
âdâb : görgü kuralları
ahali : halk
âsâr-ı mu’cizekârâne : olağanüstü eserler
binaen : dayanarak
cemâl ve kemâl-i mânevî : manevî güzellik ve mükemmellik
cesîm : çok büyük
daire-i hususiyet : özel daire
derun : içyüz
destgâh : iş yeri
dest-i san’at : san’at eli
enzâr : bakışlar, dikkatler
fünun : fenler, ilimler
garibe : hayret verici ve şaşırtıcı şey
gayrın nazarı : başkasının bakışı
hakaik : gerçek mahiyetler, esaslar, içyüzler
haşmet : göz kamaştırıcı büyüklük, görkem
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hüner : beceri, ustalık
izhar etmek : göstermek
kasr : saray
kemâlât : mükemmellikler, kusursuzluklar
marifet : geniş bilgi ve beceri
marziyât : hoşa giden, razı olunan şeyler
muhteşem : ihtişamlı, görkemli
murassâ : değerli taşlarla ve mücevherlerle süslenmiş şeyler
murassaât : değerli mücevherlerle süslenmiş şeyler
nazar-ı dekaik-âşinâ : inceliklere nüfuz eden bakış
nukuş : nakışlar, işlemeler
raiyet : halk
rumuz : işaretler
sâni : sanatkâr
sultan-ı zîfünun : ilim sahibi sultan
zîşuûn : icraat sahibi


OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.4.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
Aynen öyle de,
[SUP]1[/SUP]وَِللهِالْمَثَلُاْلاَعْلٰىEzel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir.

Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desâtiriyle, şu kitab-ı kâinatı zaman-ı Âdem’den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâlin hikmeti iktiza ediyor ki, şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin.

O saraydaki acaibin menbalarını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyât-ı İlâhiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyesine bir müfessir gibi, çok vazifelerle tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’ân gibi bir fermanla o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

İşte, Miracın pek çok hikmetlerinden, şu temsil dürbünüyle bir ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: “En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.
[SUP] Lügatler :
[/SUP] abes
: anlamsız, gayesiz
acaib : şaşırtıcı ve garip şeyler
âhiret : öteki dünya
âlem : dünya, kâinat
âlem-i arz : dünya âlemi
avâlim-i ulviye : yüce âlemler
âyât-ı tekvîniye : yaratılışa ait deliller
âyet : delil
Celîl-i Zülcemâl : sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve heybet sahibi olan Allah
cemâl : güzellik
cemâl-i mânevî : mânevî güzellik
Cemîl-i Zülcelâl : sınırsız yücelik ve heybetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi Allah
dellâl : ilan edici, duyurucu
desâtir : düsturlar, prensipler
esmâ ve kemâlât-ı İlâhiye : Cenâb-ı Allah’ın isimleri ve Ona ait mükemmellikler
Esmâ-i Hüsnâ : Cenâb-ı Hakkın güzel isimleri
Ezel ve Ebed Sultanı : başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan
ferman : buyruk
fevkine : üstüne
fünun : fenler, ilimler
has : özel
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
ibâd : kullar
iktiza : gerektirme
imtiyaz : farklılık, ayrıcalık
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlât : mükemmellikler, üstün özellikler
kitab-ı kâinat : kâinat kitabı, evren
kurb-u huzur : Allah’ın yüce huzuruna yakınlık
letâif : güzellikler, incelikler
mahfî : gizli
mahzen : depo
marziyât-ı İlâhiye : Allah’ın razı olduğu şeyler
menba : kaynak
meşher : sergi
müfessir : yorumlayıcı
müşerref etmek : şereflendirmek
mütalâa : etraflıca inceleyip düşünme
netâic : neticeler
nihayetsiz : sonsuz
nisbeten : oranla, kıyasla
nişan : alâmet, işaret
öşr-ü mişar : yüzde bir
sadık : doğru sözlü
saray-ı âlem : dünya sarayı
tavzif : görevlendirme
umum : bütün
zikretmek : anmak
zîşuur : şuur sahibi, bilinçli
[SUP]  
 
[/SUP]

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.5.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İkinci temsil: Nasıl ki bir zât-ı zîfünun, mu’ciznümâ bir kitabı telif edip yazsa—öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar lâtif mânâlar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa bütün o kitabın maânî ve hakaikleri, o kâtib-i mu’ciznümânın kemâlât-ı mâneviyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez.

Herhalde o kitabı bazılara ders verecek, tâ o kıymettar kitap mânâsız kalıp beyhude olmasın, onun gizli kemâlâtı zâhir olup kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün, o da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acip kitabı bütün maânîsiyle, hakaikiyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de, Nakkâş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün mevcudat hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder.

Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir. Her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir.

Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikini ders vermek için gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsille Miracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale girdiğini göreceğiz. işte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor, “Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var.
Lügatler :

abes : anlamsız, gayesiz, boş
acip : şaşırtıcı, hayret verici
âmm : genel
bahusus : özellikle
beyhude : boşuna, gayesiz
cemâl : güzellik
cemâl-i mânevî : mânevî güzellik
cihet : yön
daire-i ehadiyet : Allah’ın birlik dairesi
esmâ : isimler
ferd : kişi, şahıs
hadsiz : sınırsız
hakaik : gerçekler, doğrular
hakaik-i esmâ : isimlerin hakikatleri
hakikat : gerçek, doğru
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hikmeten : İlâhî hikmetin gereği
istidad : kabiliyet, yetenek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kâtib-i mu’ciznümâ : mu’cize gösteren kâtip
kemâl : mükemmellik
kemâlât : mükemmellikler, üstün özellikler
kemâlât-ı mâneviye : mânevî mükemmellikler, üstünlükler
kıymettar : kıymetli, değerli
küllî : genel, kapsamlı
lâtif : ince, hoş
maânî : mânâlar, anlamlar
makam-ı istimâ : dinleme makamı
mânâ : anlam
mevcudat : varlıklar
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
mu’ciznümâ : mu’cize gösteren
mülhid : dinsiz
mümtaz : seçkin, üstün
müntehâ : en son nokta, sonuç
müşkül : zorluk, engel
Nakkaş-ı Ezelî : herşeyi zâtına has olarak nakış nakış işleyen, varlığının başlangıcı olmayan Allah
nazar : bakış, dikkat
nihayetsiz : sonsuz
sair : diğer
seyeran : seyahat, gezi
seyr ü sülûk : mânevî ve ruhî yolculuk
sıfât : vasıflar, özellikler
sukut etmek : düşmek, alçalmak
şuur : bilinç, idrak
tabakat-ı kesret : çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar
taife : topluluk, grup
tarz : şekil, biçim
tazammun eden : içine alan
telif : yazma
temsil : kıyaslama tarzında benzetme, analoji
ulvî : yüce
umum : bütün
zahîr : açık, âşikar
zât-ı zîfünun : fen ilimlerini bilen zât

OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.6.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
“Birincisi:
Şu Mirac-ı Azîm niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?

“İkincisi: O zât nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat onun nurundan halk olunmuş; hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. [SUP]1[/SUP] Bu ne demektir?

“Üçüncüsü: Sabık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak, şu âlem-i arziyedeki âsarların makinelerini, destgâhlarını ve netâicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?”

Elcevap:

BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ Otuz adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i nübüvvetine ve o Mirac-ı Âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nev’inde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair yüz on dört işarî beşaretleri çıkarıp Risale-i Hamidiye’de göstermiştir.
2

Saniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler sahih bir surette tarihen nakledilmiştir. 3

Salisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin sukutuyla, 4 Kisrâ-yı Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi 5 gibi, irhasat denilen yüzer hârika tarihçe meşhurdur. Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: bk. ed-Deylemî, el-Müsned 1:171; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 1:311.
2 : bk. Hüseyin Cisrî, Risâle-i Hamîdiye, s. 52-94.
3 : bk. İbni Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye 1:124-127, 158, 190, 192; el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 1:126-130; Ebû Nuayım, Delâilü’n-Nübüvve 1:122-128.
4 : bk. el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 1:19; es-Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kübrâ 1:81.
5 : bk. el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 1:19, 126; Ebû Nuayım, Delâilü’n-Nübüvve 1:139.
[SUP] Lügatler :
[/SUP] âhir
: son
Âhirzaman Peygamberi : son peygamber olan ve dünya hayatının kıyamete yakın son devresinde gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
âlem-i arziye : dünya âlemi
âlem-i ulvîye : yüce âlem
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âsar : eserler
beşaret : müjdeleme
beyanat : açıklamalar
delâil-i nübüvvet : peygamberlik delilleri
destgâh : tezgâh
elyak : en layık
halk olunmak : yaratılmak
icmalî : kısa, özet halinde
İncil : Hz. İsâ’ya (a.s.) indirilen kitap
işarî : işaret yoluyla
kâhin : gelecekten haber veren kimse
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlât : mükemmellikler, faziletler, üstünlükler
kütüb-ü mukaddese : mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim
mahsus : özel
mahzen : depo
maruz : uğramış, tesirinde kalmış
Mirac-ı Azîm/Âzam : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
muhakkik : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
Muhammed-i Arabî : Arapların içinden çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed
muhtasar : kısa, özet
münevver : nurlu, aydınlanmış
müşkül : zorluk, engel
netâic : neticeler
nev’ : tür, çeşit
nübüvvet : peygamberlik
nübüvvet-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği
sabık : geçen, önceki
sahih : doğru, sağlam
salisen : üçüncü olarak
sanem : put
saniyen : ikinci olarak
sukut : düşme
suret : şekil, biçim
tafsilen : ayrıntılı olarak
tahrifat : değiştirmeler, bozmalar
tarihen : tarihî olarak
Tevrat : Hz. Mûsâ’ya indirilen kitap
uruc : yükselme
velâdet-i Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğuşu
zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti
Zebur : Hz. Dâvud’a indirilen kitap
[SUP]  
 
[/SUP]

--

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.7.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Rabian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi [SUP]1[/SUP] ve câmide, bir cemaat-i azîme huzurunda kuru direğin, minberin naklinden dolayı mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması[SUP]2[/SUP], [SUP]3[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَر nassıyla, şakk-ı kamer [SUP]4[/SUP] gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hamisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle, secâyâ-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatinde en âli hısâl-i hamîde en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sadisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe, o zâttır.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP]: bk. Buhârî, Vudû’ 32, 46, Menakıb 25, Eşribe 31; Müslim, Zühd 74, Fedâil 4-6; Tirmizî, Menakıb 6.
[SUP]2[/SUP]: bk. Buhârî, Menâkıb 25, Cuma 26; Tirmizî, Menakıb 6, Cuma 10; Nesâî, Cuma 17.
[SUP]3[/SUP]: “Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.
[SUP]4[/SUP]: bk. Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsîr 54:1; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikin 43-48.
Lügatler :

ahlâk-ı hasene : güzel ahlâk
âli : yüce
âzamî : en çok, en büyük
bâliğ : erişen, ulaşan
bilbedâhe : ap açık bir şekilde
cemaat-i azîme : çok büyük topluluk
cemâl : güzellik
din-i İslâm : İslâm dini
ehl-i insaf ve dikkat : insaf sahibi ve dikkatli kimseler
enîn etmek : inlemek
Eyvân : köşk, saray
Hâlık-ı Âlem : bütün evreni ve varlık âlemini yoktan yaratan Allah
hamisen : beşinci olarak
hısâl-i hamîde : övülmeye lâyık güzel hasletler, huylar
inşikak : çatlama, bölünme
irhâsât : Peygamberimizde (a.s.m.) peygamber olmadan önce görülen olağanüstü haller ve hadiseler
ittifak : birleşme, fikir birliği
kemâl : mükemmellik, kusursuzluk
Kisrâ-yı Fâris : eski İran hükümdarı, kralı
mehâsin-i ahlâk : ahlak güzelliği
minber : hutbe okunan yer
nass : Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü
nihayet : son derece
rabian : dördüncü olarak
sadisen : altıncı olarak
saray-ı meşhure : meşhur saray
secâyâ-yı sâmiye : yüksek ve kıymetli seciyeler, vasıflar
serfiraz : benzerlerinden üstün olan
şehadet : şahitlik, tanıklık
şeriat : Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler; İslâmiyet
tahkikat : araştırmalar
tarif edici : tanıtıcı
tebliğat : tebliğler, bildirilen şeyler
tereddüt : şüphe
tezahür : görünme, ortaya çıkma
Ulûhiyet : İlâhlık
zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti



OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.8.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Hem Sâni-i Âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i Âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsar ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.
Lügatler :

âlem : evren, yaratılmışların hepsi
âsâr : eserler
âyine : ayna
âyinedarlık : aynalık
âzamî : en büyük, en çok
bilbedâhe : ap açık bir şekilde
bilmüşahede : gözle görüldüğü gibi
bizzarure : kaçınılmaz şekilde, zorunlu olarak
celb etmek : çekmek
cemâl : güzellik
cemâlin mehâsini : sıfat ve fiillerin güzelliği
cevahir : cevherler, kıymetli taşlar
dellâllık : ilan edicilik, rehberlik
enzâr-ı dikkat : dikkatli bakışlar
hazine-i gaybiye : görünmeyen hazine
hüsn : güzellik
hüsn-ü zâtî : bizzat kendine, zâta ait güzellik
idhal : dahil etme, içine alma
ins : insanlar
izhar : gösterme
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlât : mükemmellikler, üstün özellikler
kemâl-i san’at : san’at mükemmelliği
mahlûkat : yaratıklar
mehâsin : güzellikler
melâike : melekler
mukteza-yı hikmet : İlâhî hikmetin gereği
nihayet : son derece
sadâ : ses
sanayi : san’atlar
Sâni : herşeyi san’atla yaratan Allah
saray-ı âlem : âlem sarayı
seyir : gezme
suret : şekil, biçim
şâşaalı : gösterişli, göz alıcı bir şekilde
tarif : açıklama, tanıtma
tavsif : vasıflandırma, niteleme
tefekkür : Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme
tenezzüh : gezinti
teşhir : sergileme
zîşuur : şuurlu, bilinçli
ziynet : süs



--

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.9.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede, hakaik-i Kur’âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem Rabbü’l-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur’ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe o zâttır.

İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o Mirac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Lügatler :

ahsen : en güzel
âlem : dünya
âlem : kâinat, evren
âzamî : en büyük
bâki : sürekli, kalıcı
beyan : açıklama
bilbedâhe : ap açık bir şekilde
bilmüşahede : gözle görüldüğü üzere
bizzarure : zorunlu olarak, kaçınılmaz şekilde
eblağ : en beliğ, veciz ve açık olarak
ekmel : en mükemmel
eşref : en şerefli
fâni : gelip geçici, ölümlü
hakaik-ı Kur’âniye : Kur’ân’ın hakikatleri
hakaik-i gaybiye : gizli ve bilinmeyen gerçekler
hakikî : gerçek
Hâkim-i Hakîm : herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden Allah
hazine-i rahmet : Allah’ın rahmet hazinesi
hissiyatça : duyguları açısından
ifa etmek : yerine getirmek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kesret : çokluk
maksat : kastedilen şey, gaye
mevcudat : varlıklar
meyve-i âlem : kâinatın meyvesi
mukabil : karşılık
müheyyâ : hazırlama
müptelâ : bağımlı, tutkun
nihayet : son
Rabbü’l-Âlemîn : âlemlerin Rabbi olan Allah
risalet : peygamberlik
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sabian : yedincisi
sual-i müşkil : zor soru
suret : şekil, biçim
tahavvülât : değişimler, düşünmeler
tahsinat : güzelleştirmeler
tazammun eden : içine alan
tılsım : sır, gizem
tılsım-ı muğlâk : anlaşılması zor sır
ubûdiyet-i külliye : büyük ve umumî kulluk
umum : bütün
vahdet : birlik, teklik
vâzıh : açık, aşikâr
vezâif : vazifeler, görevler
vüs’at-i istidat : kabiliyet genişliği




OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.10.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ(DEVAMI)
Sabian: Bilmüşahede, şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedâhe, şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure, o Sânide san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir.

Ve masnuat içinde en câmi’ ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Maşaallah” deyip istihsan eden, bilbedâhe, o san’atperver ve san’atını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbup o olacaktır.

İşte, masnuatı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı “Sübhanallah, Maşaallah, Allahu ekber” diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdirle, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zâttır.

İşte, böyle bir zât ki, es-sebebü ke’l-fâil[SUP]1[/SUP] sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı onun mânevî kemâlâtına imdat[SUP]2[/SUP] veren ve risaletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mirac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arşa ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek,[SUP]3[/SUP] ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP]: bk. Tirmizî, İlim 14; Müsned 5:357; Ebû Hanîfe, el-Müsned 1:151.
[SUP]2[/SUP]: bk. Ahzâb Sûresi, 33:56; Buhârî, Ezan 8, Tefsîr (17)11; Müslüm, Salat 14; Ebû Dâvûd, Salat 37.
[SUP]3[/SUP]: bk. Necm Sûresi, 53:4-18.
Lügatler :

Allahu ekber : “Allah en büyüktür”
ayn-ı hak : doğrunun aynısı, kendisi
bahr : deniz
ber : kara
bilbedâhe : ap açık bir şekilde
bilmüşahede : gözle görüldüğü gibi
bizzarure : zorunlu olarak
câmi’ : kapsamlı
cezbe : kendinden geçme hali
es-sebebü ke’l-fâil : “birşeye sebep olan onu yapan gibidir”
feyz : bereket, nimet
istihsan : beğenme, güzel bulma
kudsî : kutsal, kusursuz ve yüce
letâif : güzel ve hoş şeyler
letâif-i san’at : sanattaki güzellikler
mahbup : sevgili
mahz-ı hikmet : hikmetin ta kendisi
masnuat : sanat eseri varlıklar
Maşaallah : Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış
mazhar : erişme, sahip olma
mehâsin : güzellikler
mevcudat : varlıklar
mezâyâ : meziyetler, üstün özellikler
misl : eş değer
muhabbet : sevgi
muhabbet-i İlâhiye : Allah’ın sevgisi
nağamât : nağmeler, hoş sesler
nazarında : gözünde, bakışında
nefs-i hakikat : gerçeğin kendisi
netâic : neticeler
nihayetsiz : sonsuz
rağbet : yöneliş, istek
rahmet : şefkat, merhamet
risalet : peygamberlik
Sâni : herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah
semâvât : gökler
Sübhânallah : “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
tahsin : güzelleştirme
tahsinat : güzelleştirmeler
takdir : birşeyin değerini anlama ve ilân etme
teşhir : sergileme
tevhid : Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etme
tezyin : süsleme
tezyinat : süslemeler
umum : bütün
velvele : coşku, haykırış
vezâif : vazifeler, görevler
zikir : Allah’ı anma
ziyade : çok, fazla


OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.11.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
İKİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ
Ey makam-ı istimâdaki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır illâ nur-u imanla görünür. Fakat bazı temsilâtla o hakikatin vücudu fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız.

İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvânât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.

Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîmdir. Öyle ise, mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.

Hem öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise, ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde, sabıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesiyle âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise, zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.
Lügatler :

âhir : son
âlem : dünya
âlem-i cismanî : maddî âlem
âlem-i süflî : aşağı, alçak âlem
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
anâsır : unsurlar; toprak, hava, su, ateş
arz : dünya
azîm : çok büyük
beşer : insanlık
câmi’ : kapsayan
câri : geçerli, yürürlükte
celb etmek : çekmek
çekirdek-i aslî : asıl çekirdek, öz
esasat : esaslar, prensipler
eşcar : ağaçlar
evvel-i fıtrat : yaratılışın başlangıcı
fehm : anlayış, kavrayış
hakikat : gerçek, doğru
Hakîm : herşeyi hikmetle yapan Allah
hasretmek : özgü kılmak
hayvânât : hayvanlar
humsu : beşte biri
illâ : ancak
işkâl etmek : zorlaştırmak, güçleştirmek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
libas : elbise
makam-ı istimâ : dinleme makamı
mehâsin-i mâneviye : mânevi güzellikler
menşe : kaynak, kök
muhtelif : çeşitli
muhteşem : ihtişamlı, görkemli
mukteza : bir şeyin gereği
mukteza-yı hikmet : hikmetin gereği
müşkül : zorluk, engel
nazar : bakış, dikkat
nazar-ı dikkat : dikkatli bakış
nazar-ı hikmet : hikmet bakışı
nazar-ı muhabbet : sevgi bakışı
nebâtât : bitkiler
nebze : az miktar
nevi : tür, çeşit
nısfı : yarısı
nur-u iman : iman nuru
nümune : örnek
sabıkan : bundan önce
sair : diğer
semere : meyve
şecere : ağaç
şecere-i âzam : büyük ağaç
şecere-i hilkat : yaratılış ağacı
şecere-i kâinat : kâinat ağacı
takrib : yaklaştırma
tazammun eden : içine alan
temsilât : temsiller, kıyaslama tarzında benzetmeler
umum : genel
vücud : varlık
zât-ı Muhammediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti



OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
4.13.ÜÇÜNCÜ ESAS-HİKMET-İ MİRAC(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ MÜŞKÜLÜN
O kadar geniştir ki, bizim gibi dar zihinli insanlar istiab ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.
Evet, âlem-i süflînin mânevî destgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlûkatının netâic-i amelleri ve cin ve insin semerât-ı ef’alleri, yine avâlim-i ulviyede temessül eder.

Hattâ, hasenat Cennetin meyveleri suretine,[SUP]1[/SUP] seyyiat ise Cehennemin zakkumları şekline[SUP]2[/SUP] girdikleri, pek çok emârat ve pek çok rivâyâtın şehadetiyle ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîmin iktizasıyla beraber, Kur’ân-ı Hakîmin işârâtı gösteriyor.

Evet, zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa’ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pek çok fevkinde ecnâs-ı mahlûkat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir, daima dolup boşalır.

İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri, elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyât-ı esmâiyedir ki, o küllî kanunlar, o küllî tecellîler ve o muhit esmâların mazharları da bir derece basit ve sâfi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvâttır ki, o âlemlerin birisi de Sidretü’l-Müntehâdaki Cennetü’l-Me’vâdır.[SUP]3[/SUP] Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennetin meyveleri suretinde-Muhbir-i Sadıkın ihbarıyla-temessül ettiği sabittir.[SUP]4[/SUP]

İşte, bu üç nokta gösteriyorlar ki, yerde olan netâic ve semerâtın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

Deme ki, “Havaî bir Elhamdü lillâh kelimem nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?”

Çünkü, sen gündüz uyanıkken güzel bir söz söylersin; bazan rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı birşey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler.

Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde, uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’âd etmemelisin.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP] : bk. Yâsîn Sûresi, 36:55:57; Duhân Sûresi, 44:27, 55; Sâd Sûresi, 38:51; Tûr Sûresi, 52:22; Rahmân Sûresi, 55:52, 67; Vâkıa Sûresi, 56:32; Mü’minûn Sûresi, 23:19; Sâffât Sûresi, 37:42.
[SUP]2[/SUP] : bk. Sâffât Sûresi, 37:62; Duhân Sûresi, 44:43; Vâkıa Sûresi, 56:52; Nebe Sûresi, 78:21-30.
[SUP]3[/SUP] : bk. Necm Sûresi, 53:15.
[SUP]4[/SUP] : bk. İbni Hibban, es-Sahîh 3:109; el-Hakim, el-Müstedrek 1:680; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:207; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4:165.
Lügatler :

âlem : dünya
âlem-i süflî : aşağı âlem, dünya
arş : gök, semâ
avâlim-i ulviye : yüce âlemler
Cennetü’l-Me’vâ : Cennetin üçüncü katının ismi
cin ve ins : cinler ve insanlar
cüz’iyat : ferdî şeyler
destgâh : tezgâh, işyeri
ecnâs-ı mahlûkat : yaratılanların cinsleri, türleri
elhamdü lillâh : “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir”
emârat : işaretler, belirtiler
esmâ : isimler
esnaf-ı mahlûkat : yaratılanların sınıfları
fevkinde : üstünde
hadsiz : sayısız
hasenat : iyilikler, sevaplar
havaî : havaya ait
hikmet-i kâinat : kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hilkat : yaratılış
ihata : kapsama, kuşatma
ihbar : haber verme
iktiza : gerektirme
intişar : yayılma
ism-i Hakîm : Allah’ın herşeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi
istiab : içine alma, kaplama
istib’ad : akıldan uzak görme
işârât : işaretler
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kesret : çokluk
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küllî : genel ve kapsamlı
küre-i arz : yerküre, dünya
küre-i zemin : yerküre, dünya
maden : kaynak
mahlûkat : yaratıklar
mahsulât : ürünler
mahşer-i masnuat : sanat eseri varlıkların toplandığı yer
mahzen : depo
masnuât : san’at eseri varlıklar
mazhar : görünme ve yansıma yeri
menba : kaynak
merkez-i tasarruf : iş ve faaliyet merkezi
meyve-i Cennet : Cennet meyvesi
Muhbir-i Sadık : doğru sözlü haber verici Peygamber Efendimiz (a.s.m.)
muhit : kapsamlı, kuşatıcı
murdar : pis, kirli, haram
mücessem : cisme bürünmüş, maddî yapısı olan
münteşir : yayılmış olan
netâic : neticeler, sonuçlar
netâic-i amel : işin neticeleri
rivâyât : rivâyetler, nakledilen şeyler
sâfi : saf, temiz
sakf : çatı, tavan
semâvât : gökler
semerât : meyveler
semerât-ı ef’al : fiillerin meyvesi, neticesi
seyyiat : kötülükler, günahlar
Sidretü’l-Müntehâ : yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Peygamberimizin (a.s.m.) ulaştığı en son makam
suret : şekil, biçim
şehadet : şahitlik, tanıklık
tahmidat : şükür ve övgüler
tecellî : yansıma, görüntü
tecelliyât-ı esmâ : Cenâb-ı Allah’ın isimlerinin yansımaları, görüntüleri
temessül : görünme, belirme
tesbihat : Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler
teşa’ub : kısım ve bölümlere ayrılma
umum : bütün
zakkum : Cehennemde bir ağacın ismi
zemin : yer


OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.1.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ
Miracın semerâtı ve faidesi nedir?

Elcevap: Şu şecere-i tûbâ-i mâneviye olan Miracın beş yüzden fazla meyvelerinden, nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEYVE
Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş.

Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı nihayetsiz ve fâni, bekàsız bir vaziyet-i dalâletkârâneden, o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile, ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektubât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hassı ve kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermiş, insan olan bütün insanlara nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.
Lügatler :

a’dâ : düşmanlar
abd-i has : özel ve seçilmiş kul
âciz : güçsüz, zayıf
âhiret : öteki dünya
ahsen-i takvim : en güzel biçim, tam kıvam
cemâl : güzellik
elhamdü lillâh : “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir”
erkân-ı imaniye : imanın rükünleri, şartları
fâni : geçici, ölümlü
hâcât : ihtiyaçlar
hadsiz : sınırsız
hakaik : gerçek mahiyetler, esaslar
hakikat : gerçek mahiyet, esas
halîl : dost
havaî : havaya ait
istib’ad : akıldan uzak görme
istihsancı : beğenen, güzel bulan
kâinat : evren, yaratılmış herşey
kemâlat : mükemmellikler, üstün özellikler
kudsî : kutsal, kusursuz ve yüce
melâike : melekler
mesrur : sevindirme
meyve-i Cennet : Cennet meyvesi
meyve-i kudsiye : kutsal, kusursuz ve yüce meyve
mücessem : cisme bürünmüş, maddî yapısı olan
müşahede etmek : görmek
müşevveş : düzensiz, karma karışık
nihayetsiz : sonsuz
nur-u ezelî ve ebedî : başlangıcı ve sonu olmayan nur
nümune : örnek
nüsha-i câmia : çok geniş ve kapsamlı nüsha, kopya
semerât : meyveler
suret : şekil, görüntü
şecere-i tûbâ-i mâneviye : mânevî tûbâ ağacı
vaziyet : durum, hal
zîşuur : şuur sahibi, bilinçli


OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.2.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
İKİNCİ MEYVE
Sâni-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin -başta namaz olarak- esasatını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir velînimetini yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur.

Temenni eder ki, “Keşke bir vasıta-i muhabere olsaydı, doğrudan doğruya o zâtla konuşsaydım. Benden ne istiyor, anlasaydım. Benden, onun hoşuna gideni bilseydim” der. Acaba, bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât Onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını, doğrudan doğruya, Mirac semeresi olarak, hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.[SUP]1[/SUP]

Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki, biri gidip dönüp haber verse! Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü’l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder; küre-i arz pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder.

İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekàda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte, beşer bu zâtı kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1
: bk. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensar 42; Müslim, Îman 279, Müsâfirîn 253; Tirmizî, Tefsîru Sûre (53)1; Nesâî, Salât 1, İftitâh 25; Müsned 1:387, 422.

[SUP] Lügatler :
[/SUP] arzukeş
: arzulu, istekli
beşer : insan
cemâl : güzellik
Cennet-i bâkiye : devamlı ve kalıcı olan Cennet
cihet : yön
esasat : esaslar, temel prensipler
habib : sevgili
hadsiz : sınırsız
hahişger : istekli
Hâkim-i Ezel ve Ebed : egemenliği zaman öncesinden sonsuza kadar devam eden Allah
hakkalyakin : bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme
hayretkâr : hayran olan
ihsan : bağış, iyilik
ins : insanlar
kabza-i tasarruf : emri altında bulundurma
kamer : ay
kemâlât : mükemmellikler, kusursuzluklar
küre-i arz : yerküre, dünya
Mâlikü’l-Mülk : bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah
Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl : bütün mülkün gerçek sahibi, heybet, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah
marziyât : Allah’ın razı olduğu şeyler
marziyât-ı Rabbâniye : Rab olan Allah’ın razı olduğu şeyler
mazhar : erişen, nâil olan
merak-âver : merak verici, düşündürücü
mevcudat : varlıklar
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
misafir-i aziz : aziz ve şerefli misafir
muhsin : bağış ve iyilikte bulunan
mumdar : ışık veren
namzet : aday
nihayetsiz : sonsuz
nisbeten : kıyasla, oranla
pervaz etmek : uçmak
Rabbü’l-Âlemin : âlemlerin Rabbi; bütün âlemleri idare ve terbiye eden Allah
saadet-âver : mutluluk verici
Sahib-i Kâinat : evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah
Sâni-i Mevcudat : bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah
semere : meyve
Sultan-ı Ezel ve Ebed : varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah
suret-i hakikî : gerçek görünüş
sürur : mutluluk, sevinç
şems : güneş
şevk : şiddetli arzu ve istek
tarif etmek : anlatmak
temenni etme : dileme, isteme
vasıta-i muhabere : haberleşme aracı
velînimet : nimeti veren
zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti[SUP]  
[/SUP] --

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.3.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
ÜÇÜNCÜ MEYVE
Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mirac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcemâlin rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki:

Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu; ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez.

Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

DÖRDÜNCÜ MEYVE
Rüyet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin:

Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir; canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar.

Hâlbuki bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rüyete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve’l-Kemâlin saadet-i ebediyede rüyetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu, insan isen anlarsın.
Lügatler :

acaib-i san’at : san’at hârikalıkları
adem : yokluk
âlem-i bekà : devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
bâki : sürekli, kalıcı
beşer : insan
derecât : dereceler
fâni : gelip geçici, ölümlü
firak-ı ebedî : sonsuz ayrılık
hakkalyakin : bizzat yaşayarak elde edilen kesin bilgi
harekât-ı zerrât : atomların hareketleri
hazâin-i rahmet : Allah’ın rahmet hazineleri
hengâm : zaman
hilâf-ı akıl ve hikmet : akla ve hikmete aykırı
idam-ı ebedî : sonsuz yok oluş
ihsan : bağış, iyilik
ins : insanlar
kat’iyen : kesinlikle
kemâl : mükemmellik
kemâl-i merak : tam bir merak
kıymet : değer
kıymettar : kıymetli, değerli
kurb-u şahane : padişaha yakınlık
leziz : lezzetli
mahkûm : hükümlü
mevcudat : varlıklar
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
muhabbet : sevgi
mü’min : imanlı, Allah’a inanan
müşahede etmek : görmek
nisbeten : kıyasla, oranla
perestiş : aşırı derece sevmek
Rahmân-ı Zülcemâl : sonsuz güzellik ve merhamet sahibi olan Allah
rahmet : merhamet, şefkat
rüyet-i cemâlullah : Allah’ın güzelliğini seyretme
saadet-âver : mutluluk verici
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
seyl-i zaman : zamanın akışı
sürur : mutluluk, sevinç
şuûnât : haller, işler, fiiller
tarif etmek : anlatmak
tezayüd etmek : artmak
vaziyet-i mevhume-i canhıraşâne : yürek paralayıcı olarak farz edilen durum
vücud : varlık
zât-ı Ahmediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti
Zât-ı Zülcelâl : sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah
zelzele-i zevâl ve firak : gelip geçicilik ve ayrılık sarsıntısı
zîcemâl : güzellik sahibi
zîihsan : bağış ve iyilik sahibi
zîkemâl : kemâl ve olgunluk sahibi



OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.4.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir.

Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor.

Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere denilse, “Sen müşir oldun”; ne kadar memnun olur.

Halbuki, fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden “Ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rüyet-i cemâline de muvaffak olursun” denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Lügatler :
âciz : güçsüz, zayıf
âdi : basit, sıradan
bâki : devamlı, kalıcı
biçare : çaresiz
cevelân : dolaşma, gezme
derece-i kıymet : kıymet derecesi
ebedî : sonsuz
elyak : en layık
fâni : geçici, ölümlü
firak : ayrılık
hayvan-ı nâtık : konuşan canlı
ilhad : dinsizlik, inkâr
ins : insanlar
iştiyak : şiddetli arzu ve istek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
Kerîm : sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan Allah
kıymettar : kıymetli, değerli
lemeât : parıltılar
mahlûk : yaratık
makam-ı fahr : övünme makamı
makam-ı istimâ : dinleme makamı
mazlum : zulme uğrayan
medar-ı sürur : sevinç ve neşe vesilesi
mevcudat : varlıklar
muhabbet : sevgi
muvaffak : başarılı olma, erişme
Müslim : Müslüman
müşir : mareşal
nazdar : nazlı
nefer : asker, er
nihayetsiz : sonsuz
nisbet : kıyas, oran
rahmet : şefkat, merhamet
sukut : alçalma
sürur : mutluluk, sevinç
vüs’at : genişlik
zevâl : gelip geçicilik, yokluk
zîşuur : şuur sahibi, bilinçli


OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.5.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
Meselâ, seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki, herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı; her taraf müthiş cenazelerle dolu; işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır.

İşte biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse; düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse; o yetimâne ağlayışlar, senâkârâne “Yaşasın”lar hükmüne girse; ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse; kendi sürurumuzla beraber herkesin süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurâne olduğunu elbette anlarsın.

İşte, Mirac-ı Ahmediyenin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit, yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş; ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firak ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mirac olan hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih;[SUP]1[/SUP] ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek;[SUP]2[/SUP] ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP]: bk. Ra’d Sûresi, 12:13; İsrâ Sûresi, 17:44; Nûr Sûresi, 24:41; Zümer Sûresi, 39:75.
[SUP]2[/SUP]: bk. Bakara Sûresi, 2:46, 156; Mü’minûn Sûresi, 23:160.
Lügatler :

adem-âbâd : yokluklarla dolu
ahbap : sevgililer, dostlar
âzâd : serbest bırakma
cennet-misal : cennet gibi
cirim : büyük cisim
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
ecel : ölüm zamanı
firak : ayrılık
garât : gasplar, yağmalar
hakaik-i erkân-ı imaniye : iman esaslarının hakikatleri
hakikat : gerçek
hâmi : koruyucu
hengâm : zaman, an
huşû : korkuyla karışık sevgiden gelen edepli hal
huzû : Allah’ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme
ibadetkâr : ibâdet eden
ihzar : hazırlama
istikbal : gelecek
kâinat : evren, yaratılmış herşey
merhametkâr : merhametli, şefkatli
mesrurâne : sevinçli
mevcudat : varlıklar
mevki : yer
mevt : ölüm
meyus : ümitsiz
meyve-i Mirac : Mirac meyvesi
muzır : zararlı
müsebbih : tesbih eden; Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anan
müşterek : ortak
müz’iç : rahatsız edici
nazar-ı dalâlet : inançsızlık bakışı
nevi : tür
nur-u iman : iman nuru
sadâ : ses
sahrâ-yı kebir : büyük çöl
suret : şekil, görüntü, biçim
sürur : mutluluk, sevinç
tasvir : anlatma, ifade etme
terhis : görevin sona ermesi
terhisat : görevin sona ermesi
yetimâne : yetim gibi, yetimce
zâkir : zikreden, Allah’ı anan
zevâl : gelip geçicilik, yokluk
zikir : Allah’ı anma


OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
5.6.DÖRDÜNCÜ ESAS-MİRACIN SEMERÂTI VE FÂİDESİ(DEVAMI)
BEŞİNCİ MEYVE(DEVAMI)
İkinci temsil: Seninle biz sahrâ-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden, bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte, o sahrâ-yı kebir bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hadisat içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağidar olan istikbali, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mirac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi Onun misafirleri, memurları, istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istimâda olan zât diyor ki: “Cenâb-ı Hakka yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i imanı kazandım.”

Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatine mazhar etsin. Âmin.
اَللّٰهُمَّصَلِّعَلٰىمَنِانْشَقَّبِاِشَارَتِهِالْقَمَرُوَنَبَعَمِنْاَصَابِعِهِالْمَاۤءُكَالْكَوْثَرِصَاحِبِالْمِعْرَاجِوَمَازَاغَالْبَصَرُسَيِّدِنَامُحَمَّدٍوَعَلٰۤىاٰلِهِوَاَصْحَابِهِاَجْمَعِينَمِنْاَوَّلِالدُّنْيَااِلٰۤىاٰخِرِالْمَحْشَرِ[SUP]1[/SUP]

سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَاۤاِلاَّمَاعَلَّمْتَنَاۤاِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ [SUP]2[/SUP]

رَبَّنَاتَقَبَّلْمِنَّاۤاِنَّكَاَنْتَالسَّمِيعُالْعَلِيمُ [SUP]3[/SUP]

رَبَّنَالاَتُؤَاخِذْنَاۤاِنْنَسِينَاۤاَوْاَخْطَاْنَا [SUP]4[/SUP]

رَبَّنَالاَتُزِغْقُلُوبَنَابَعْدَاِذْهَدَيْتَنَا [SUP]5[/SUP]

رَبَّنَاۤاَتْمِمْلَنَانُورَنَاوَاغْفِرْلَنَاۤاِنَّكَعَلٰىكُلِّشَىْءٍقَدِيرٌ [SUP]6[/SUP]

وَاٰخِرُدَعْوٰيهُمْاَنِالْحَمْدُِللهِرَبِّالْعَالَمِينَ [SUP]7[/SUP]

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP] : Allahım! Onun işaretiyle ay parçalanan, parmaklarından kevser gibi sular akan, gözün asla şaşmadığı Mirac mu’cizesinin sahibi, Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına, dünyanın iptidâsından mahşerin âhirine kadar salât et.
[SUP]2[/SUP] : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
[SUP]3[/SUP] : “Dualarımızı kabul et, ey Rabbimiz. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin.” Bakara Sûresi, 2:127.
[SUP]4[/SUP] : “Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
[SUP]5[/SUP] : “Ey Rabbimiz, bizi hidayete eriştirdikten sonra kalblerimizi tekrar sapıklığa meylettirme.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:8.
[SUP]6[/SUP] : “Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin herşeye gücün yeter.” Tahrim Sûresi, 66:8.
[SUP]7[/SUP] : “Onların duaları, ‘Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleriyle sona erer.” Yûnus Sûresi, 10:10.


Lügatler :

Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun
âmin : Allahım kabul eyle
biçare : çaresiz
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
dağidar : üzüntülü, kederli
hadisat : hadiseler, olaylar
hamd : şükür ve övgü
harekât-ı zerrât : atomların hareketleri
ilhad : dinsizlik, inkâr
istikbal : gelecek
kemâl-i iman : tam ve mükemmel iman
kerîm : cömertlik ve ikram sahibi
makam-ı istimâ : dinleme makamı
marziyât-ı İlâhiye : Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler
mazhar : erişme, nail olma
mevcudat : varlıklar
nazar-ı dalâlet : inançsızlık bakışı
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sahrâ-yı kebir : büyük çöl
semere-i Mirac : Mirac meyvesi
seyl-i zaman : zamanın seli, akışı
şefaat : af için aracılık
tahrik : harekete geçirme
tevhid : birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
zulümat : karanlıklar

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.1.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)
بِسْمِاللهِالرَّحْمٰنِالرَّحِيمِ
اِقْتَرَبَتِالسَّاعَةُوَانْشَقَّالْقَمَرُ - وَاِنْيَرَوْااٰيَةًيُعْرِضُواوَيَقُولُواسِحْرٌمُسْتَمِرٌّ [SUP]1[/SUP]
KAMER GİBİ parlak bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsaydı, umum âleme malûm olurdu; bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi.
Elcevap: İnşikak-ı kamer, dâvâ-yı nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden, hem ihtilâf-ı metâli ve sis ve bulutlar gibi rüyete mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususî kaldığından ve tarassudât-ı semâviye pek az olduğundan, bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek elbette lâzım değildir. [SUP]2[/SUP] Şakk-ı kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan, şimdilik Beş Noktayı dinle.
BİRİNCİ NOKTA
O zaman, o zemindeki küffârın gayet şedit derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmin [SUP]3[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَرُ demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’ân’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hadise o küffarca kat’î ve vaki bir hadise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak’aya dair siyer ve tarih, o vak’a ile münasebettar küffârın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız, [SUP]4[/SUP]وَيَقُولُواسِحْرٌمُسْتَمِرٌّ âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hadiseyi gören küffar “Sihirdir“ demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş” demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki, “Böyle bir hadiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem (a.s.m.) hakkında hâşâ! ”Yetim-i Ebu Talib’in sihri semâya da tesir etti” dediler. [SUP]5[/SUP]
İKİNCİ NOKTA
Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: “İnşikak-ı kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. [SUP]6[/SUP] Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhaldir. Halley gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi tevatürle vücudu kat’îdir” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesâilde teşkikât-ı vehmiye yapmak akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

[SUP]1[/SUP] : “Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar ise, ne zaman bir mu’cize görseler yüz çevirir ve ‘Bu daimî bir sihirdir’ derler.” Kamer Sûresi, 54:1-2.
[SUP]2[/SUP] : bk. en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 17:143; İbni Kuteybe, Te’vilü Muhtelifi’l-Hadis 1:21-25.
[SUP]3[/SUP] : “Ve Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.
[SUP]4[/SUP] : “Bu daimî bir sihirdir’ derler.” Kamer Sûresi, 54:2.
[SUP]5[/SUP] : bk. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 54; Müsned 3:165; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 27:84-85; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126; el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 2:268.
[SUP]6[/SUP] : bk. el-İcî, Kitabü’l-Mevakıf 3:405-406; el-Âmidî, Gayetü’l-Meram 1:356; İbni Teymiyye, el-Cevabü’s-Sahih 1:414; 2:44; eş-Şehristânî, el-Fark Beyne’l-Firâk 1:313; et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd 5:17.

Lügatler :

adem-i vuku : olayın meydana gelmemesi
âlem : dünya
beyan : açıklama
cemaat : topluluk
cemaat-i kesire : büyük ve kalabalık topluluk
dâvâ-yı nübüvvet : peygamberlik iddiası
dehşetli : korkunç
eâzım-ı muhakkikîn : gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen büyük âlimler
ekser : çoğunluk
esbab : sebepler
etraf-ı âlem : dünyanın her tarafı
evham : kuruntular, şüpheler
evhâm-ı fâside : asılsız, boş kuruntular
Fahr-i Âlem : bütün varlık âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)
feylesof : felsefeci
hadise : olay
hakikat : gerçek, doğru
hâşâ : asla, kesinlikle öyle değil
hususî : özel
ihbar : haber verme
ihtilâf-ı metâli : Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu
inhisâf : ay tutulması; gözden düşürme, perdeleme
inkâr : kabul etmeme, inanmama
inşikak : bölünme, yarılma
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
iptal-i dâvâ : iddiâyı çürütme
ittifak : birleşme
kâfi : yeterli
kamer : ay
kat’î : kesin
kizb : yalan
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
küffar : kâfirler
malûm : bilinen
mâni : engel
menkul : nakledilen, anlatılan
mesâil : meseleler
mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mu’cize-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in mu’cizesi
mufarakat-i Ahmediye : Hz. Peygamberden ayrılma
muhakemesiz : değerlendiremeyen, akıl yürütemeyen
muhal : imkânsız
mukallit : taklitçi
münasebettar : ilişkili, bağlantılı
mütevatir/tevatür : çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
rüyet : görme
sair : diğer
semâ : gök
serrişte : ipucu, tutamak, bahane
siyer : Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim, İslâm tarihi
şakk-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
şedit : şiddetli
şuhudî : açıkça, gözle görür derecede
taammüm : yayılma, genelleşme
tarassudât-ı semâviye : gökyüzünü gözetlemeler
tarih-i beşer : insanlık tarihi
tekzib : yalanlama
teşkikât-ı vehmiye : vehmî ve asılsız şüpheler, tereddütler
umum : bütün
vak’a : olay
vaki : olmuş, meydana gelmiş
vakt-i gaflet : dalgınlık vakti, uyku anı
vuku bulmak : meydana gelmek
vücud : varlık
Yetim-i Ebu Talib : Ebu Talib’in Yetimi
zemin : yer
zeyl : ilâve, ek

OTUZ BİRİNCİ SÖZ MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.3.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ(DEVAMI)
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)(DEVAMI)
BEŞİNCİ NOKTA
İnşikak-ı kamer, kendi kendine, bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hadise değil ki, âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resulünün risaletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, harikulâde olarak o hadiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i Rububiyetin istediği insanlara, ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir.

O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâli haysiyetiyle, bazı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hadiseyi görmeye mâni pek çok esbaba binaen gösterilmemiş.

Eğer umum onlara dahi gösterilseydi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı iman ise, aklın ihtiyarıyladır sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hadise-i semâviye olarak gösterilseydi, risalet-i Ahmediye ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.
Lügatler :

âdi : basit, sıradan
aktâr-ı zemin : yeryüzünün dört bir tarafı
akvâm : kavimler, milletler
bedâhet : ap açıklık
binaen : –dayanarak
burhan : güçlü delil
cehalet : cahillik
dâvâ-yı nübüvvet : peygamberlik dâvâsı
delâlet : delil olma, işaret etme
elhasıl : özetle, sonuç olarak
esbab : sebepler
esbab-ı mânia : engel olan sebepler
gurup : güneşin batışı
haysiyet : itibar
hikmet-i risalet : peygamberliğin hikmeti
hikmet-i Rububiyet : rububiyetin hikmeti
hususiyet : özel oluş
hüccet : delil
icmâ : fikir birliği
ika etme : yapma, yaptırma
iktiza : gerektirme
ilzam-ı hüccet : delille susturma
imkân : olabilirlik
kamer : ay
kâselis : çanak yalayıcı, dalkavuk
maatteessüf : ne yazık ki
mâni : engel
mu’cize-i nübüvvet : peygamberlik mu’cizesi
nübüvvet : peygamberlik
resul : peygamber
risalet : peygamberlik
risalet-i Ahmediye : Hz. Muhammed’in peygamberliği
sırr-ı hikmet : hikmetin sırrı
sırr-ı irşad : doğruyu ve hakkı gösterme sırrı
sırr-ı teklif : kulluk ve imtihan sırrı
suret : şekil
şems : güneş
tabiî : doğal, tabiat gereği
tasdik : doğrulama
tenvir : aydınlatma
tesadüfî : rastgele
umum : bütün
vuku : olma, meydana gelme
zayi olmak : kaybolmak

OTUZ BİRİNCİ SÖZ
MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR
6.4.ON DOKUZUNCU VE OTUZ BİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ(DEVAMI)
ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DÂİRDİR(A.S.M.)(DEVAMI)
Elhasıl: Şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı, kat’î ispat edildi. Şimdi, vukuuna delâlet eden çok burhanlarından altısına [SUP]HAŞİYE[/SUP] işaret ederiz.

Şöyle ki: Ehl-i adalet olan Sahabelerin, vukuuna icmâı; ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin [SUP]1[/SUP]وَانْشَقَّالْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı;[SUP]2[/SUP] ve ehl-i rivâyet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi;[SUP]3[/SUP] ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti; ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemanın tasdiki; ve nass-ı kat’î ile, dalâlet üzerine icmâları vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin[SUP]4[/SUP] o vak’ayı telâkki-i bilkabul etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri ispat eder.

Elhasıl, buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi; hakikat ise diyor ki:

Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu’cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti.
Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.
عَلَيْهِوَعَلٰۤىاٰلِهِالصَّلاَةُوَالتَّسْلِيمَاتُمِْلأَاْلاَرْضِوَالسَّمٰوَاتِ [SUP]5[/SUP]
سُبْحَانَكَلاَعِلْمَلَنَاۤاِلاَّمَاعَلَّمْتَنَاۤاِنَّكَاَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ [SUP]6[/SUP]
اَللّٰهُمَّبِحَقِّمَنِانْشَقَّالْقَمَرُبِاِشَارَتِهِاجْعَلْقَلْبِىوَقُلوُبَطَلَبَةِرَسَاۤئِلِالنُّورِالصَّادِقِينَكَالْقَمَرِفِىمُقَابَلَةِشَمْسِالْقُرْاٰنِاٰمِينَاٰمِينَ[SUP]7[/SUP]

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]HAŞİYE[/SUP]: Yani, altı defa icmâ suretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maatteessüf kısa kalmıştır.
[SUP]1[/SUP]: “Ve Ay yarıldı.” Kamer Sûresi, 54:1.
[SUP]2[/SUP]: bk. el-Vâhidî, el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz 1:370; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 2784-87; el-Kurtubî, el Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126-127; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr 7:672.
[SUP]3[/SUP]: bk. Abdullah İbni Mes’ud tariki; Buhârî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn 44-45; Tirmizî, Tefsîr 54. Abdullah İbni Ömer tariki; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 45. Tirmizî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Abdullah İbni Abbas tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Enes İbni Malik tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Tefsîr (54) 1, Menâkıbu’l-Ensâr 36; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre 54; Huzeyfe İbnu’l-Yeman tariki; et-Taberî, Câmiü’l-Beyân 27:51; Abdurrezzak, el-Musannef 3:193-194; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:280-281. Cübeyr İbni Mut’im tariki; Tirmizî Tefsîru Sûre 54; Müsned 4:82; İbni Hibban, es-Sahih 14:422.
[SUP]4[/SUP]: bk. Ebû Dâvûd, Fiten ve Melâhim 1;Tirmizî, Fiten 7; İbni Mâce, Fiten 7.
[SUP]5[/SUP]: Ona ve âline, yer ve gökler dolusunca salât ve selâm olsun.
[SUP]6[/SUP]: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Suresi, 2:32.
[SUP]7[/SUP]: Allahım! Bir işaretiyle ay parçalanan zâtın hürmetine, benim kalbimi ve Risale-i Nur’un sadık talebelerinin kalblerini, Kur’ân güneşine mukabil bir ay hükmüne getir. Âmin, âmin.

Lügatler :

âlem-i ulvî : yüce âlem
arz : yer, dünya
cenah : kanat
cism-i arzî : dünyaya ait cisim, beden
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
ehl-i adalet : adaletle davranan kimseler
ehl-i arz : yer ehli, dünyalılar
ehl-i semâvat : gök ehli, melekler ve ruhanîler
ehl-i tahkik : gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
elhasıl : özetle, sonuç olarak
evc-i kemâlât : mükemmelliklerin en üst derecesi
evliya : veliler
hakikat : gerçek
hasm : düşman
Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet : peygamberlik meclisinin mührü olan Peygamberimiz
icmâ : fikir birliği, birleşme
ilm-i kelâm : iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı
ilzam : susturma, cevap veremez hale getirme
inşikak-ı kamer : Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
ittifak : birleşme, birlik
Kab-ı Kavseyn : Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda Cenâb-ı Hakla bu makamda bizzat görüşmüştür
kamer : ay
kamer-i münîr : nurlandıran ve aydınlatan ay
keramet-i uzmâ : en büyük keramet
mahbubiyet : sevgili olma; Allah’ın muhabbetine erişme
medar-ı fahr : övünç kaynağı
meslek : usül, metod
Mirac : Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk
mu’cize : bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey
mu’cize-i kübrâ : en büyük mu’cize
muhaddisîn : hadis ilmiyle uğraşan âlimler
muhtelif : çeşitli
müfessir : Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden, yorumlayan kimse
mütebahhir : ilmi derin olan
nam : ad
nass-ı kat’î : Kur’ân ve Hadis’in hükmüyle kesinlik kazanan hususlar
nuranî : nurlu, parlak
risalet : peygamberlik
rüçhaniyet : üstünlük
Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
sekene : sâkinler, ikâmet edenler
semâ : gök
semâvat : gökler
semâ-yı risalet : peygamberlik semâsı, göğü
senet : hadis naklinde Hz. Peygambere varıncaya kadar uzanan isimler zinciri
sıddıkîn : daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar
şehadet : şahitlik, tanıklık
tahkik : doğruluğunu araştırma
tarik : yol
tasdik : doğrulama, onaylama
tefsir : Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu
telâkki-i bilkabul : kabul ile karşılama
ubûdiyet : kulluk
ulema : âlimler
umum : bütün
ümmet-i Muhammediye : Peygamberimiz Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar
vak’a : olay
velâyet : velilik
vuku : olma, meydana gelme
zât-ı Ahmediye : yüksek velâyet sahibi olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti
ziyadar : ışıklı, parlak


Muhterem Kardeşlerim...
41 gündür sürdürdüğümüz Risale-i Nur Külliyatının 31.Sözü olan Miraç Risalesini ve bu vesileyle 13.Müstakil Risale-i Nur eserini tamamlamış durumdayız Elhamdülillah...
Ekteki dosyada bu 41 günlük paylaşımı lugatli word belge olarak bulabilirsiniz.Yine bu Miraç risalesini web üzerinden lugatli olarak okumak isterseniz
Sorularla Risale | Risale-i Nur Külliyatı | Otuz Birinci Söz

Yine web üzerinden açıklamalı olarak incelemek isterseniz
Sorularla Risale | Ana Sayfa

mp3 ses dosyası olarak İhsan Atasoy hocamızın okuyuşuyla dinlemek isterseniz
https://skydrive.live.com/?cid=C21EAF44793B76B7&id=C21EAF44793B76B7!140&sc=documents

görüntülü ders olarak izlemek isterseniz
http://www.nurpenceresi.com/index.php?oku=1585
Nur Penceresi » Mi'rac Risalesi Dersleri

linklerinden faydalanabilirsiniz....

Allah miracın ruhunu kavrayan ve namaz-âmenerrasulü ayetleri-şirk dışında her günahın samimi tevbeyle affedilebileceği hediyelerinden nasiplenen kullarından olmayı cümlemize nasip etsin...
Selam ve dua ile...

OTUZ BİRİNCİ SÖZ-MİRAC-I NEBEVİYEYE(A.S.M.)DAİRDİR.zip
389K Görüntüle İndir
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst