HÂL, MAKAM
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalp ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına “makam”, onun zevâl bulup gitmesine de “nefsânîlik” demişler...
Bu ittibarla, “hâl”e, bir İlâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.
Hâl; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz herşeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhîdi ihtar eder. Makam ise, sa’y u gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakîkati o kadar net aksettiremez. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın duyulup-sezilmesi ve her lâhza, kalplerde “kenzen” bilinene doğru ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridâtın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsca bir davranış sayılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Sâdık u Masdûk, bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil, kalplerinize nazar eder..” diyerek Hakk cânibince önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş’ar ile âyineyi, tecellîye tevcîh buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalplerin yanında ameller de zikredilerek: “Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar...” beyânı ise, hâlin devamıyla ulaşılan “makam”a hâl hatırına bir iltifâttır.
Hâl; mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler.. bu tecellilerin yayılma sahası kalp ufku.. avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdîrlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhur bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşden gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.
Hassas ruh ve marifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrâkla mukâbelede bulunurlar. Kalp balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayâl sanabilirler; varlığa Hakk’ın nûruyla bakanlar için bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.
En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu îtibâriyle dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!- “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...” buyururlardı.
Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyâcını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildi...
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalp ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına “makam”, onun zevâl bulup gitmesine de “nefsânîlik” demişler...
Bu ittibarla, “hâl”e, bir İlâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.
Hâl; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz herşeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhîdi ihtar eder. Makam ise, sa’y u gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakîkati o kadar net aksettiremez. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın duyulup-sezilmesi ve her lâhza, kalplerde “kenzen” bilinene doğru ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridâtın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsca bir davranış sayılmıştır.
Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Sâdık u Masdûk, bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil, kalplerinize nazar eder..” diyerek Hakk cânibince önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş’ar ile âyineyi, tecellîye tevcîh buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalplerin yanında ameller de zikredilerek: “Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar...” beyânı ise, hâlin devamıyla ulaşılan “makam”a hâl hatırına bir iltifâttır.
Hâl; mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler.. bu tecellilerin yayılma sahası kalp ufku.. avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdîrlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhur bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşden gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.
Hassas ruh ve marifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrâkla mukâbelede bulunurlar. Kalp balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayâl sanabilirler; varlığa Hakk’ın nûruyla bakanlar için bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.
En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu îtibâriyle dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!- “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...” buyururlardı.
Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyâcını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildi...