İnsan, Cenab-ı Hakk'ın esmasının nokta-i mihrakiyesidir. Kâinata dağılan esma-i ilahi, insan mahiyetinde belli bir noktaya tevcih edilmiştir. İnsan, bin bir esma-i ilahinin cilvegâhı veya kısm-ı azamının tecelli ettiği bir varlıktır. Bu mahiyetiyledir ki insan, Cenab-ı Hakk'ın esmasına ayna olabilecek zenginlikte yaratılmıştır.
Bir diğer husus, insan kendisinde bulunan sınırlı ve nakıs vasıfların çehresinde nakıs olmayan birinin esma ve sıfatlarını okuyabilir. Evet insan, varlığıyla bunları kendisine veren ve ihsan edenin hazinesinde her şeyin bulunduğu kanaatine ulaşır ve "Bunlar bana, O'ndan geliyor." der. Mesela onda bir cemal varsa, O Hz. Cemil'den, idrak varsa O'nun ilim sıfatından, irade varsa yine O'nun Mürid isminden, kudret varsa o da Kudret sıfatından geldiğini idrak edebilir. Yani insan kendisinde mevcut olan şeyleri gördükten sonra kendisini yaratan Zat'ta da bunların mevcut olduğu kanaatine varır.
Ayrıca bizde her şey sınırlı ve muhat, Cenab-ı Hak'ta ise nâmütenâhidir. Biz, bizdeki sınırlı şeylerle O'nda bunların nâmütenâhi olduğunu görürüz. Bizim iktidar ve gücümüz elimizin ulaştığı daire içinde cereyan eder. Bu itibarla da elimizin ulaşamadığı daire içinde tasarrufta bulunamayız. İşte biz, böylesine dar bir irade ve kuvvetle, kâinat çapında cereyan eden hadiselere bakar, Hâlık'ın nâmütenâhi kudret ve iradesine muttali olur, belli ölçüde O'nu tanıma imkanına ulaşırız. Keza ilmimiz de dar bir sahada cereyan eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey bilemeyiz ve ancak O'nun dilediği kadar bir şeye muttali olabiliriz. (Bkz. Bakara, 2/255) Biz yarın ne olacağını bilemeyiz. Çünkü ilmimiz sınırlıdır. İşte bu kadar dar bir dairede cereyan eden sınırlı ilmimizle Hâlık'ımızda bunun nâmütenâhi olduğunu görürüz. Çünkü bütün kâinatı ezelden ebede kadar sarsmadan, bozmadan, bir arıza meydana vermeden, hadiseleri aksatmadan idare etmek öylesine muhit bir ilim ister ki, en ilk sebeple en son müsebbebi birden görsün ve her şeyi arızasız sevk ve idare etsin. Evet, sebep ve müsebbebi vaz' eden O, onları gören O, sağlam bir tenasüp içinde onları birbirine bağlayan O, muhit ilmiyle her şeyi planlayan, keşfeden, kontrol eden ve hepsinin üzerinde nigehbân olan da yine O'dur (celle celaluhu).
Allah her varlıkla nasıl konuşur?
Konuya Üstad Bediüzzaman'ın yaklaşımı bir hayli enfestir. O, şöyle der: Mutlak ve muhit bir şeyin hudut ve nihayeti olmadığından ona bir mahiyet biçilemez, bir suret ve taayyünle hükmedilemez. Mesela zulmetsiz daimi bir ziya bilinemez ve hissedilemez. Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlık haddi çekilir, işte o zaman bilinebildiği kadar bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın ilim, kudret gibi.. sıfatları; Hakîm, Rahîm gibi.. isimleri, muhit, hudutsuz, şeriksiz olması itibariyledir ki, onlar mahiyet-i nefsu'l-emriyelerine uygun bilinemez ve hissedilemezler. Bu gibi isim ve sıfatların hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî birer had çizilmelidir ki bilinebilsinler. İşte onu da vehmî ve hayalî evsaf ve buudlarıyla enaniyet yapar. (30. Söz'den küçük bir icmal)
Esasen bizim kelamî (maksadı ifade) gücümüz de oldukça dardır. Değil Allah'a ait evsafın ve kâinat esrarının ifade edilmesi, kendi içimizde oluşan mefhumları dahi ifadeden aciziz. Zannediyorum hiç kimse içinde hissettiklerini tam ifade edemez. Onun için büyük şair, "Ben o nağmeden müteheyyicim ki yoktur ihtimal-i terennümüm" der. Bundan anlaşıldığı üzere içte hissedilen şeyler çok başkadır. Şimdi gelin Cenab-ı Hakk 'ın kelam sıfatına bakalım. Allah bütün kâinata ve bütün insanların kalbine bir anda ilhamda bulunur ve konuşur. Her kalb, vicdanında Mevla'nın sesini bîkemu keyf hissettiği zaman ve her vicdan Mevla'ya ait ilhamlara mehbit olduğu zaman -bunlar mecazdırlar- Allah (c.c) onunla konuşuyor demektir. Cenab-ı Vâcibu'l-Vücud karıncadan alın da insana kadar her varlıkla konuşur. Allah, hayvanata da ilhamda bulunur. Nitekim "Allah arıya vahyetti" (Nahl, 16/68) ayeti bu hakikati ifade eder. Arı o muhteşem peteğini hazırlamasında, "sevk-i ilahi" diyeceğimiz Allah'ın ilhamıyla yapacağını yapar. Yeryüzünde veya diğer gezegenlerde ne kadar canlı hevam veya haşerat varsa hepsi her an Cenab-ı Hakk'ın sevkiyle sevk olunmaktadır. Demek ki, Allah, hususi telefonuyla bunların hepsiyle birden konuşmaktadır.
Bunun gibi duyma mevzuunda da biz, duyulacak olan şeylerin milyonda beş-altısını ancak duyarız. Bir defasında Hac'da şöyle bir hal yaşamıştım. Cenab-ı Hak, her elini açıp "Ya Rabbi" diyene "Lebbeyk" diyor ve birinin duasını dinlemesi, diğerinin duasının dinlenmesine mani olmuyor.
Evet milyar defa milyar diller O'na dua eder de Allah hepsinin duasını duyar. İşte biz de mahdut ve sınırlı duyuşumuzla Cenab-ı Hak'taki bu sınırsızlığı idrak ederiz.
ÖZETLE
1- Bizde her şey sınırlı ve muhat, Cenab-ı Hak'ta ise nâmütenâhidir. Biz bizdeki sınırlı şeylerle O'nda bunların nâmütenâhi olduğunu görürüz.
2- Bizde Cenab-ı Hakk'a ait bir kısım hakikatların gölgeleri vardır. Biz bu gölgeler sayesinde bunların birer asılları olabileceği kanaatine varırız.
3- Zıddı olmayan bir şey bilinmez. Onun için Cenab-ı Hak, bir kısım aynalar yaratmıştır ki, o sayede kendi varlığı idrak edilsin.
Bir diğer husus, insan kendisinde bulunan sınırlı ve nakıs vasıfların çehresinde nakıs olmayan birinin esma ve sıfatlarını okuyabilir. Evet insan, varlığıyla bunları kendisine veren ve ihsan edenin hazinesinde her şeyin bulunduğu kanaatine ulaşır ve "Bunlar bana, O'ndan geliyor." der. Mesela onda bir cemal varsa, O Hz. Cemil'den, idrak varsa O'nun ilim sıfatından, irade varsa yine O'nun Mürid isminden, kudret varsa o da Kudret sıfatından geldiğini idrak edebilir. Yani insan kendisinde mevcut olan şeyleri gördükten sonra kendisini yaratan Zat'ta da bunların mevcut olduğu kanaatine varır.
Ayrıca bizde her şey sınırlı ve muhat, Cenab-ı Hak'ta ise nâmütenâhidir. Biz, bizdeki sınırlı şeylerle O'nda bunların nâmütenâhi olduğunu görürüz. Bizim iktidar ve gücümüz elimizin ulaştığı daire içinde cereyan eder. Bu itibarla da elimizin ulaşamadığı daire içinde tasarrufta bulunamayız. İşte biz, böylesine dar bir irade ve kuvvetle, kâinat çapında cereyan eden hadiselere bakar, Hâlık'ın nâmütenâhi kudret ve iradesine muttali olur, belli ölçüde O'nu tanıma imkanına ulaşırız. Keza ilmimiz de dar bir sahada cereyan eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey bilemeyiz ve ancak O'nun dilediği kadar bir şeye muttali olabiliriz. (Bkz. Bakara, 2/255) Biz yarın ne olacağını bilemeyiz. Çünkü ilmimiz sınırlıdır. İşte bu kadar dar bir dairede cereyan eden sınırlı ilmimizle Hâlık'ımızda bunun nâmütenâhi olduğunu görürüz. Çünkü bütün kâinatı ezelden ebede kadar sarsmadan, bozmadan, bir arıza meydana vermeden, hadiseleri aksatmadan idare etmek öylesine muhit bir ilim ister ki, en ilk sebeple en son müsebbebi birden görsün ve her şeyi arızasız sevk ve idare etsin. Evet, sebep ve müsebbebi vaz' eden O, onları gören O, sağlam bir tenasüp içinde onları birbirine bağlayan O, muhit ilmiyle her şeyi planlayan, keşfeden, kontrol eden ve hepsinin üzerinde nigehbân olan da yine O'dur (celle celaluhu).
Allah her varlıkla nasıl konuşur?
Konuya Üstad Bediüzzaman'ın yaklaşımı bir hayli enfestir. O, şöyle der: Mutlak ve muhit bir şeyin hudut ve nihayeti olmadığından ona bir mahiyet biçilemez, bir suret ve taayyünle hükmedilemez. Mesela zulmetsiz daimi bir ziya bilinemez ve hissedilemez. Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlık haddi çekilir, işte o zaman bilinebildiği kadar bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın ilim, kudret gibi.. sıfatları; Hakîm, Rahîm gibi.. isimleri, muhit, hudutsuz, şeriksiz olması itibariyledir ki, onlar mahiyet-i nefsu'l-emriyelerine uygun bilinemez ve hissedilemezler. Bu gibi isim ve sıfatların hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî birer had çizilmelidir ki bilinebilsinler. İşte onu da vehmî ve hayalî evsaf ve buudlarıyla enaniyet yapar. (30. Söz'den küçük bir icmal)
Esasen bizim kelamî (maksadı ifade) gücümüz de oldukça dardır. Değil Allah'a ait evsafın ve kâinat esrarının ifade edilmesi, kendi içimizde oluşan mefhumları dahi ifadeden aciziz. Zannediyorum hiç kimse içinde hissettiklerini tam ifade edemez. Onun için büyük şair, "Ben o nağmeden müteheyyicim ki yoktur ihtimal-i terennümüm" der. Bundan anlaşıldığı üzere içte hissedilen şeyler çok başkadır. Şimdi gelin Cenab-ı Hakk 'ın kelam sıfatına bakalım. Allah bütün kâinata ve bütün insanların kalbine bir anda ilhamda bulunur ve konuşur. Her kalb, vicdanında Mevla'nın sesini bîkemu keyf hissettiği zaman ve her vicdan Mevla'ya ait ilhamlara mehbit olduğu zaman -bunlar mecazdırlar- Allah (c.c) onunla konuşuyor demektir. Cenab-ı Vâcibu'l-Vücud karıncadan alın da insana kadar her varlıkla konuşur. Allah, hayvanata da ilhamda bulunur. Nitekim "Allah arıya vahyetti" (Nahl, 16/68) ayeti bu hakikati ifade eder. Arı o muhteşem peteğini hazırlamasında, "sevk-i ilahi" diyeceğimiz Allah'ın ilhamıyla yapacağını yapar. Yeryüzünde veya diğer gezegenlerde ne kadar canlı hevam veya haşerat varsa hepsi her an Cenab-ı Hakk'ın sevkiyle sevk olunmaktadır. Demek ki, Allah, hususi telefonuyla bunların hepsiyle birden konuşmaktadır.
Bunun gibi duyma mevzuunda da biz, duyulacak olan şeylerin milyonda beş-altısını ancak duyarız. Bir defasında Hac'da şöyle bir hal yaşamıştım. Cenab-ı Hak, her elini açıp "Ya Rabbi" diyene "Lebbeyk" diyor ve birinin duasını dinlemesi, diğerinin duasının dinlenmesine mani olmuyor.
Evet milyar defa milyar diller O'na dua eder de Allah hepsinin duasını duyar. İşte biz de mahdut ve sınırlı duyuşumuzla Cenab-ı Hak'taki bu sınırsızlığı idrak ederiz.
ÖZETLE
1- Bizde her şey sınırlı ve muhat, Cenab-ı Hak'ta ise nâmütenâhidir. Biz bizdeki sınırlı şeylerle O'nda bunların nâmütenâhi olduğunu görürüz.
2- Bizde Cenab-ı Hakk'a ait bir kısım hakikatların gölgeleri vardır. Biz bu gölgeler sayesinde bunların birer asılları olabileceği kanaatine varırız.
3- Zıddı olmayan bir şey bilinmez. Onun için Cenab-ı Hak, bir kısım aynalar yaratmıştır ki, o sayede kendi varlığı idrak edilsin.