Tamirci Atom Bombasından Bir Numune
NUR TALEBELERİ tarafından soruldu ki NUR RİSALELERİNDE denilmiş; "KÜFR-Ü mutlakın dehşetli tahribatına karşı tamirci bir ATOM BOMBASI RİSALE-İ NUR'dur.” Bunun bir numunesini isteriz.
ELCEVAP: ASA-YI MUSA mecmuaları hususen ve numunesi Altıncı, Yedinci Sekizinci Mes'eleler ve Sekizinci Onbirinci Hüccet-i İmaniye ki: En derin bir feylesofla bir çocuk onlardan en derin hakikatı anlıyabilir ve vehim ve vesveseli bırakmaz.
Said NursiNUR TALEBELERİ tarafından soruldu ki NUR RİSALELERİNDE denilmiş; "KÜFR-Ü mutlakın dehşetli tahribatına karşı tamirci bir ATOM BOMBASI RİSALE-İ NUR'dur.” Bunun bir numunesini isteriz.
ELCEVAP: ASA-YI MUSA mecmuaları hususen ve numunesi Altıncı, Yedinci Sekizinci Mes'eleler ve Sekizinci Onbirinci Hüccet-i İmaniye ki: En derin bir feylesofla bir çocuk onlardan en derin hakikatı anlıyabilir ve vehim ve vesveseli bırakmaz.
Meyve Risalesinden
Altıncı Mes’ele
Risale-i Nur'un çok yerlerinde îzahı ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan İman-ı billâh rüknünün binler külli bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler:
- "Bize Hâlıkımızı tanıttır. Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar."dediler.
Ben dedim:
-Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allahtan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Meselâ: Nasıl ki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakim bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczahânesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zihayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde-okuduğunuz fenn-i tıb mikyasiyle-Küre-i Arz eczahâne-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem Meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede-okuduğunuz fenn-i makine mikyasiyle- Küre-i Arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
(Sh: N-9)
Hem Meselâ: Nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip, içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iâşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dâirede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen tâifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçâre zîhayatlara getiren ve Küre-i Arz denilen bu Rahmâni iâşe anbarı ve bu sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbâni, ne derece o fabrikadan büyük mükemmel ise, -okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyasiyle- o kat'iyyette ve o derecede Küre-i Arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
Hem Nasıl ki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimâl ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandanı; tek başiyle bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak verdiği acip ordu ve ordugâh, şüphesiz bedahetle ve hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânide nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'i çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmıyarak ve şaşırmıyarak bir tek kumandan-ı âzam tarafından verilen Küre-i Arzın bahar oldugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, -sizin okuyacağınız fenn-i askeri mikyasiyle-dikkatli ve aklı başında olanlara o derece Küre-i Arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir. Ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
Hem Nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek heryeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu'cizekâr
(Sh: N-10)
ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretle ve tebriklerle tanıttırır; yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı kozmoğrafyanın dediğine bakılsa, Küre-i Arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde; intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, Küre-i Arz'dan bir milyon defadan ziyad[FONT="][/FONT]e büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşıyan ve bir misafirhane-i Rahmaniyyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün Küre-i Arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin Arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı ışık parmaklariyle gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede-sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasiyle-bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini o nurâni yıldızları şâhid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.
Hem Meselâ: Nasıl ki bir kitap bulunsa ki: Bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur'aniye yazılmış, gayet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini te'yid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlı gösteren bir acip mecmua; şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemalâtiyle, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. "Maşâllah... Barekâllah" cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de: Bu kâinat kitab-ı kebiri ki, bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda; üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üçyüz bin nebati ve hayvani tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmıyarak, şaşırmıyarak, mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede, bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam ve fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz ve nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misâldeki kitaptan ne derece büyük ve mü
(Sh: N-11)
kemmel ve mânidar ise, o derecede - sizin okuduğunuz fenn-i hikmetül-eşya ve mektebte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyasiyle ve dürbin gözleriyle-bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemalâtiyle tanıttırır. "Allahu ekber"cümlesiyle bildirir. "Sübhanallah" takdisiyle târif eder. "Elhamdülillah" senâlarıyla sevdirir.
İşte, bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususi aynasiyle ve durbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelâlini Esmasiyle bildirir. Sıfatını, kemalâtını tanıttırır.
İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı Vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan çok tekrar ile en ziyâde [FONT="]خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ [/FONT] ve [FONT="]رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ [/FONT] âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamiyle kabûl edip tasdik ederek "Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık Allah senden razı olsun"dediler.
Ben de dedim. İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber, hadsiz maddi mânevi düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber, hadsiz zahiri ve batıni ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir bîçâre mahlûk iken, birden iman ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişâha iman ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpu[FONT="][/FONT]slara da tekrar ile derim."Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan
(Sh: N-12)
Saraylarda da olsa zindandadır. bedbahttır"Hatta bir ihtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuy[FONT="][/FONT]o[FONT="][/FONT]rum; belki terhis ile saadete gidiyorum.Fakat ben de sizi idam-ı ebedi ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikamımı alıyorum." [FONT="]لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ [/FONT] diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.
[FONT="]سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ[/FONT]
* * *
Meyve Risalesinden
Yedinci Mesele
(Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.)
[FONT="]بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ[/FONT]
[FONT="]وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ . مَا خَلَقَكٌمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ . فَانْظُرْ اِلىَ اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْىِ الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اَنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ[/FONT]
Bir zaman Kastamonu'da "Hâlıkımızı bize tanıttır" diyen lise talebelerine-sâbık Altıncı Mes'elede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi Denizli hapishânesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından âhirete bir iştiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir, ta ki nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın; daha böyle hapislere sokmasın" dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sâbıkan Altıncı Mes'eleyi okuyanların arzuları ile âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nurdan bir kısacık hulâsa ile derim.
Nasıl ki "Altıncı Mes'ele"de biz, Hâlıkımızı Arzdan, semavattan sorduk; onlar, fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar.Aynen biz de âhiretimizi başta O bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur'anımızdan, sonra sâir Peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız.
(Sh: N-14)
İşte birinci mertebede âhireti Allahtan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlariyle ve bütün isimleriyle ve sıfatlariyle, "Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum" ferman ediyor."Onuncu Söz" oniki parlak ve kat'i hakikatler ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını isbat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifâen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet mâdem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Elbette Rububiyyet-i Mutlaka mertebesinde bir Saltanat-ı Sermediyenin, o saltanata iman ile intisab ve itaat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı; ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı o Rahmet ve Cemâle, O izzet ve Celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbül-Âlemin ve Sultan-üd-deyyan isimleri cevap veriyorlar
Hem madem, güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumi rahmet ve ihatalı ve şefkat ve kerem, gözümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları Cennet hûrileri gibi giydirip süslendirip ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız,yiyiniz" dediği gibi, bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahiresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nazeninâne beslediği bu sevimli minnettarları ve perestişkârları olan mü'min insanları idam etmez. Belki onları, daha parlak rahmetlere mazhar etmek için hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye Rahim ve Kerim isimleri sualimize cevap veriyorlar. "El Cennetü Hakkun" diyorlar
Hem mâdem, biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Meselâ: insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden, yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisâtı o kuvvecikte
(Sh: N-15)
yazıp, onu bir kütüphâne hükmüne getirip ve insanın haşîrde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a'mâlinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile, her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezeli hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile a'zalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenâsüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemâl içinde, masnuatı bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri taği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adâlet-i Sermediye elbette ve hiç şüphe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi; o Hikmet-i ezeliye o Adâlet-i Sermediye âhiretsiz olmazlar. Ve ölümde, en zâlimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adâletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir veçhile müsaade etmezler, diye Hakim ve Hakem ve Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'i cevap veriyorlar.
Hem mâdem, bütün zihayat mahlûkların elleri yetişmediği ve iktidarları dâiresinde olmayan bütün hâcatlarını, bütün fıtri matlaplarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtri ve ihtiyac-ı zarûri dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahim ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybi tarafından verildiğinden ve ihtiyari olan daavât-ı insaniyyenin, husûsen havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı-yedisi hilâf-ı adet makbûl olmasından kat'i anlaşılıyor ki: Her dertlinin ahını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semi' ve Mucib perde arkasında var. Bakar ki; en küçük bir zihayatın en küçük bir ihtiyacını görür. Ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve her hâlde, hiçbir şüphe ihtimâli kalmaz ki; mahlûkların en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın en ehemmiyetli ve umumi ve umum kâinatı ve umum esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye âit dualarını
(Sh: N-16)
içine alan; ve nev-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri; arkasına alıp, onlara duasına "âmin, âmin" dedirten; ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin, hiç olmazsa kaç defa ona salâvat getirmekle onun duasına "âmin,âmin" diyen; ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirak ederek "Evet ya Rabbenâ, istediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz" diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerâit altında, beka-i uhrevi ve saadet-i ebediye için, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın - haşrin hadsiz esbab-ı mucibesinden-yalnız tek duası, Cennetin vücuduna; ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir, diye Mucîb ve Semi' ve Rahim isimleri bizim suâllerimize cevap veriyorlar.
Hem madem, gündüz bedahetle güneşi gösterdiği gibi zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde külli ölmek ve dirilmekde, perde arkasında bir mutasarrıf; gayet intizamla koca Küre-i Arzın bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı, bir çiçek suhûletinde ve mizanlı ziynetinde; ve zemin sahifesinde üçyüzbin haşir ve neşrin nümune ve misâllerini gösteren üçyüzbin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat tâifelerini (onda yazar; beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmıyarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatâsız, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir Kalem-i Kudret bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi; koca kâinatı, bir hânesi misüllû insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek; ve o insanı, halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sâir zihayatlara bir derece zâbitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve Hitâbât-ı Sübhaniyesine ve sohbetine müşerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvi fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat'î vaad ve ahdettiği hâlde; elbette ve hiç bir şüphe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti, o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek, diye Muhyi ve Mümit ve Hayy ve Kayyum ve Kadir ve Alim isimleri Hâlıkımızdan sormamıza cevap veriyorlar.
(Sh: N-17)
Evet, her baharda, bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebâti ve hayvâni üçyüzbin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Musa Aleyhimessalâtü vesselâmların her birinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman karşı karşıya hayâlen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misâlini ve bin delilini, iki bin baharda (l) gösterdiği görülecek. Ve böyle bir kudretten haşr-i cismâniyi uzak görmek bin derece körlük ve akılsızlıktır.
Hem mâdem nev-i beşerin en meşhurları olan yüzyirmi dört bin peygamberler ittifakle saadet-i ebediyeyi ve beka-yı uhreviyi Cenab-ı Hakkın binler vaad ve ahidlerine istinaden ilân edip mu'cizeleriyle doğru olduklarını isbat ettikleri gibi; hadsiz ehl-i velâyet, keşf ile ve zevk ile aynı hakikata imza basıyorlar; elbette o hakikat güneş gibi zâhir olur. Şüphe eden divâne olur.
Evet bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir-iki zâtın o fen ve o san'ata âit hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, -hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes'elede, meselâ: Ramazan hilâlini yevm-i şevkte isbat etmek ve "Süt konservelerine benzeyen ceviz-i Hindi bahçesi rû-yi zeminde var" diye dâvâ etmekte iki isbat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip dâvâyı kazanıyorlar. Çünkü, isbat eden, yalnız bir ceviz-i Hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefy ve inkâr eden, bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvasını isbat edebildiği gibi, cenneti ve dar-ı saadeti ihbar ve isbat eden yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefy ve inkâr eden bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermkle ancak inkârını ve nefyini isbat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki, hususi bir yere bakmayan ve îmanî hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar (zâtında muhâl olmamak şartiyle) isbat edilmez, diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasi kabul etmişler.
__________
(l) Sabık herbir bahar, kıyameti kopmuş, ölmüş ve karşısındaki bahar onun haşri hükmündedir.
(Sh: N-18)
İşte bu kat'i hakikata binâen binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imani mes'elelerde bir tek muhbir-i sadıka karşı hiçbir şüphe hattâ vesvese vermemek lâzım iken; yüzyirmi bin isbat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve eshab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede aklı gözüne inmiş, kalbsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş bir kaç feylesofun inkârlariyle şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divânelik olduğunu kıyas ediniz.
Hem mâdem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde,hem etraefımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inâyet-i dâime müşâhede ediyoruz. Ve dehşetli bir saltanat-ı Rubûbiyet ve dikkatli bir adâlet-i âliye ve izzetli icraat-ı Celâliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in'amları ona bağlanmış bir rahmet; ve kavm-i Nuh ve Hud ve Sâlih aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semud ve Fir'avun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir Adâlet; ve
[FONT="]وَمِنْ اَيَآتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمآءُ وَالاَرْضُ بَاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الاَرْضِ اِذَآ اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ [/FONT] âyeti, azametli bir icaz ile der:
Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran muti askerler bir kumandanın çağırmasiyle silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi. Aynen öyle de, bu iki kışlanın misâlinde ve emre itaatında, koca semavat ve Küre-i arz, Sultan-ı Ezelinin askerlerine iki muti kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrâfilin (A.S.) borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhâl ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, Melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti
(Sh: N-19)
anlaşılan bir Saltanat-ı Rububiyyet; elbette ve elbette ve herhalde ve hiç şüphe getirmez ki, (Onuncu Sözde isbatına binâen) o rahmet ve hikmet ve inayet ve adâlet ve Saltanat-ı Sermediyenin gayet kat'i istedikleri dâr-ı âhiret ve dâire-i haşir ve neşrin açılmamasiyle o nihayetsiz Cemal-i Rahmet, nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi; ve o hadsiz kemâl-i hikmet hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi; ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi; ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adâlet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması; ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli Saltanat-ı sermediye, sukut etmesi; ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması; ve Kemâlât-ı Rububiyeti, acz ve kusur ile lekedar olması hiç bir cihet-i imkânı yok; hiç bir akıl ihtimâl vermez; yüz muhal içinde birden bulunur; dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni'dir. Çünki; Nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i dâimiye iştiyak hissini verdiği hâlde onu ebedi idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik; ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı hâlde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler fâideleri bulunan istidâdını akıbetsiz bir ölümle fâidesiz, neticesiz, hikmetsiz, bütün bütün israf etmek ne derece hilâf-ı hikmet; ve binler vaid ve ahidlerini yerine getirmemek ile -Hâşâ- aczini ve cehlini göstermek ne kadar o haşmet-i Saltanata ve o kemal-i Rububiyete zıttır, her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen inayet ve adâleti tatbik eyle.
İşte, Hâlikımızdan sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahman ve Hakim ve Âdil ve Kerim ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, şüphesiz, güneş gibi âhireti isbat ediyorlar..
Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz: Öyle ihatalı ve azametli bir hafiziyet hükmeder ki, zihayat herşeyin ve her hadisenin çok sûretlerini ve gördüğü fıtri vazifesinin defterini ve esma-i İlâhiyeye karşı lisan-ı hâl ile tesbihatına dair sahife-i a'mâlini misâli levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-
(Sh: N-20)
i hâfızasında ve sâir maddi ve mânevi in'ikâs âyinelerinde kaydeder, yazdırır; zabtederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o mânevi yazıları maddi bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misâller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle [FONT="]وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ [/FONT] âyetindeki en acip bir hakikat-ı haşriyeyi kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve, başta nev-i insan olarak bütün zihayatlar ve bütün eşya, fenâya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahv olmak; ve başta nev-i beşer olarak zihayatlar idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedi vazifeye istidadiyle girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.
Evet her baharda müşâhede ediyoruz ki: Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum
[FONT="]وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ [/FONT] âyetini okuyup bir mânâsını bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misâlleriyle tefsir ederek o azametli Hafiziyete şehadet eder.
[FONT="]هُوَ الاَوَّلُ وَالاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ [/FONT] âyetindeki dört muazzam hakikatleri her şeyde gösterip Hafîziyeti âzami derecede; ve haşri, bahar kolaylığında ve kat'iyyetinde bizlere ders verir.
Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz'iden en külliye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasıl ki, bu ağacın menşei olan bir çekirdek, [FONT="]اَلاَْوَّلُ [/FONT] ismine mazhariyyetle o ağacın gayet mükemmel proğramını ve icadının noksansız cihazatını ve teşekkülünün bütün şerâitini câmi bir kutucuktur ki: Hafîziyyetin azametini isbat eder.
[FONT="]وَلاَخِرُ [/FONT] ismine mazhar olan meyvesi ise; çekirdekleriyle, o ağacın işlediği bütün fıtri vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı sâniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçedir ki; âzami derecede Hafîziyete şehadet eder.
(Sh: N-21)
[FONT="]وَالظَّاهِرُ [/FONT] ismine mazhar olan o ağacın sûret-i cismaniyyesi ise; öyle tenasüplü ve san'atlı ve süslü bir hulle, bir libas; ve ayrı ayrı nakışlar ve ziynetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin edilmiş güya yetmiş renkli bir hûri elbisesidir ki; Hafîziyet içinde azamet-i Kudret ve Kemâl-i Hikmet ve Cemâl-i Rahmeti gözlere gösterir.
[FONT="]وَاْلبَاطِنُ [/FONT]ismine âyine olan o ağacın içindeki makinesi ise; öyle muntazam ve mükemmel ve mu'cizatlı bir fabrika, bir tezgah, bir kimyahâne; ve hiç bir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmıyan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki; Hafîziyet içinde Kemâl-i Kudret ve Adâlet ve Cemâl-i Rahmet ve Hikmet güneş gibi isbat eder.
Aynen öyle de. Küre-i Arz, senevi mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle, güz mevsiminde Hafıziyete emânet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler; bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlâhi emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki; bilbedâhe bir Hafiz-i Zülcelâli vel-İkramın hadsiz kudret, adâlet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.
Ve senevi zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esmâ-i ilâhiyeye karşı ettiği bütün fıtri tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahâif-i amâllerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup Hafiz-i Zülcelâlin dest-i hikmetine teslim eder. [FONT="]هُوَ الاَخِرُ [/FONT] ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.
Ve bu ağacın zâhiri ise; haşrin üçyüzbin misallerini ve emarelerini gösteren üçyüzbin külli ve çeşit çeşit çiçekler açıp, hadsiz Rahmaniyet ve Rezzakıyet ve Rahimiyet ve Kerimiyet sofralarını sererek zihayatlara ziyafetler ver-
(Sh: N-22)
mekle [FONT="]هُوَ الظَّاهِرُ [/FONT] ismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlariyle zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi [FONT="]وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ [/FONT] hakikatını gösterir.
Bu haşmetli ağacın bâtını ise; hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlı fabrikaları kemâl-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtır ki; bir dirhemden bir batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. [FONT="]هُوَ الْبَاطِنُ [/FONT] ismini zeminin iç yüzüyle yüz bin dil ile tesbih eden bazı melâike gibi yüzbin tarzlarda ilân eder.
Hem arz, senevi hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde Hafıziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de: Dehri ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki; genişliğini ihâtaya ve tâbire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz:
Nasıl ki bir saatın sâniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini isbat eder. Sâniyelerin hareketini gören, sâir çarkların hareketlerini tasdik etmeğe mecbur olur. Aynen öyle de: Semavat ve arzın Hâlik-ı Zülcelâlinin bir saat-i ekberi olan bu dünyanın sâniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini isbat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat'iyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedi bir sabahı geleceğini hadsiz emârelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile
[FONT="]هُوَ الاَوَّلُ وَالاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ[/FONT] isimleri, biz Hâlikımızdan sorduğumuz haşir mes'elesine mezkur hakikatle cevap veriyorlar.
Hem mâdem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki, insan: Şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi; ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi; ve Kâinat Kur'anının âyet-i
(Sh: N-23)
kübrası; ve ism-i Âzamı taşıyan âyetel kürsisi; ve kâinat sarayının en mükerrem misâfiri; ve o saraydaki sâir sekenelerde tasarrufa me'zun en faal memuru; ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezârete memur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı; ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi; bir nevi halife-i arzı; ve cüz'i külli harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı; ve sema ve arz ve cibâlin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zihayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı; çok geniş bir ubûdiyetle mükellef bir abd-i külli; ve kâinat Sultanının ismi- Âzamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi; ve hitâbat-ı Sübhaniyyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı; ve kâinatın zihayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı; ve hadsiz fakrıyla ve aczı ile beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçâre zihayat; ve istidatça en zengini; ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi; ve lezzetleri, dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyâde müştak ve muhtaç; ve en çok lâyık ve müstehak; ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla istiyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven sevdiren ve sevilen çok hârika bir mucize-i Kudret-i Samedaniye ve bir acûbe-i hilkat; ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden; böyle yirmi külli hakikatlar ile Cenab-ı Hakkın Hak ismine bağlanan; ve en küçük zihayatın en cüz'i ihtiyacını gören ve niyâzını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâlin, Hafiz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtibin-i kiramlarıyle yazılan ve her şeyden ziyâde o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her hâlde ve hiçbir şüphe getirmez ki; bu yirmi hakikatin hükmiyle insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mucâzatını çe-
(Sh: N-24)
kecek. Ve Hafiz ismiyle cüz'i, külli kayd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şekavet-i dâime hapishânesinin kapıları açılacak .Ve bu âlemde çok tâifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazen karıştıran bir zâbit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanamayacaktır.
Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği hâlde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya âit hadsiz hukuk-u insaniyyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanları ile edilen ve arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zâyi etmek; ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle, sinek kanadı, kadar israf etmeyen bir hikmet bütün o hakikatlerin bağlandıkları insani istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kâinatın pekçok rabıtalarını ve hakikatlarını bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkan hâricinde ve zâlimane bir çirkinliktir ki; Hak ve Hafîz ve Hakîm ve Cemil ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhâl ve bin vecihle mümtenidir. derler.
İşte, biz Hâlikımızdan haşre dair sorduğumuz suâle Hak, Hafiz, Hakîm, Cemil, Rahim isimleri cevap verip derler: "Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misill^ü, haşir haktır ve muhakkaktır.
Hem mâdem.. daha yazacaktım, fakat güneş gibi malûm olmasından kısa kestim. İşte geçmiş misâllerde mâdemlerdeki maddelere kıyasen Cenab-ı Hakkın yüz, belki bin esmâsının kâinata bakan isimlerinin her birisi nasıl ki mevcudattaki âyine ve cilveleriyle müsemmâsını bedâhetle isbat eder. Aynen öyle de: Haşri ve dâr-ı Âhireti de gösterirler ve kat'iyyetle isbat ederler.
Hem nasıl Hâlikımızdan sorduğumuz suâlimize, O Rabbimiz bütün fermanlariyle ve nâzil ettiği bütün kitaplariyle ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsi ve kat'i cevap veriyor. Aynen öyle de: Melâikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir: "Sizin zaman-ı Âdemden beri hem ruhanilerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdi-
(Sh: N-25)
seleri var. Ve bizim ve ruhânilerin vücudlarına ve ubûdiyetlerine delâlet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz, âhiret salonlarında ve bazı dâirelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat'i beyan ediyoruz."diye sualimize cevap veriyorlar.
Hem mâdem Halîkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabi Aleyhissalâtü Vesselâmı tayin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakin mertebesinden aynelyakin ve hakkalyakin mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere her şeyden evvel bu üstadımızdan, Halikımızdan sorduğumuz suâli sormaklığımız lâzım geliyor. Çünki O zat, Hâlikımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mu'cizatiyle Kur'anın bir mu'cizesi olarak, Kur'anın hak ve Kelâmullah olduğunu isbat ettiği gibi; Kur'an dahi, kırk nevi i'caz ile, O zatın bir mu'cizesi olup, O'nun doğru ve Resûlüllah olduğunu isbat ederek; ikisi beraber biri, âlem-i şehadet lisanı-bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında-diğeri, âlem-i gayb lisanı-bütün semâvi fermanların ve kâinat hakikatlarının tasdikleri içinde-binler âyâtiyle iddia ve isbat ettikleri hakikat-ı haşriye elbette güneş ve gündüz gibi bir kat'iyettedir.
Evet, haşir gibi, en acip ve en dehşetli ve tavr-ı aklın hâricinde bir mes'ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.
Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur'an gibi izahat vermediklerinin sebebi; o devirler, beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.
(Sh: N-26)
Elhâsıl: Mâdem Cenab-ı Hakkın ekser isimleri âhireti iktiza edep isterler. Elbette O isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette Âhiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler.
Ve mâdem melâikeler Âhiretin ve âlem-i bekanın dâirelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melâike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubûdiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısiyle Âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler.
Ve mâdem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en dâimi dâvâsı ve müddeası ve esası Âhirettir. Elbette o zatın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri (bir cihette, dolayisiyle) âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.
Ve mâdem Kur'anın dörtten birisi haşir ve Âhirettir. Ve bin âyâtiyle onun isbatına çalışır. Ve onu haber verir. Elbette Kur'anın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısiyle Âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.
İşte bak bu rükn-ü imanî ne kadar kuvvetli ve kat'i olduğunu gör.
* * *
Sekizinci Mes'elenin Bir Hülâsası
Yedinci'de, haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlikımızın isimleri ile verdiği cevap o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki; daha başka sorulara ihtiyaç bırakmadığından orada kısa kestik. Şimdi bu mes'elede, Âhiret imanının, hem Âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiği faideler ve neticelerinden yüzden biri hülâsa edilecek. Saadet-i uhreviyeye âit kısmı, Kur'ân-ı Mu'cizül-Beyanın izahatı daha hiçbir beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu, O'na havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye âit kısmı izah cihetini Risale-i Nura bırakıp, yalnız kısa bir hülâsa ile, insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine âit yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.
Birincisi; İnsan, sair hayvanata muhalif olarak hânesiyle alâkadar olduğu misillû, dünya ile alâkadardır; ve akaribiyle münasebattar olduğu gibi, nev-i beşer ile de ciddi ve fıtri münasebettardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedi'de bekasını aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi; dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, Ebedi saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hatta "Onuncu Söz"de işaret edildiği gibi bir zaman-küçüklüğümde-hayâlimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki, fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin? dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.
İşte mâdem mâhiyet-i insaniyyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi mâhiyet-i insaniyye, ebediyetle fıtraten alâkadardır.
(Sh: N-28)
İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermâyesi bir cüz'i cüz-ü ihtiyâri ve fakr-ı mutlak bir insana, Âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saâdet ve lezzet; bir medar-ı istimdad, bir merci; ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve fâidedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.
İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir fâidesi: Üçüncü Mes'elede izah edilen ve Gençlik Rehberi'nde bir haşiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.
Evet her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi, o idamhâneye girmek keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o bîçâre insanın binler; belki milyonlar, milyarlar dostları ebedi bir müfârakat içinde idam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem, o düşünmek ucundan göründüğü vakit Âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı... "Bak! dedi. O îmanla baktı... Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhâniyeyi o dostları, ebedi ölümlerden ve çürümelerden kurtulup, mesrûrâne, bir nurâni âlemde, onu da bekliyorlar vaziyetinde müşâhedesiyle aldı. Risale-i Nurda, bu netice hüccetlerle izahına iktifâen kısa kesiyoruz.
Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir fâidesi: İnsanın sâir zihayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise; yüksek seciyeleri ve cemiyetli istidatları ve külli ubûdiyetleri ve geniş vücûdi dâireleri itibariyledir. Hâlbuki o insan, hem mâdum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasiyle, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır. Meselâ: Eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç göremiyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir, o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvisi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan, pek geniş bir zamana çevirir. Ve
(Sh: N-29)
dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir dâire-i vücud gösterir. Babasını, dâr-ı saadette ve âlem-i ervahda dahi pederlik münasebetiyle; ve kardeşini, tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını, Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş dâire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz'i garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakata ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri o nisbette (derecesine göre) yükselmeğe başlar. İnsaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve sahib-i kâinatın en mahbub ve makbûl bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur'da hüccetlerle izahına iktifâen kısa kesildi.
Dördüncü bir fâidesi ki, İnsanın hayat-ı içtimaiyesine bakıyor:
Risale-i Nur'dan Dokuzuncu Şua'da beyan edilen o neticenin bir hülâsası şudur: Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyle insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa, elim endişeler içinde kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukca oyuncaklarıyla haylaz bir hayatla yaşacak . Çünki, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nâzik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaif kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı, o biçâreye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda, Âhiret imanının dersiyle görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der: Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve vâlidem öldü; fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti; yine beni Cennette kucağına alıp sevecek. Ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim" diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.
Hem insanın bir rub'unu teşkil eden ihtiyarlar, yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak Âhiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar öyle bir vâveylâ-yı ruhi
(Sh: N-30)
ve bir dağdağa-i kalbi çekeceklerdi ki; dünya, onlara me'yusâne bir zindan; ve hayat, işkenceli bir azab olurdu. Fakat, Âhiret imanı onlara der. Merak etmeyiniz. Sizin ebedi bir gençliğiniz var, gelecek. Ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zayi ettiğiniz evlâd ve arkabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz" diye, iman-ı Âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki: her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları me'yus etmez.
Nev-i insanın üçden birisini teşkil eden gençler: Hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub, cür'etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, Âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaif ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için, bir mes'ud hânenin saadetini mahveder; ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer.
Eğer iman-ı Âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim; fakat, Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başı boş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Bende onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım." diye birden zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mânânın dahi Risale-i Nur'da bürhanlariyle izahına iktifâen kısa kesiyoruz.
Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlûmlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar; eğer iman-ı Âhiret onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtariyle gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâne ihaneti ve büyük musibetlerde boşuboşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elim me'yusiyeti ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyf yüzünden beş-on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o bîçârelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer Âhirete iman imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntı-
(Sh: N-31)
ları, me'yusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olur.
Hattâ diyebilirim ki: Benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebebsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde eğer İman-ı Âhiret yardım etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar te'sir edip bizi hayattan istifa etmeğe sevkedecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım hâlde, sizi kasemle temin ederim ki; iman-ı bil-Âhiret nuru ve kuvveti, bana öyle bir sabır ve tahammül ve teselli ve metânet, belki mücâhidâne kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Ara sıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş'et eden titizlikler olmasa idi, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyâde çalışacaktım. Her ne ise.. Bu makam münasebetiyle saded hârici girdi, kusura bakılmasın.
Hem, her insanın küçük bir dünyası; belki küçük bir cenneti dahi kendi hânesidir. Eğer iman-ı Âhiret o hânenin saadetinde hükmetmezse, o âile efradı herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elim endişeler ve azablar çeker. O cenneti, Cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divânece muvakkat, iptal-i his nev'inden bir çâre bulur. Çünki, meselâ: Vâlide, ruhunu fedâ ettiği evlâdını dâima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, dâim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız hayat-ı dünyeviyede o mes'ud zannedilen âile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi hakiki sadakati ve samimi ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder.
(Sh: N-32)
Eğer Âhirete iman o hâneye girse, birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı Âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakiki insaniyet saadeti o hânede başlar inkişafa. Bu mânâ dahi hüccetlerle Risale-i Nur'da beyanına binâen kısa kesildi.
Hem herbir şehir kendi ahâlisine geniş bir hânedir. Eğer iman-ı Âhiret o büyük âile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rızâ-yı İlâhi, sevab-ı uhrevi yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riyâ, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhiri âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zûlme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.
Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir. Ve vatan dahi bir milli âilenin hânesidir. Eğer iman-ı Âhiret bu geniş hânelerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: "Cennet var haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle temkin verir. Gençlere der "Cehennem var sarhoşluğu bırak", aklı başlarına getirir. Zâlime der: "Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin", adâlete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve dâimi bir uhrevi saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış." ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasen cüz'i ve külli herbir tâifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimâiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!.. İşte iman-ı Âhiretin binler faidelerinden işaret ettiğimiz beş-altı nümunelerine sairleri kıyas edilse kat'i anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.
* * *