KALB-1
Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki ma’nâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibariyle de bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibariyle çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi, rûhânî bir lâtîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-ı insaniye” filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikatı da işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibariyle “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu lâtifenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir. Allah’a muhatab olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidâyetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve İlâhî marifetin “mir’ât-ı mücellâ” sı olan hep bu lâtifedir.
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen husûsiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; rûhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb rûhun gözü gibidir. Basiret kendi dünyasına göre onun nazarı, akıl, ruhu, irade de iç dinamizmidir.
Umumiyet itibariyle biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu rûhânî lâtife cismânî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hükemasını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat olsun, ister vasıtalı olsun, ister kalbin faaliyeti, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyu’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “Lâtife-i Rabbâniye” bir hakikatın iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, rûh, akıl ve idrâkin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.
Kur’ân’da, dînî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci ma’nâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i rûhânîde bu ma’nâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Kalb, iki yönü olan öyle nûrânî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde rûhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nân esintileri meydana getirir.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. fehvâsınca da, insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, marifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayâtî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalb ayakta ise bu duygular da hayatta sayılır; o yıkılmış veya gediklerle sarsıksa, bu lâtifelerin hayatiyetinden, devam ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk: -Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir” buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkati çekmektedir.
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı mahiyetindeki istinad ve istimdat noktaları itibariyle her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhûtî buudu nazara verilmektedir. İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle anlatır:
Sığmam dedi Hakk arz u semaya.
Kenzen bilindi dil madeninden.
Böyle, marifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisanı olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hakk adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtifedir. Kur’ân bize: -Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...” (Âl-i İmrân, 3/8) duâsını öğütlemede, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle: -Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytânî ve nefsânî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzûunda da tehlikeli işlere âlet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlar da şeytanın zehirli oklarının hedefi haline gelir.
Kalb, iman, ibadet ve ihsan rûhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı ve Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbaha lâtifeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecra değiştirtmek için, onun sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.
Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki ma’nâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibariyle de bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibariyle çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi, rûhânî bir lâtîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-ı insaniye” filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikatı da işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibariyle “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu lâtifenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir. Allah’a muhatab olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidâyetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve İlâhî marifetin “mir’ât-ı mücellâ” sı olan hep bu lâtifedir.
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen husûsiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; rûhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb rûhun gözü gibidir. Basiret kendi dünyasına göre onun nazarı, akıl, ruhu, irade de iç dinamizmidir.
Umumiyet itibariyle biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu rûhânî lâtife cismânî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hükemasını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat olsun, ister vasıtalı olsun, ister kalbin faaliyeti, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyu’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “Lâtife-i Rabbâniye” bir hakikatın iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, rûh, akıl ve idrâkin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.
Kur’ân’da, dînî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci ma’nâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i rûhânîde bu ma’nâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Kalb, iki yönü olan öyle nûrânî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde rûhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nân esintileri meydana getirir.
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. fehvâsınca da, insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, marifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayâtî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalb ayakta ise bu duygular da hayatta sayılır; o yıkılmış veya gediklerle sarsıksa, bu lâtifelerin hayatiyetinden, devam ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk: -Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir” buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkati çekmektedir.
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı mahiyetindeki istinad ve istimdat noktaları itibariyle her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhûtî buudu nazara verilmektedir. İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle anlatır:
Sığmam dedi Hakk arz u semaya.
Kenzen bilindi dil madeninden.
Böyle, marifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sadık bir lisanı olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hakk adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî, mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar. Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir lâtifedir. Kur’ân bize: -Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...” (Âl-i İmrân, 3/8) duâsını öğütlemede, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle: -Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytânî ve nefsânî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzûunda da tehlikeli işlere âlet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlar da şeytanın zehirli oklarının hedefi haline gelir.
Kalb, iman, ibadet ve ihsan rûhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı ve Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbaha lâtifeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecra değiştirtmek için, onun sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.