A
AhDe_VeFaLi
Ziyaretçi
Nerdesin
Sızıntı
Nerdesin yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin hayallerimizin güvercini, rüyalarımızın üveyki? Nerdesin “ba’sü ba’del mevt”imizin müjdecisi? Izdırap dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıya, “Bu O’dur” deyip, “Seniyye-i Veda” türküleriyle yollara döküldük. Gurublara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki, kolumuz-kanadımız kırık evlerimize dönerken, zambaktan hülyalarımızla teselli olup durduk. Her yeni gün, bizim için tasa ve kederden esintilerle gelip ruhumuzu ezerken, düşmanlarımız esirdikçe esiriyor ve ortalığı şamataya boğuyorlardı; gelmeyecek Mesih soluklu, Heraklit pazulu diye...
Nerdesin ve ne zaman geleceksin esatîrî yiğidim! Billâhi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Eğer canlara can katan temiz soluklarınla imdada yetişmezsen, kuruyan göllerimizde, suyu çekilen havuzlarımızda yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacaktır. Bağbân gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semaya inat, sema, “gözlerin kuruması murat” dediği günden bu yana, zemin bir baştan bir başa çöle döndü. Bizler, uçsuz bucaksız bu beyâbanda gördüğümüz her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir “sabr-ı cemil” çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk. Sessizliğin ve kimsesizliğin içimizi yalnızlıkla doldurduğu bu insiz, cinsiz âlemde, kaç defa sinekleri kartal, elsiz-ayaksız kötürümleri İskender diye alkışladık. Arkasından koşup durmadığımız kafile kalmadı. Ama sen hiçbirinde yoktun! Karşılaştığımız minare kametliler, parmak kadar düşünceye bir mum tutuşturacak kadar iradeye sahip değillerdi. Ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte idi. Onlarda, kahramanımızın çarpıcı nazarları, kahramanımızın ızdırap ve acıları, kahramanımızın coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu…
Zaman bizim için hep Muharrem, zemin Kerbelâ oldu. Sinemiz, Hüseyin’in âh u efganıyla inliyor. Gözlerimiz, kararan ufuklarda hilâl arar gibi yolunu gözlüyor; her yüzde seni hayal etmek, her çığlıkta senin muştunu duymak istiyoruz. Sana hasret, sana susuz ve sana tutkunuz..!
Seni vefalı, seni hasbî, seni şuurlu ve seni hep becerikli tanıdık. Atmosferine sığınan, kemlik görmedi. Sen sadakat ve samimiyetin bestesi oldun. Gönül verdiklerinin ağlamasıyla ağladın, gülmeleriyle de güldün. Onlar için inledin ve onlar için sevindin. Yüce gönlüne ve yukarılarda pervaz eden ruhuna, maddiyat ve dünyalar kement olamadı. Pürvefaydın, yürektendin..!
Kafdağı’ndan ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı idin. Onun için ne yolların sarplığı, ne de önüne çıkan kan-revan deryalar, sende gevşeklik, sende yılgınlık ve sende vefasızlık meydana getiremedi. Bir karasevdalı gibi girdiğin bu yolda, “Girdik reh-i sevdaya; bize onur, bize gurur lazım değil.” demiştin..!
Hani bir keresinde, dostunun ayağına saplanan bir dikenle, senin hayatını bir terazide tartmak istemişlerdi de, sen çılgına dönmüştün. Bin ruhun olsa, O’nun zülfünün tek teline feda etmemeyi vefasızlık sayıyor ve isyan ediyordun. Nerdesin Hubeyb..!
Ve yine bir defasında, senin kolunu-kanadını kırmış ve budanan bir ağaç gibi yere sermişlerdi. Kala kala omuzlarının üzerinde kan kırmızı bir başın kalmıştı. Sen, Cennet hurilerinin divan duracakları bu yüce başı saklamak istiyordun. Ve hatırlarsan şöyle diyordun: “Bu baş bu omuzlarda olduğu müddetçe, O’na gelip çarpan şeyleri göğüslemezsem, vefasızlık yapmış olurum.” Nerdesin Mus’ab..!
Hatırlarsan, bir başka zaman orduları arkana takmış ve çok uzaklara açılmıştın. Kabına sığmıyordun. Ateştin. Tufandın. Bir baştan bir başa yeryüzünü bir hamlede teslim almak ve yüce zimamdarına bağlamak istiyordun. Leventlerinle bir solukta ateşgedelerin ülkesine ulaştın ve içlerine öyle bir vâveylâ saldın ki, ard arda Kisra’nın beldeleri tarumar oluyor ve toprağa gömülüyordu. Sonra tuttun, topuzunu Bizans’ın başına indirdin. Asırlarca sonra gelecek olan genç Türk serdarına öncülük yaptın ve Konstantiniye’ye giden yolu açtın. Hızır mıydın, İlyas mıydın? Geçtiğin yerlerde güller bitiyor, ayağını attığın harabeler, yerlerini umranlara terk ediyordu. Dost-düşman kılıcının gökten indiğine inanıyor, orduların, seni insanlığın tedibiyle vazifeli bir melek sanıyordu. Tam zaferlerinin böyle üst üste kaideleştiği ve senin bu müstesna kaide üzerinde âbideleştiğin bir dönemde, iltifat beklediğin bir ağızdan, vazifeden affedildiğini işittin. Sarığın boynunda ve bir mücrim hüviyetinde, o yüce ağızdan: “Halk, elde edilen zaferleri senin şahsında buluyor, hâlbuki...” sözlerini dinlerken, ona hak veriyor ve hakkında kesilip biçilen kararlara inkıyadını belirtiyordun. Sonra tuttun, elinin altında bulunan birinin emrine girerek, yüce idealin uğrunda yoluna devam ettin. Söyle Allah aşkına! Bütün bunlara nasıl katlandın? Senin izzet-i nefsin ve onurun yok muydu? Soluklarına susadığım, yiğidim, Halid nerdesin..!
Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan menetmişlerdi. Hani o güne kadar bir lâhza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın. Emir, âlî bir divandan çıkmıştı ve sen buna riayet etme kararında idin. Dilbeste olduğun O Zât aşkına, söyle bana! Şu benim bilebildiğim “Bilmiyorum” sözünden başka ona bir laf ettin mi!. Değilse, o ne sadakat, o ne vefa ve o ne irade! Nerdesin Ebû Katâde..!
Bir defa da sen, hocanın önünde yürüyordun. Itırla yıkanmış cübbene, onun atının ayağından bir damla çamur sıçramıştı. Sen o gün bir hükümdardın. Dünyayı iki hükümdara az gören bir hükümdar... İranlı kapıkulun, Memlûkler kölelerindi, “Şîrler pençe-i kahrından olurken lerzân”1, sen tuttun, o çamurlu cübbenin tabutuna sarılmasını vasiyet ettin. Sen nesin? Sofî misin? Derviş misin? Yoksa yerde gezen bir melek misin? Ve ey Şîrpençe nerdesin..!
Gözlerim yollarını gözlerken, dilim davet türkülerini söylerken, kırık mızrabımı gönlümün tellerine dokundurmak istedim. Heyhât! Bu muammanın bir küçük noktasına dahi tercüman olamadım. “Ben o nağmeden müteheyyicim ki, yoktur ihtimali terennümün.”2
Nazarlarımız ilk geldiğin yolda takılıp kaldı. Ve yıllar yıllı, bir daha geleceğinin ümidini içimizde besleyip durduk ve hayallerinle avunduk. Bu ümit, bu azimle sonsuzlara kadar, her şafakta seni arayacak ve her kervandan seni soracağız. İnan, ne bizim yalnızlık ve inkisarımız, ne de düşmanlarımızın ha bire kudurup durması, senin yolunun delileri olmadan bizi vazgeçiremeyecektir..!
Bu uğurda belki bin defa aldanacak, bin defa ateş böceklerine koşmalar dizeceğiz ama bir Mevlâna anlayışı içinde, senin yolundaki yalanlara dahi gönlümüzü çıkarıp armağan etmeden geri kalmayacağız...
Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı! Riyanın, şöhretin, mansıbın aydın ümitlerimize zift sürmek istediği şu kara günlerde, ağzının diriltici iksirine muhtaç gönülleri daha fazla bekletme..!
Dipnotlar
1. “Aslanlar kahrının pençesinden titrerken.”
2. “Ben öyle bir nağmeden coşup heyecanlanmışım ki, onu terennüm ve ifadeye imkân yoktur.”
Sızıntı
Nerdesin yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin hayallerimizin güvercini, rüyalarımızın üveyki? Nerdesin “ba’sü ba’del mevt”imizin müjdecisi? Izdırap dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk. Ufkumuzda beliren her karaltıya, “Bu O’dur” deyip, “Seniyye-i Veda” türküleriyle yollara döküldük. Gurublara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki, kolumuz-kanadımız kırık evlerimize dönerken, zambaktan hülyalarımızla teselli olup durduk. Her yeni gün, bizim için tasa ve kederden esintilerle gelip ruhumuzu ezerken, düşmanlarımız esirdikçe esiriyor ve ortalığı şamataya boğuyorlardı; gelmeyecek Mesih soluklu, Heraklit pazulu diye...
Nerdesin ve ne zaman geleceksin esatîrî yiğidim! Billâhi, şu ölgün ruhların, pörsümüş gönüllerin hayat mumları sönmek üzeredir! Eğer canlara can katan temiz soluklarınla imdada yetişmezsen, kuruyan göllerimizde, suyu çekilen havuzlarımızda yaprağı dökülmedik tek nilüfer kalmayacaktır. Bağbân gideli, bağ bozulalı asırlar oldu. Toprak, semaya inat, sema, “gözlerin kuruması murat” dediği günden bu yana, zemin bir baştan bir başa çöle döndü. Bizler, uçsuz bucaksız bu beyâbanda gördüğümüz her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir “sabr-ı cemil” çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk. Sessizliğin ve kimsesizliğin içimizi yalnızlıkla doldurduğu bu insiz, cinsiz âlemde, kaç defa sinekleri kartal, elsiz-ayaksız kötürümleri İskender diye alkışladık. Arkasından koşup durmadığımız kafile kalmadı. Ama sen hiçbirinde yoktun! Karşılaştığımız minare kametliler, parmak kadar düşünceye bir mum tutuşturacak kadar iradeye sahip değillerdi. Ruh dünyaları karbonlaşmış, fikirleri harâbâtî, bakışları miyop ve beyanları alabildiğine dekolte idi. Onlarda, kahramanımızın çarpıcı nazarları, kahramanımızın ızdırap ve acıları, kahramanımızın coşkunluk ve tebessümleri göze çarpmıyordu…
Zaman bizim için hep Muharrem, zemin Kerbelâ oldu. Sinemiz, Hüseyin’in âh u efganıyla inliyor. Gözlerimiz, kararan ufuklarda hilâl arar gibi yolunu gözlüyor; her yüzde seni hayal etmek, her çığlıkta senin muştunu duymak istiyoruz. Sana hasret, sana susuz ve sana tutkunuz..!
Seni vefalı, seni hasbî, seni şuurlu ve seni hep becerikli tanıdık. Atmosferine sığınan, kemlik görmedi. Sen sadakat ve samimiyetin bestesi oldun. Gönül verdiklerinin ağlamasıyla ağladın, gülmeleriyle de güldün. Onlar için inledin ve onlar için sevindin. Yüce gönlüne ve yukarılarda pervaz eden ruhuna, maddiyat ve dünyalar kement olamadı. Pürvefaydın, yürektendin..!
Kafdağı’ndan ağır bir yükün altına girerken, ne yaptığının şuuru içinde ve kararlı idin. Onun için ne yolların sarplığı, ne de önüne çıkan kan-revan deryalar, sende gevşeklik, sende yılgınlık ve sende vefasızlık meydana getiremedi. Bir karasevdalı gibi girdiğin bu yolda, “Girdik reh-i sevdaya; bize onur, bize gurur lazım değil.” demiştin..!
Hani bir keresinde, dostunun ayağına saplanan bir dikenle, senin hayatını bir terazide tartmak istemişlerdi de, sen çılgına dönmüştün. Bin ruhun olsa, O’nun zülfünün tek teline feda etmemeyi vefasızlık sayıyor ve isyan ediyordun. Nerdesin Hubeyb..!
Ve yine bir defasında, senin kolunu-kanadını kırmış ve budanan bir ağaç gibi yere sermişlerdi. Kala kala omuzlarının üzerinde kan kırmızı bir başın kalmıştı. Sen, Cennet hurilerinin divan duracakları bu yüce başı saklamak istiyordun. Ve hatırlarsan şöyle diyordun: “Bu baş bu omuzlarda olduğu müddetçe, O’na gelip çarpan şeyleri göğüslemezsem, vefasızlık yapmış olurum.” Nerdesin Mus’ab..!
Hatırlarsan, bir başka zaman orduları arkana takmış ve çok uzaklara açılmıştın. Kabına sığmıyordun. Ateştin. Tufandın. Bir baştan bir başa yeryüzünü bir hamlede teslim almak ve yüce zimamdarına bağlamak istiyordun. Leventlerinle bir solukta ateşgedelerin ülkesine ulaştın ve içlerine öyle bir vâveylâ saldın ki, ard arda Kisra’nın beldeleri tarumar oluyor ve toprağa gömülüyordu. Sonra tuttun, topuzunu Bizans’ın başına indirdin. Asırlarca sonra gelecek olan genç Türk serdarına öncülük yaptın ve Konstantiniye’ye giden yolu açtın. Hızır mıydın, İlyas mıydın? Geçtiğin yerlerde güller bitiyor, ayağını attığın harabeler, yerlerini umranlara terk ediyordu. Dost-düşman kılıcının gökten indiğine inanıyor, orduların, seni insanlığın tedibiyle vazifeli bir melek sanıyordu. Tam zaferlerinin böyle üst üste kaideleştiği ve senin bu müstesna kaide üzerinde âbideleştiğin bir dönemde, iltifat beklediğin bir ağızdan, vazifeden affedildiğini işittin. Sarığın boynunda ve bir mücrim hüviyetinde, o yüce ağızdan: “Halk, elde edilen zaferleri senin şahsında buluyor, hâlbuki...” sözlerini dinlerken, ona hak veriyor ve hakkında kesilip biçilen kararlara inkıyadını belirtiyordun. Sonra tuttun, elinin altında bulunan birinin emrine girerek, yüce idealin uğrunda yoluna devam ettin. Söyle Allah aşkına! Bütün bunlara nasıl katlandın? Senin izzet-i nefsin ve onurun yok muydu? Soluklarına susadığım, yiğidim, Halid nerdesin..!
Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan menetmişlerdi. Hani o güne kadar bir lâhza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın. Emir, âlî bir divandan çıkmıştı ve sen buna riayet etme kararında idin. Dilbeste olduğun O Zât aşkına, söyle bana! Şu benim bilebildiğim “Bilmiyorum” sözünden başka ona bir laf ettin mi!. Değilse, o ne sadakat, o ne vefa ve o ne irade! Nerdesin Ebû Katâde..!
Bir defa da sen, hocanın önünde yürüyordun. Itırla yıkanmış cübbene, onun atının ayağından bir damla çamur sıçramıştı. Sen o gün bir hükümdardın. Dünyayı iki hükümdara az gören bir hükümdar... İranlı kapıkulun, Memlûkler kölelerindi, “Şîrler pençe-i kahrından olurken lerzân”1, sen tuttun, o çamurlu cübbenin tabutuna sarılmasını vasiyet ettin. Sen nesin? Sofî misin? Derviş misin? Yoksa yerde gezen bir melek misin? Ve ey Şîrpençe nerdesin..!
Gözlerim yollarını gözlerken, dilim davet türkülerini söylerken, kırık mızrabımı gönlümün tellerine dokundurmak istedim. Heyhât! Bu muammanın bir küçük noktasına dahi tercüman olamadım. “Ben o nağmeden müteheyyicim ki, yoktur ihtimali terennümün.”2
Nazarlarımız ilk geldiğin yolda takılıp kaldı. Ve yıllar yıllı, bir daha geleceğinin ümidini içimizde besleyip durduk ve hayallerinle avunduk. Bu ümit, bu azimle sonsuzlara kadar, her şafakta seni arayacak ve her kervandan seni soracağız. İnan, ne bizim yalnızlık ve inkisarımız, ne de düşmanlarımızın ha bire kudurup durması, senin yolunun delileri olmadan bizi vazgeçiremeyecektir..!
Bu uğurda belki bin defa aldanacak, bin defa ateş böceklerine koşmalar dizeceğiz ama bir Mevlâna anlayışı içinde, senin yolundaki yalanlara dahi gönlümüzü çıkarıp armağan etmeden geri kalmayacağız...
Ey tatlı rüyaların sevimli kahramanı! Riyanın, şöhretin, mansıbın aydın ümitlerimize zift sürmek istediği şu kara günlerde, ağzının diriltici iksirine muhtaç gönülleri daha fazla bekletme..!
Dipnotlar
1. “Aslanlar kahrının pençesinden titrerken.”
2. “Ben öyle bir nağmeden coşup heyecanlanmışım ki, onu terennüm ve ifadeye imkân yoktur.”