Kafdağı’nı Yüklenen Toz Kanatlı Kelebek: Necip Fazıl

  • Konuyu başlatan Ze'Mahşer
  • Başlangıç tarihi
Z

Ze'Mahşer

Ziyaretçi
4.jpg

Bir şair için en kötü şey, sadece birkaç şiiriyle bayraklaşması, bunun dışında onunla ilgili ciddi bir çalışma yapılmadan belli kabuller çerçevesinde değerlendirilmesidir. Birkaç şiiriyle bayraklaşan bir şair, artık kendini kitlelere istediği şekilde tanıtamaz ve şiir burcunda yeterince dalgalanamaz. Kamuoyu bunun böyle olmadığını kabul etse de, bir şair için çok tehlikeli olan bu bakış açısından şairlerimizin kurtulması kolay olmasa gerek. Bu çerçevenin dışına çıkıldığında şairler çok daha rahat değerlendirilebilir ve onların şiiri, sanatı, eserleri üzerinde daha objektif kriterlerle fikir yürütülebilir. Şairler bir toplumun haykıran sesi, gören gözü, duyan kulağı ve en önemlisi vicdan aynasıdır. Hassas ruhlarıyla farklı âlemlerden devşirdiklerini, bize şiir dilinin imkânları ölçüsünde aktarırlar. Bu mânâ çerçevesine giren şairler birkaç şiire hapsedilmeyerek bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu bakış tarzı, onlara vefamızın da gereğidir.

Cumhuriyet devri Türk şiirinde farklı bir yol açarak, şiirin nefes almasını sağlayan Necip Fazıl Kısakürek, son dönemde akademik çevrelerce yapılan çalışmalarla hak ettiği yeri almışsa da, onun halk nazarında tanınması Sakarya Türküsü, Zindandan Mehmet’e Mektup ve Kaldırımlar üçgenine sıkışmış gibidir. Necip Fazıl’ı biraz da bayraklaşan bu şiirleriyle tanıyıp, belli bir kalıba hapsetmek, şairin diğer fikirleri hakkında bilgi sahibi olmamızı engeller. Bizce Necip Fazıl’ı esas sanatkâr ruhunu aksettiren diğer şiirleriyle değerlendirmek icap eder. Bu da iyi bir şiir okuması, tahlil, terkip ve araştırma aşkıyla olacak bir iştir.

Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim

Toz kanatlı bir kelebek edasıyla Kafdağı’nı omuzlayan şairimiz 1905’te Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların birinde, kocaman bir konakta doğar. İlköğrenimini yaptıktan sonra Fransız Mektebi ve Amerikan Koleji gibi okullara devam eder. Orta öğreniminden sonra Mekteb-i Fünun-i Bahriye’ye kaydolur. Öğrenim gördüğü bu okul bir yıl uzatılınca burayı bırakarak Dârü’l-Fünûn’un felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Şair ruhu, ilk kalem tecrübelerini yapmak için onu zorlar. Yazdığı şiirlerin bir kısmını dönemin edebiyat üstadı Yakup Kadri’ye gösterir. Bir taltif olarak şiirleri bir süre sonra devrin sanat ve edebiyat alanında nabzını tutan ‘Yeni Mecmua’da yayımlanır. Aslında Necip Fazıl’ın şairliği kendi ifadesiyle 12 yaşında, tuhaf bir bahaneyle başlamıştır: “Şairliğim 12 yaşında başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp ‘senin’ dedi, ‘Şair olmanı ne kadar isterdim!’ Annemin bu dileği bana, içimde besleyip de 12 yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin tâ kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kan ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: Şair olacağım! Ve oldum. O gün bugün, şairliği küçük ve âdi hissiliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.” Aslında patlamaya hazır bir duygunun ortaya çıkması için sürenin dolması anlamındadır annesinin isteği. Zaten şair bir ruha sahip olan, şiiri bir ihsas olarak gören Necip Fazıl için şiirinin ve şairliğinin ortaya çıkmasıdır bu küçük bahane.

Zamanın Millî Eğitim Bakanlığı, yurt dışına burslu olarak talebe göndermek için bir imtihan açar. Kazananların gideceği yer, bir zamanlar şairlerimizin, romancılarımızın hayalini süsleyen, medeniyetler ve hürriyetler şehri, sanat ve edebiyatın kalesi olarak telâkki edilen Paris’tir. Bilhassa Tanzimat devri Türk edebiyatının hayal şehri olan Paris’e gitmek için Necip Fazıl da bu imtihana girer. Yıl 1924’tür. Kafasında birçok soru ve bir nevi ruh azabıyla Marsilya’ya, oradan da Paris’e geçen şairimiz, meşhur Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Yaşamış olduğu buhranlar ve fikir bunalımları neticesinde bohem bir hayatın içinde bulur kendini. Okula devam edemez. Fransa’nın gece hayatında oyalanır bir süre. Devletin verdiği bursu bile kumar masasında kaybeder. Artık onun için gündüzler gece, geceler gündüz olmuştur. Gündüzleri uyku, geceleri Paris’in aldatıcı ışıltılı hayatı… Bu şartlar altında bütün parasını kumarda kaybeden şair, devletin dönüş için verdiği bileti bile aynı şekilde kaybeder. Başarısız geçen bu tahsil dönemi neticesi devlet bursu kesilir. İstanbul yolu görünür şairimize. Yıl 1925’tir. Bu dönüş onun için yeniden doğuşun ilk tohumları olacaktır ileriki yıllarda. Ama henüz filizlenmemiştir bu tohum. Şairin ruhundaki fırtınalar, varlık ve yokluk arasındaki gelgitlerden kurtulamamıştır henüz.

Bir süre, dönemin gözde mesleği olan bankacılıkla uğraşır. Bir arkadaşının vasıtasıyla ‘Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işbaşı yapar. Bir süre sonra Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1934’e kadar içindeki gelgitlerle yaşayan şair, bir tevafuk eseri durgunlaşmanın ilk yansımalarıyla tanışır. Bir gece çalıştığı bankadan evine vapurla dönerken karşısında oturan ve gözlerini ondan ayırmayan ‘Hızır’ tavırlı bir adam ona, kurtuluş reçetesi yazacak bir hekimin adresini verir. Bu hekim, şairin içindeki iniş çıkışları düzlüğe çevirecek, gelgitleri yutacak, ruhunu sakinleştirip onu hakikat iklimine çevirecek bir zâttır: Abdulhakim Arvasi.

Şairin, “Efendim! Benim efendim, benim, güzellerin güzeli efendim!” diye hayranlık ve aşk derecesinde bağlı olduğu Abdulhakim Arvasi; tam otuz yıl gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran, aylarca yıkık ve şaşkın, benliği kazan ve aklı kepçe, deliler köyünden bir menzil aşmak için gezinen, öz ağzından kafatasını kusan, meçhuller caddesinin kimsesiz seyyahı, Allah’ın körebesi, cinlerin padişahı olan şairin ufkunda bir hakikat güneşi gibi doğar.

Yaram var, havanlar dövemez merhem

Artık, yeni bir hayat başlar şair için. Hayata bakış tarzı değişir. Yeni bir isim arar hayat lügatinde bu hâline. Herkesin bildiği dilden bir isim. Zorlu nefis diz çökmelidir artık önünde. Çünkü heybesi hayat doludur bundan böyle… Biricik meselesini belirler bu yeni dönemde: Sonsuza varmak. Artık gölge varlıkta barınamayan şair, “Kaçır beni âhenk, al beni birlik!” der yalvarırcasına. Birilerinin çok değer verdiği şairliği, sanatkârlığı dahi istemez: “Ver cüceye onun olsun şairlik/Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.” mısralarıyla bu dönemde şiirdeki gâye ve anlayışını belirler. Artık şiir, Mutlak Hakikat’i aramakta kullanılan bir vâsıtadır onun lügatinde.

Bu yeni dönemde, metafizik yanını hazmedemeyenlerin Necip Fazıl’ı edebiyat tarihinden âdeta silmek için büyük bir taarruza geçtikleri görülür. Bir zamanlar Türk edebiyatının gelecek va’d eden genç bir istidadı olarak takdim edilen Necip Fazıl, Babıâli’de dönemin kimi yazarlarınca aforoz edilmek istenir. Bu hareketin başını, Türk Edebiyatı tenkitçisi ve uydurukça dil akımının önde gelenlerinden Nurullah Ataç çeker. Belli ki bu değişim kabul edilmek istenmemektedir edebiyat âleminde. ‘Sâbık Şair’ diye resmedilir bir süre. Fakat tenkit ve tepkilere değer vermez şair. Kararlıdır yeni bir hayatla huzura ermeye. Aslında bu yaklaşım tarzı bizim edebiyatımızda sadece Necip Fazıl’la ilgili bir tepki, bir dışavurum değildir. Ne yazık ki insandaki temel yaratılış gerçeğinin ilim yoluyla olgunlaşma olduğunun kavranamaması, insanın değişime kapalı bir anlayışla ele alınması, onun fıtratının hiçe sayılmasıdır. Türk edebiyatının son dönem romancılarından Kemal Tahir, Osmanlı tarihiyle meşgul oldu ve müspet kanaatler belirtti diye, yine aynı tepkilere maruz kalmamış mıydı? Değişmenin önünde direnmek veya insanı sâbit fikirlerle yaşamaya alıştırmaktan daha büyük bir yobazlık var mıdır yeryüzünde? Ama şunu unutmamak gerekir ki, bu reflekslerin altında yatan temel düşünce, aydınımızın tarihiyle ve kültürüyle olan yakınlaşmasından duyulan rahatsızlıktır. “Kendi geçmişini bilmeyenler, başka milletlerin şikârı (avı) olmaya mahkûmdur.” veciz ifadesiyle zıtlaşma, bizim aydınlarımızın en bâriz vasfı hâline gelmiştir son dönem Türk edebiyatında.

Bütün bu tepkilere kendi çapında göğüs geren Necip Fazıl için, artık yeni bir dünyanın ışıkları altında hâdiselere yaklaşmak vardır, dert vardır, çile vardır. Bundan böyle onu zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiştir. Renk, koku, ses ve şekil ötelerden haber vermektedir. Anlamak yok, anlar gibi olmak vardır hâdiseleri. Allah diyenlerin boynunda vebal, yolcu inmez hanların usanmaz bekçisi, ısınmaz külhânların tükenmez ormanı, benliğin dolabında kör ve çilekeştir.

Bu değişim sürecinde Türk fikir ve edebiyat dünyasında da büyük bir hareketlenme baş göstermektedir. Yabancı fikir akımlarının, nesilleri bir ahtapot gibi saran materyalizm ve pozitivizm akımlarının tesirleri iyiden iyiye kendini hissettirir olmuştur. Buna bir nebze de olsun “Dur!” demek için 1936’da ‘Ağaç’ dergisini çıkarır Necip Fazıl. Devrin birçok yazarını bünyesinde toplayan bu dergi, birçok sanat ürününün de tanınmasında vesile olur. Mücadelelerle geçen bu dönem akabinde 1943’te ‘Büyük Doğu’ dergisini de yayın hayatına hediye eder. 35 yıl yayımlanan bu dergi, edebiyat ve fikir tarihi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Necip Fazıl’ın dergiler çıkararak kendini bir fikri mücadelenin ortasına atması, ondaki değişmenin fikir plânından çıkarak aksiyoner kimliğe bürünmesinin müjdecisidir. Dergilerde neşredilen yazıları, kalem kavgaları kitleler üzerinde tesir icra ediyor, Necip Fazıl isminin yurdun her tarafında çığ gibi büyümesini sağlıyordu. Bu çığın arkasından gelen konferanslar faslı, bütün yurdu dolaşarak sinesindeki hakikatleri nesle boşaltma imkânını veriyordu şaire. Hemen hemen yurdun dört bir yanını dolaşan şair, Salihli, İzmir, Erzurum, Van, İzmit, Bursa, Konya, Adana, Maraş ve Tarsus’taki konferanslarıyla geniş bir kitleye ulaşma imkânını bulur. Konferansları sürerken kendini şiir ve yazıdan da uzaklaştırmayan Necip Fazıl, 1980 yılına kadar on üç yıl süren ve siyasî, kültürel ağırlıklı olan meşhur ‘Rapor’larını fikir hayatımıza armağan eder. Onun bütün bu çalışmaları sessizce bir başkalaşma (metamorfoz) devresi şeklinde anlaşılmalıdır. Kozasında büyük bir titizlik, dikkat ve sancı içinde doğacak günü bekleyen bir kelebeğin sonsuzluğa uçmasıydı bu sıkıntılı, mücadeleli ve aksiyon ağırlıklı dönem.

26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı’nca ‘Sultanu’ş-Şuara’ (Şairler Sultanı ) seçilir. Bunu, 1982 yılında ‘Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’ eseri vesilesiyle aldığı ‘Yılın Fikir ve Sanat Adamı’ mükâfatı takip eder. Artık hayatının son demlerini yaşayan şair, kendini tamamıyla çok önem verdiği eserleri yazmaya adar. Cemiyetteki aksiyoner kişiliği yerini bir tasavvuf dervişine bırakır. İnzivaya çekilir, bir daha çıkmamak üzere küçücük odasına kapanır. Kendisinden fikir almak için yanına gidip gelenleri kabul eder.

Ömrünün son günleri, Erenköy’de bulunan evindeki küçük odada, kesinleşmiş 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her an cezasını çekmek üzere götürülmeyi bekleme sıkıntısı içinde geçer. Ama bu sıkıntılı dönemden de meyve almayı bilen Necip Fazıl, sıkıntılar içinde çalışmaya devam eder.

Her canlı için mukadder olan ölüm, âgûşunu Necip Fazıl’a da açmıştır 25 Mayıs 1983 gecesinde. Koca çınar, perde ardından haber olarak tarif ettiği ölümle yüz yüze gelir. İşi aceledir şairin. Çok önem verilen ve birkaç günlük süs olan gençlik, geçmiştir artık. Eserler darmadağın, emek yüzüstüdür. Eşyaları toplamak vakti gelmiştir. İşi aceledir şairin. Ben ölünce dostlarım bayram etsin, der. Hem de üst üste tam kırk gün kırk gece düğün:

“Ben ölünce etsin dostlarım bayram
Üst üste tam kırk gün kırk gece düğün!
Açı doyurmaksa kabirde meram,
Yemeğim Fatiha, günde beş öğün.”

Herkesin beklediği büyük bir randevusu vardır. Kimi cana, kimi cânâna, kimi eşe, kimi dosta kavuşabilmenin bekleyişi içindedir. Necip Fazıl da son randevusuna hazırlık içindedir. Ama “Bilsem nerede, saat kaçta/Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta” diyerek bu randevunun ölüm olduğunu fısıldar kulaklarımıza. Bir çocukluk sevinci içinde karşılar tabutu. İbrahim Edhem gibi tâcı, tahtı, sorgucu unutmak lazımdır gönüllere sultan olmak için:

“Sultan olmak dilersen, tâcı, tahtı, sorgucu unut!
Zafer araban senin, gıcırtılı bir tabut.”

Her şeye küsmüştür şair. Bu dünyada ne varsa renk, nakış, lezzet, ne varsa küstür. Gözündeki son mârifet, Azrail’e tebessümdür. Yahya Kemal’in ‘Sessiz Gemi’ şiirinde ifade ettiği gibi artık demir almak günü gelmiştir zamandan. Meçhule giden bir gemi kalkmaktadır hayat limanından. Yolcusunu almaya kararlıdır. Son gidişte ne mendil sallanır ne de kol. Çok kimse gitmiştir bu sefere; ama seferinden dönen olmamıştır. Sessiz gemiye bu sefer de Necip Fazıl binmiştir ve dilinde şu mısralarla bize el sallayarak mutluluk diyarına doğru yol almıştır:

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?!”

Ver cüceye onun olsun şairlik

Osmanlı’nın son dönemlerini yaşamış, Cumhuriyet’in ilk dönemlerini idrak etmiş Necip Fazıl, tam bir kültür buhranının ortasında kendini bulmuştur. Bir taraftan Trablusgarp Savaşları, bir taraftan Meşrutiyet, bir taraftan Çanakkale ve Millî Mücadele… Cemiyetin en hassas ferdi olan şairlerimizin ruh dünyalarında bir nevi şok tesiri yapmıştır bu tarihî hâdiseler. Koca bir coğrafyadan bir avuç toprağa mahkûm olmuştuk ve elde kalanı koruma hassasiyeti, o dönem insanının temel düşüncesiydi. Millet tek vücut, bütün imkânlarını seferber ederek bu mukaddes mücadeleyi omuzlamıştır. Şairler de bu mücadeleyi kırık mızraplarıyla destanlaştırmaya çalışmıştır. Mehmet Âkif, toplumun ölüm kalım savaşını destanlaştırmıştır. Cephedeki adamın dikkatiyle hareket eden Âkif, toplumu bütün cepheleriyle kucaklamıştır. Batmakta olan bir milletin sesi ve çığlığı olmuştur. Unutmayalım ki şairler, şahsî acılardan, metafizik bunalımlara kadar toplumun haykıran sesidir. Yahya Kemal, Âkif’in dertli bir bülbül edasıyla kurtarmağa çalıştığı koca imparatorluğu, tarih çerçevesinde tespit etmeğe, onun büyüklüğünü gözler önüne sermeğe çalışmıştır. “Demek ister ki, evet siz bizim bu medeniyet dönemimizi kapadınız. Ama unutmayınız ki bu kapadığınız dönem, medeniyetler tarihinde bir altın kitaptı. İşte ben çağımızdan geriye dönerek onun içinde yaşıyorum. Bir nevi mermerlerle o dönemi mumyalıyorum, tâ gelecekte bir çağ, onun bu mumyalarını çözdüğünde onu taptaze görebilme imkânına ersin.”1

Fikirleriyle olduğu kadar şiirleriyle de Türk edebiyatında farklı bir yere yerleşen Necip Fazıl, Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin kurulmasında temel fonu teşkil etmiştir. Bir yandan Halk şiiri bir yandan da Batı şiiri ölçülerini aynı potada eriterek şiiri, basit hislenmelerden kurtarıp insanın kendi ‘ben’ini arayan bir vasıta hâline getirmiştir. Türk şiirinde yeni bir oluşumu sessiz ve derinden yapmıştır. Bu oluş, yıllarca siyasî bir temel üzerinde yükselerek bazı küçük ihsasların yansıtıldığı bir vasıta olan şiiri insanın, hiçbir asırda değişmeyecek, asil duygularını aksettirecek hâle getirmesidir. “Hakikati arama ve bulma cehdinde, ruhun zaman zaman büründüğü renk ve ulaştığı ve çok defa da aştığı üslûp olayı olmaktan başka bir şey değildir şiir onun için. Şiir aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan.” 2

Onu sadece bir şair olarak görmemek gerekir; tiyatroları, nesirleri, romanları, hikâyeleri, anıları ve kalem kavgalarıyla da bir devre ışık tutmaktadır Necip Fazıl. Bu mevzuda mutlaka söylenecek çok söz vardır. Necip Fazıl’ı en iyi tanıyan ve yorumlayanlardan olan son dönem Türk edebiyatının şair ve mütefekkirlerinden Sezai Karakoç’un şu nefis yorumuna kulak verelim bir de: “Necip Fazıl’ın şiirinde asıl özellik, gerçeği arama ve ona vararak üstün ruh erginliğine, ebedilik tadına varma olunca ‘Çile’ şiirinin tahlili, bütün şiirinin anahtarı olabilecek demektir.(…) Çile şiirinin Necip Fazıl’ın daha önceki şiirlerine bakan bir yüzü, daha sonraki şiirlerine bakan bir başka yüzü vardır. Daha doğrusu sanki dört bölümlü olan şiirin birinci ve ikinci bölümleri yer yer daha önceki şiirleri benliğinde, belli belirsiz özetlemiştir. Son bölümü de gelecek şiirlerinin bir habercisi, bir prologudur. Çile’nin birinci bölümünde içinde bulunulan ve sanki hakikatmiş gibi benimsenen peşin hükümler ve alışkanlıklar dünyasının yıkılması ve bu yıkılıştan duyulan acı anlatılmaktadır. İkincide bunalıma düşen ruh, artık eşyanın, varlığın ve var oluşun sırlarını aramakta ve bu arayışın ölümden beter azabını dillendirmektedir. Üçüncü bölümde şair hakikati bulmanın ve bunalımdan kurtulmanın metot ve çarelerini arar gibidir. Mesafeler ve yolların insanı aldatışı, büyücünün hıncı, aynaların geçen zamana eş verdiği ızdırap, lügat kavramıyla sembolize edilen bilginin yetersizliği, tabiatın insanın içindeki iniş ve çıkışlardan daha basit bir yapıda oluşu, yani insan giriftliğinin dış dünyayı aşması, umudun bunlarda olmadığını bize göstermektedir. Fakat son bölüm bir var oluş bunalımına sürükleyen gaiplerden gelme sesin bu kez aydınlıklarla ansızın ‘ben’i sardığını ve ezel fikri ve ebed duygusuna götürdüğünü, ansızın mâvera perdelerinin yırtılarak insanın hakikatin kucağına düştüğünü, artık insanın Samanyollarından daha ötesiyle deniz dibindeki incilere sahip çıkarcasına en değerli tutamak olan ebedî olmaya yönelmesi gerektiğini, yani Allah’ı bulmak ve ondan asla ayrılmamak için yeni, büyük ve ulu hayatına başlamasıyla kurtulabileceğini Türk şiir tarihinde unutulmaz bir poetik bütünlükteki kıtalarla anlatmaktadır.(…) Halk şiiri motiflerinden, eşyanın ötesinde bekleyen mesaja giden ve ondan yeniden topluma dönen Necip Fazıl şiiri, uygarlığından soyulmuş bir toplum için, uzun vâdede yeni bir kurtuluş umudunun kaybolmadığını, eşyanın ezildiği yerden mistik, tarihin koptuğu yerden metafizik kurtuluş çizgilerinin fışkırdığı ruhun uyanışı şiiri oluyor. Necip Fazıl şiiri merkez alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu yapılamamıştır. Toplumdaki ekmek kavgası, ne Orhan Veli şiirini ne de bu Nazım Hikmet özentili şiiri kurtarabilmiştir. Çünkü toplumumuz ekmek derdini bile lirik ve daha doğrusu poetik plânda, en soylu dolaylı anlatıma kavuşturacak bir mizaçtadır. Bin yıldır var oluş davasını ekmek kavgasının çok üstünde yaşamış bir toplumu, tarihsiz, geçmişsiz, onursuz bir toplummuşçasına dile getirmeğe imkân yoktur… İsterse o toplum gerçekten aç olsun. Onun açlığında tarihin sıkıntısı vardır. O, ekmeğin içinde bile tarihe acıkmışken, tarihini bile ekmeğe acıkma şeklinde anlatma, bu toplumu anlamama ve onun ruhuyla gerçek bir bağ kuramama demektir. Hattâ böyle bir bağ kurabilmenin bütün imkânlarını da kaybetmek demek.” 3

Dipnotlar
1- Karakoç, Sezai, “Edebiyat Yazıları – II ”, Diriliş Yay., İstanbul 1986, s.52.
2- Age, s.67.
3- Age, s.82, 89.
 
Üst