Harama bakmak çaresini bulamıyorum
Soru: Harama bakmaktan nasıl korunuruz, ibadetlerimden zevk alamıyorum ne yapmam gerekir?
Cevap:
Değerli kardeşimiz;
Cevap 1:
İsra suresinin 32. ayetinde Cenab-ı Hak,
"Sakın zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor. Buradaki
"yaklaşmayın" emrinden hareketle İslam fıkıh alimleri insanı zinaya götürebilecek her türlü amelin yasak olduğunu ifade etmişlerdir. Müstehcen resim veya görüntülere bakmayı da bu kategori içinde mütalaa edebiliriz. Bu sebeple bu tür resimlere bakmak caiz değildir.
Çünkü bir hocamızın ifadesiyle bütün günahlar ve ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.
“Hem Kur’ân merhameten kadınların hürmetini muhafaza için hayâ perdesini takmasını emreder. Tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise kadınları yuvalarından çıkarıp perdelerini yırtıp beşeri de baştan çıkarmıştır.” (Sözler, s. 381)
Toplumun bozulmasını netice veren sebeplerden birisi bu sözlerde ifade edildiği gibi, kadınların yuvalarından çıkıp ölçüsüz bir şekilde topluma karışarak, hürmete lâyık bir varlık iken ehemmiyetsiz bir eşya hâline gelmesidir. Bu durumdan kadınlar kendilerine olan hürmeti kaybettikleri gibi, toplum fertlerinin de bozulmasına sebep olmuşlardır.
Açık saçıklığın başını alıp yürüdüğü, hayâ perdesinin ayaklar altına alındığı bir zamanda, Müslümanın vazifesi daha da ağırlaşmakta, imanını muhafaza için daha çok titiz davranması gerekmektedir. Çünkü artık toplumumuzda kadının girmediği yer kalmamış gibidir. Çarşıda, pazarda, otobüste, vapurda, resmî dairelerde çoklukla bulunmaktadır. Bu vaziyet karşısında Müslümanın kendisini toplumdan ayrı ve uzak tutması, her şeyden el etek çekmesi düşünülemez. Fakat inancının icabı bazı prensiplere uymak durumundadır.
İnsanın kendisine yabancı olan kadınla, kadının da kendisine yabancı olan erkekle münasebeti sınırlıdır; belli ölçülere tâbidir. Rabbimiz mü’min erkek ve kadınlara şöyle buyurur:
“Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar...” (Nur Sûresi, 30-31)
Bu âyetlerde açık bir şekilde, mü’min erkeklerin kendilerine yabancı olan nâmahrem kadınlara, kendilerine nikâhları düşen hanımlara; kadınların da kendilerine yabancı olan erkeklere bakmamaları bildirilmektedir.
Yasaklanan bu bakışın sınırı ve mahiyeti nedir, nasıl olacaktır? Âyetin geçen
“gözleri kapamaktan” maksat, gözleri kapatıp başı yere eğerek yürümek, dolaşmak değildir. Zaten bu şekilde davranmak da mümkün değildir. Bir insan tâbiî olarak karşılaştığı erkeği ve kadını görür, bakar. Ancak burada anlatılmak istenen husus, karşı cinse şehvetle, cinsî bir duygu besleyerek bakmaktır. Şehvetle bakmanın ölçüsü de, devamlı olarak birkaç sefer bakıp durmaktır.
Bu ölçüyü de Resul-i Ekrem Efendimizden (a.s.m.) öğrenmekteyiz. Bu hususta Hz. Ali’ye şöyle buyurmuşlardır:
“Yâ Ali, arka arkaya bakma! Birinci bakış hakkındır, fakat ikinci bakışta hakkın yoktur.” (Ebû Davud, Nikâh: 43; Tirmizi, Edeb: 28)
Karşı cins insanın gözüne iliştiği zaman,gözlerini ayırmadan bakıp durmamalı, başını çevirmeli. Böylece şehvetle bakma sınırına da yaklaşmamış olur.
Çünkü umumiyetle fuhşun kapısı önce bakışla aralanır. Daha sonra diğer kapılar birbirini açar. Bu sebepten zinaya açılan ilk kapı böylece kapanmış sayılır.
Fahrüddin Râzi, tefsirinde Tevrat’tan şu cümleyi nakletmektedir:
“Harama bakış kalbe şehvet tohumunu eker. Her şehvet de insanda derin hüzünler doğurur.”
Kalbe düşen her günah tohumu, müsait zemin bulup yeşerirse insanın mânevî hayatını tehlikeye sokar. Bir mâneviyat büyüğü olan Zünnun Mısrî’nin dediği gibi, “Gözleri günahlara kapamak korunmanın en güzel yoludur.”
Kendisini haramdan muhafazaya çalışan Müslümanın durumunu da Peygamber Efendimiz şöyle anlatmaktadır:
“Bir kadının güzelliği bir Müslümanın gözüne çarpar da ondan gözünü çevirirse, Cenab-ı Hak o Müslümana lezzetini kalbinde duyacağı bir ibadet bahşeder.” (Müsned, 5: 264)
Bilindiği gibi erkeğin erkeğe ve yabancı kadınlara avret sayılan, göstermesi haram olan yerleri müçtehidlerin ekserisinin görüşüne göre diz ile göbek arasıdır. Kadının da kendi mahremleri dışındaki erkeklere karşı avret sayılan, caiz olmayan yerleri el ve yüzün dışında kalan vücudunun tamamıdır.
Buna göre kadının, bir erkeğin vücudunun, göbekle dizi arası dışında kalan yerlerine şehvetsiz olarak ve tekrar edilmeden bakması caizdir. Erkeğin de, kadının el ve yüzüne şehvet hissi olmadığı takdirde bakması helâldir. Ancak cinsî bir zevk duyarak erkeğin veya kadının birbirlerinin bu kısımlarına bakmaları yasak sınırına girer.
İnsan, gerek iş hayatında, gerekse bazı zaruret hallerinde, kendisine yabancı olan kadına bakabilmektedir. Yukarıda, mealini verdiğimiz âyetin tefsirinde Tefsir-i Kebir sahibi Fahrüddin Râzi, bu zaruretleri şu şekilde tasnif etmektedir:
* İnsan, evlenmeye niyet ettiği kadının yüzüne ve ellerine bakabilir. Nitekim bir defasında Ebû Hüreyre, Peygamberimizin yanında bulunurken bir adam gelerek, Ensar kadınlarından birisiyle evlenmek istediğini söyler. Peygamberimiz,
“O kadına baktın mı?” diye sorunca, o zat, “Hayır” der. Peygamberimiz tekrar,
“Öyleyse git, ona bak, çünkü Ensarın gözlerinde bir şey vardır” (Müslim, Nikâh: 74) buyurur.
Bu hususta şehvetle de olsa bakılabileceği kaydı zikredilmektedir.
* Mahkeme huzurunda, hâkimin veya şahitlerin kadını tanımaları için bakmaları, caizdir. Çünkü burada bir haksızlığın giderilmesi ve bir hakkın yerine gelmesi bahis mevzuudur. (et-Tefsîrü’l-Kebîr, 23: 203)
Fetevâ-yi Hindiye’de şu cümleleri görmek mümkündür:
“Fitne ve şehvetten korkulmadığı takdirde kadının eline ve yüzüne bakmak mubahtır.” (Fetevâ-yı Hindiyye, 5: 329)
Yine el-Mühezzeb isimli eserde,
“Zaruret olduğu takdirde bir tüccar, yüzü açık bir kadına bakabilir. Kötü bir niyet olmazsa Allah indinde mes’ul olmaz” ( el-Mühezze, 2: 34) denilmektedir.
Gözlerin nasıl korunacağı konusu için tıklayınız.
Cevap 2:
Evvela zevk almak için namaz kılmamaktayız. Bununla beraber, namazdan zevk almamıza mani olan bazı nedenler vardır:
1- Günah ve isyanlarımız
2- İmanın taklidi olması,
3- İbadetleri kime karşı işlediğimiz tam olarak bilmemek
4- Namaz ve ibadetlerin bizim fıtri vazifemiz olduğunu bilmemek ve bir yük olarak görmek
5- Namazla bütün mahlukatın yaptığı vazifelerin tamama erdiğinden gafil olmak,
6- Namaz kıldığımız vakit mevcudatın bizden razı olduğunu bilmemek,
Allah'ımız bizi yoktan var etti. Taş olabilirdik, ağaç veya hayvan olabilirdik. Hattâ bir canavar da olabilirdik. Fakat insan olarak yaratıldık. Bunun yanında Hıristiyan, Yahudi veya Budist de olabilirdik. Ama Müslüman olduk.
Bu nimetler ilk anda aklımıza gelmeyebiliyor. Daha bunlar gibi düşünemediğimiz o kadar nimetler var ki, saymakla bitmez. Bize bir kalem hediye edene teşekkür ediyoruz, bir kitap verene minnet duyuyoruz. Çünkü bunu insanlığın ve nezaketin gereği olarak yapıyoruz. Ya bize bu kadar nimetleri verene teşekkür etmek, minnet duymak gerekmez mi?
İşte namaz en büyük şükür, en açık teşekkürdür. Namaza bütün vücudumuzla katılıyoruz: Elimiz, ayağımız, gözümüz, dilimiz, başımız; aklımız, kalbimiz, hayalimiz bütün duygularımızla... Böylece bütün bu organ ve duygularımızla Allah'ımıza şükrümüzü iletmiş oluyoruz.
Namaz kılmayan insan böyle bir teşekkürü bile yapmıyor. Milyarlar verse elde edemeyeceği nimetlere sahip olmanın değerini fark edemiyor. Allah göstermesin, gözümüzün birisini kaybet sek, dünyanın parasını harcasak yerine aynısını koyabilir miyiz? Bir kaza sonunda dilimizi kaybetsek, fakat bütün dünyanın yarısını versek bir dil bulabilir miyiz?
İnsan olarak her şeye sahip olmak istiyoruz. Dünyada ne varsa bizde de aynısının bulunmasını arzu ediyoruz. İhtiyaçlarımız o kadar çok ki... Sadece bu dünya ile de yetinmiyoruz. Sonsuz bir hayat istiyoruz, Cenneti istiyoruz, Peygamberimizle birlikte olmayı diliyoruz.
Bunları elde etmeye gücümüz yetmeyeceğine göre kimden isteyeceğiz? Her halde bu dünyayı, yıldızlan, gökleri ve âhireti var edenden isteyeceğiz. Onu istemenin de yolu Allah'ı kendimize sevdirmekle olur. Kendimize Allah'a sevdirmenin en iyi yolu da Onun huzurunda her gün beş defa eğilmek, secdeye varmakladır.
Böylece namaz kılmakla Rabbimizin huzuruna çıkmış oluyoruz. İçimize sevinç doluyor, neşe doluyor ve mutluluk doluyor. Kendimizi uçacakmış gibi hissediyoruz; tatlı bir heyecan duyuyoruz. Nasıl heyecan duymayız ki? Bir müdürün, bir valinin, bir bakanın karşısına çıkınca kendimizde nasıl bir sevinç ve heyecan hissediyoruz. Oysa namazda müdürün de, valinin de, bakanın da; hattâ bütün kâinatın Yaratıcısının huzuruna çıkıyoruz. Böyle bir mutluluğu kaçırmak ister miyiz hiç?
Acıkınca yemek yiyoruz, susayınca su içiyoruz, uykumuz gelince uyuyoruz. Böylece o ihtiyaçları gideriyoruz. Ama insan sadece ağız ve mideden ibaret değil ki... Aklımız var düşünüyoruz, kalbimiz var duygular taşıyoruz, ruhumuz var, sonsuz bir hayatı istiyoruz. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ihtiyaçlarını nelerle karşılayacağız; hangi gıda vererek bu latifelerimizi doyuracağız? İşte aklımızın gıdası, kalbimizin ihtiyacı, ruhumuzun rahatı ancak el bağlayıp namaza durmakla temin edilmiş olur.
Namaz kılmakla hem maddeten, hem de manen temizlenmiş oluyoruz. Abdest almakla maddi temizliği yapıyoruz; namaza durmakla da günah ve hatalarımızın kirlerinden arınıyoruz
Peygamber Efendimizle Sahabiler arasında geçen şu kısa konuşma bu meseleyi çok güzel bir şekilde açıklıyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Sahabilere sordu:
"Ne dersiniz? Birinizin kapısı önünde bir ırmak bulunsa, o kimse o ırmakta günde beş defa yıkansa, vücudunda kirden iz kalır mı?"
Sahabiler cevap verdiler: "Hiçbir kir kalmaz, yâ Resulallah." O zaman Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"İşte beş vakit namaz da buna benzer. Allah, namaz sayesinde günahları siler, temizler."
Namazdaki asıl temizlik manevî olanıdır. Ruhumuzun ve kalbimizin sık sık temizlenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü el, ayak gibi organlarımız nasıl çeşitli sebeplerle kire, toza, toprağa bulanıyorsa, insanlık icabı işlediğimiz çeşitli günah ve kusurlar sebebiyle ruhumuz da manevî kirlere bulanmaktadır. Ama insan ruhunu ve kalbini tutup suya sokamaz. Onun da kendine göre bir yıkama usulü vardır. Bunun yıkanması namazla olur.
Namaz kılmaya alışmamış olan kimseler, bu ezikliği hafifletecek sebepler ararlar. Namaz kılanlarda gördüğü kusurları büyüterek onların da kendisi gibi kusurlu olduklarını, dolayısıyla aralarında pek büyük bir fark olmadığını düşünmeye başlarlar. Kendi kusurunu küçültür, namaz kılanın küçücük bir kusurunu büyütür, hatta "Kalbim temiz!" gibi bahanelerle kendisinin daha üstün durumda olduğunu dahi iddia etmeye başlar.
Aslında insan olarak hiç kimse kusur ve günahlardan arınmış değildir. İbadetlerinde devamlı olan kimsenin bile kendisine göre bazı kusurları olacaktır. Ne var ki işledikleri kötülükler bakımından insanlar arasında bir karşılaştırma yapılsa, namaz kılanların bu konuda daha geride kaldığı görülür.
Evet, sigara içmeyenlerde akciğer kanseri görülür; ama içen kimselerin bu hastalığa yakalanma ihtimali daha fazladır. Bunun gibi her gün beş defa Rabbini hatırlayarak Onun huzuruna çıkan bir kimsenin kötülük yapma ihtimali ile Rabbini ancak başı derde düştüğü zaman hatırlayan bir kimsenin kötülük işleme ihtimali arasında büyük bir fark olacaktır.
Ayrıca namaz insanı kötülüklerden alıkoyan Kur'ân-ı Kerimde bu mesele şöyle anlatılıyor.
"Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Ne yaparsanız Allah hakkıyla bilendir."
Sorularla İslamiyet