İstiklal marşının yazılış ve besteleniş hikayesi

  • Konuyu başlatan Kayıtsız Üye
  • Başlangıç tarihi
K

Kayıtsız Üye

Ziyaretçi
İstiklal marşının yazılış ve besteleniş hikayesi nedir kısaca yazar mısınız?
İstiklal marşının yazılışının ve ardından bestelenişinin efsane oluşu hakkında bilgi verir misiniz?
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
İstiklal Marşı nasıl yazıldı hikayesi
Mehmed Âkif 10 yılı aşan uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döner. (16 Haziran 1936). Gurbet illerinde sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakıp, kavurmuştur. Ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik hâlinde kalmıştır. Beyoğlu'nda Mısır Apartmanı'nın loş ve sâkin bir odasında son günlerini yaşıyordur. Sevdiği bazı arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdir. Millî Mücadele günlerinden bahsedilirken, söz İstiklâl Marşı'na intikal eder.


Marş, milletin malıdır.

İstiklâl Marşı denince Üstad Âkif'in gözleri büyür ve parlar. Hastabakıcının yardımıyla doğrulur, anlatmaya başlar:

"- İstiklâl Marşı... O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların, ızdırablar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hâtırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz... Onu kimse yazamaz... Onu ben de yazamam... Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur..."

Bunu söylerken Üstad Âkif yorulur. Başı yastığa düşer. O kemik külçesi yavaşçacık itina ile yatağına uzatılır. Misafirler veda ederler. Üstad Âkif gözlerini kapayarak sâkin, sessiz uyumaya başlar.

Millî marş için açılan müsabaka

İstiklâl Marşı'nın yazılış serüveni şöyle başlar:

Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) memleketin bütün şairlerini millî marşın yazılması için dâvet eder. Bunun üzerine her taraftan güzel şiirler gelmeye başlar. Sonunda 724 parça şiir gelir. Bunların içinden bazıları seçilerek basılıp, bütün Meclis âzâlarına dağıtılır.

Millî marş için ayrıca Vekâletçe mükâfat vaad olunur.

Gelen şiirler incelenir. Fakat hiç biri istenilen ölçüde değildir. Buna karşın gösterdikleri hassasiyet ve duyarlılıktan dolayı Maarif Vekili, Meclis kürsüsünden bütün bu kıymetli şairleri takdir duygularıyla anar, onlara saygılarını sunar, teşekkür eder.

Vekâlet yazılan 724 parça şiiri iftiharla, göğsü kabararak okumasına okur, fakat asıl aradığı, istediği şiiri bulamamıştır. Mücahedenin büyüklüğü nisbetinde kuvvetli bir şiir, gönülleri heyecana verecek heyecanlı bir ses istenmektedir.

Bu öyle bir şiir olmalıdır ki, gelecek nesillere, her zaman, o kutsal mücadeleyi ve büyüklüğü terennüm etsin... Kalbleri o heyecanla doldursun... Yurdun bütün ufuklarını o heyecanla inletsin... Bütün seslerin fevkinde yükselsin, yükselsin... Arşın kapılarına yapışarak haykırsın.

Bu ses, "ezelden beri hür yaşayan, kükremiş sel gibi bendini çiğneyip aşan, dağları yırtan, enginlere sığmayıp taşan, yurdun her taşı altında kefensiz yatan, her zerre-i hâkînden şühedâ fışkıran bir milletin, iman dolu bir göğsün" sesi olmalıdır.

Bu ses, "al sancaklarda dalgalanan fazilet ve şehamet şâhikalarından bütün bir cihâna karşı: Hangi çılgın bana zincir vurabilir?" diye meydan okuyan; "Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın" hayâsızca akınlarına karşı kükreyen bir ses olmalıdır. Bu ses, elinden silâhları alınan, hürriyet ve istiklâl için dişiyle tırnağıyla boğuşan bir millete ümidler verecek, onu yeise, bezginliğe, yılgınlığa düşmekten uzaklaştıracak, önüne cennetler serecek, ona Hakk'ın vaad ettiği büyük günlerin, büyük zafer günlerinin yakın, pek yakın olduğunu söyleyecek* er yürekli bir ses olmalıdır.

Büyük şaire müracaat

Büyük Millet Meclisi'nin Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver milletin hislerine, duygularına, ızdıraplarına kimin tercüman olacağını, milletin marşının kimin tarafından yazılabileceğini biliyordur. Fakat ne çare ki büyük şair Mehmed Âkif, marşı yazana para verilecek, diye müsâbakaya iştirak etmemiştir.

Maarif Vekili bunu sezer ve müsâbaka hâricinde olmak, müsâbaka şartlarından âzade kalmak şartıyla şair Mehmed Âkif'e müracaat eder. İstiklâl Marşı'nın, onun yüksek ve ilâhî belâgatli kalemiyle yazılmasını şöyle rica eder:

"Pek aziz ve muhterem efendim,İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstâdânelerinin matlub şiiri vücuda getirmeleri maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır. Endişenizin icabettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve teheyyüc vâsıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.

5 Şubat 1337 (1921) Umûr-i Maârif Vekili Hamdullah Suphi

Büyük şiir

Onun üzerine Üstad Mehmed Âkif, Tâceddin Dergâhı'nın odasına kapanır, o günkü heyecanlardan ilham alarak "İstiklâl Marşı"nı yazar. 17 Şubat 1337/ 1921 Perşembe sabahı "Kahraman Ordumuza" ithaf edilen bu muazzam şiir, Mehmed Âkif'in başmuharriri olduğu Sebilürreşad'ın baş sahifesinde [Sebilürreşad, XVIII/ 468, s. 305] yayınlanır.**

"Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:

Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;"***

* Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, Meclis'teki hitâbesinde Üstad'ı bu kelimelerle tavsif etmiştir.

** İstiklâl Marşı 21 Şubat 1337 Pazartesi günü de Kastamonu'daki Açıksöz gazetesinde neşrolundu. Mehmed Âkif bir nüsha kendi eliyle yazıp Açıksöz'e göndermiştir.
 
Son düzenleme:

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator

İstiklal Marşının bestelenme hikayesi



Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir milli marşı olmalıydı. Daha Cumhuriyet kurulmadan İstiklâl Savaşı sırasında, Garp Cephesi Komutanlığı’ndan bu arzu doğmuştu. Durum, sonradan Maârif Vekili olan Hamdullah Suphi’ye havale edildi. Böylece Türk milli marşı olarak "İstiklâl Marşı" adı ile yaptırılacak marşın hazırlıklarına girildi. Beste ve güfte için beşer yüz lira armağan kararlaştırılarak genelge ve mektuplarla bütün yurda duyuruldu.

Önce şiir seçilip sonra beste yarışması açılacaktı. Şiir yarışmasına yurdun dört bir yanından tam 724 şiir gönderildi. Komisyon bunlardan yedisini seçerek bastırdı ve meclis üyelerine dağıttı.

Atatürk’ün başkanlığında TBMM’nin 12.03.1921 günkü celsesinde Mehmet Akif Ersoy’un şiiri defalarca okutturularak alkışlar arasında milli marş olarak bestelenmek üzere seçildi.

Beste yarışması ise güfte kadar ilgi görmedi. Bu da memleketin o zamanki musiki durumunu yansıtmaktadır. Beste yarışmasına ancak 24 besteci katılmıştı. Bunlardan bazıları şunlardır:

Ahmet Cemalettin Çinkılıç, Ahmet Yekta Madran, Ali Rifat Çağatay, Asım Bey, Bedri Zabaç, Hasan Basri Çantay, H. Saadettin Arel, İsmail Hakkı Bey, İsmail Zühdü, Kazım Uz, Lemi Atlı, Mehmet Baha Pars, Mustafa Sunar, Rauf Yekta, Saadettin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör.

Güfte yarışması sonuçlandırıldıktan sonra Anadolu’daki savaş iyice kızıştığı sıralarda beste yarışması ilgisini tabii olarak kaybetmiştir. Buna rağmen muhiti olan bestekârlar faaliyetten geri durmamışlar ve kendi bestelerini yaymaya uğraşmışlardır.

O sıralarda Edirne’de müzik öğretmeni bulunan Ahmet Yekta Madran, kendi marşını Edirne ve havalisinde yaymaya ve söyletmeye başlamıştır. İzmir’de müzik öğretmeni bulunan İsmail Zühdü de kendi marşını İzmir ve havalisi ile Eskişehir’de yaymakta idi. Ankara’da da Zeki Üngör’ün marşı söylenmekte olup İstanbul’da ise iki marş söylenip yayınlanmaktaydı. Bunlar da İstanbul tarafında bir çok mekteplerde öğretmenlik yapan Zati Arca’nın, Kadıköy tarafında ise Ali Rifat Çağatay’ın bestesi söylenmekteydi.

Bu durum birkaç yıl böylece devam etmiş ve 1924’te Ankara’da maârif vekaletinde toplanan bir kurul, Ali Rifat Çağatay’ın marşını resmi marş olarak kabul ederek ilgili kurullar ile bütün okullara bildirmiştir. Bu marş, 1924’ten 1930 yıllarına kadar söylenip çalındıktan sonra 1930 sıralarında yeni bir emirle Riyaseti Cumhur Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün bestesi milli marş bestesi olarak kabul edilmiştir. Zeki Üngör, İstiklâl Marşı’nın besteleniş hikayesini şöyle anlatmıştır:
"İstiklâl savaşının devam ettiği sıralarda ben, Muzika-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya Saray’a ve Vahdettin’e bağlıydık. Bando, Fasıl Takımı ve Orkestra benim emrimde idi.

Şişli’de Uğurlu Han’ın 4 numarasında oturuyordum. Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Heyeti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde, süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimde doğan parçayı çalmaya koyuldum.

İlk etapta marşın giriş kısmındaki akoru oluşturdum. Bu şekilde iki, üç mezür yaptım. Arkadaşlarım: "Aman dediler, bu çok güzel bir şey olacak." Bunun üzerine İhsan’a İzmir’in kurtuluşunu ve büyük zaferi bütün teferruatı ile anlatmasını rica ettim. O anlattı, ben çaldım. Böylece kısa zamanda eserin taslağı ortaya çıktı. Ertesi gün de çalıştım. İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadıyla da besteyi Viyana Konservatuarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen mektupta, eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk milletinin ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum.

Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzika-i Humayun’u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi. Bunun üzerine tekrar İstanbul’a döndüm. Ve Ankara’ya ilk olarak başlarında piyanist Sabri’nin bulunduğu beş kişilik bir heyet yolladım. Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”

Bestekarın bu anlatışından, eseri önce sözsüz olarak bestelediği ve daha sonra Mehmet Akif’in şiirini besteye giydirdiği anlaşılmaktadır. Bu sebepten meydana gelen prozodi hataları, eser hakkında sonradan yapılan tenkitlerin başlıcası olmuştur. Bestekar yukarıdaki beyanatının bir yerinde her ne kadar, "Bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim" diyorsa da, eserdeki ses sahasını halk tabakasını nazara almadan kullanması bestenin milli marş olarak bestelenmediğini meydana çıkarmaktadır. Marştaki bu teknik hatalardan başka ses ritminden ağır çalınıp söylenmesinde bestekarın kusuru başta gelmektedir. Besteci bu durumu şöyle anlatmıştır:

“Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Eserin başında metronomu (1 dörtlük=80) olan bir eser hiçbir vakit cenaze marşına benzemez.

Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise; "Sahibi’nin Sesi" stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu ve dolayısıyla plağın ancak yarısını doldurduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: "Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter" dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimizi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icap ettiğini kim bilebilirdi?”

Görüldüğü gibi tam bir alaturka davranışla İstiklal Marşımızın en can alacak noktası; ritmi, ölü doğrulmuştu.

Plak yayıldıktan sonra ağır ritim de hafızalara yerleşti ve besteci ölümüne kadar bu ağır ritmi yürüğe götürmeye uğraştı durdu.

Ayrıca, marşın Türk temlerini ifade etmediği ve hatta “Karmen Silva” isimli bir operetten alındığı da iddia edilmiştir.

Daha sonra marşın değiştirilmesi tezi ortaya atılarak yetkili yetkisiz türlü şahıslar tarafından türlü fikirler ileri sürülmüşse de değiştirilmesi fikri tutmamıştır.

Bu konudaki makul olan umumi kanaat; her ne kadar yeniden daha iyisini yapmak imkansız değilse de eskisinin artık tarih olmuşluğu hakikati nazara alınarak, bunun üzerinde gerekli rötuşlarla mevcudu onarmaktır.
 
Üst