Ebubekir Sifile Cevap

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
Ebubekir Sifilin yazıları
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-1.36393/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-2.36394/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-3.36395/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-4.36396/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-5.36397/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-6.36398/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-7.36399/
https://www.kunfeyekun.org/kf/bu-hal-i-pur-melale-aglanir-mi-gulunurmu-8.36400/

Ebubekir Sifilin yazıları yayınlandığına göre yazıları hakikat.com cevabıda yayınlanabilir .
Herkez kendi karar versin hangisi doğru.Hadis ilmi olan kim varsa gelsin sonuçta hadisi inkar var.Ahmed1de incelesin.


Ebubekir Sifil'in
"Sefilnâme"sine Cevap





Milli Gazete yazarlarından Ebubekir Sifil, "Hâtemü'l-evliyâ"nın zuhûruna delâlet eden bir Hadis-i şerif'i inkâr etmiş; yarım asırdır irşad vazîfesini hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden, tevâzu ve vakar ile yerine getiren büyük bir zâta kin kusarcasına türlü iftirâlarda bulunmuştur. (10, 15 Temmuz 2006)

Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:

"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)

"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)

"Allah hikmeti kime dilerse ona verir, kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)

"Allah dilediği kulunu Zât'ına seçer." (Şûrâ: 13)

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imânı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)

O ise, Allah-u Teâlâ'nın ihsân ettiği ilimle eserler neşreden bir zât-ı âlî'ye kısa bir yazı içerisinde "nefsani davrandığına delalet eder", "caka satarak ortalıkta dolaşmayı...", "Efendimiz (s.a.v)'e iftiradır", "cehalet ve cinayettir", "cehalet ve sefalet dökülüyor" şeklinde sayısız hezeyan ve iftirâlarda bulunmak cür'etini göstererek kendi cehâlet ve sefâletini ortaya koymuştur.

Nihâyetinde Allah ehli bir zâta yaptığı bütün bu iftirâlar dönüp kendisini damgalamıştır. Buna göre kendisinin "Caka satarak ortada dolaşan, cehâlet ve cinayet dolu 'sefâletnâme'ler neşrederek Resulullah Aleyhisselâm'a iftirâ atan" bir kimse olduğu, yine böyle bir zâtın nesebini diline dolaması sebebiyle, gerçekte kendisinin nesebine dair araştırılması gereken noktalar bulunduğu anlaşılmıştır.

Bu sefâletnâmenin yazarı olan Sifil, aşağıda izahı yapılacak olan Hadis-i şerif'i inkâr, râvîlerine iftira ile yetinmemiş; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- başta olmak üzere; altmışa yakın Evliyâullah Hazerâtı'nın da "Hâtemü'l-Evliyâ" hakkındaki, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde neşrettikleri ifşaatlarını "Esasen 'velilik' mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz." diye inkâr ederek kendi cehâletini ve kibrini ortaya koymuştur.

"Hakikat Yayıncılık"ı ve "Hakikat Dergisi"ni bildiğini söylüyor. Dergilerimizi ve Hakikat Yayıncılık tarafından neşredilen eserleri okuyup da neşredilen hakikatlere iman etmiş olsaydı, bu cehâletten kurtulmuş olurdu. Ancak kendisinin hakikati bulmak ve iman etmek gayesiyle değil, iftirâ atmak gayesiyle kaleme sarıldığı ortadadır.

İnkâr gayesiyle yola çıktığı için, kendisine Âyet-i kerime dahi gösterilmiş olsa yine inkâr edecektir. Nitekim Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı kitabında; Hâtemü'l-evliyâ'nın apaçık alâmetlerinin ve yapacağı vazifeye dâir pek çok bilginin, Kur'ân-ı kerim'deki bâzı Âyet-i kerime'lere ve Resulullah Aleyhisselâm'ın bazı Hadis-i şerîf'lerine yerleştirildiğini haber vermiş, Hâtemü'l-evliyâ'nın zuhuruna işaret eden Âyet-i kerime'leri inanan ve iman edenlere duyurmuştur:

"Bil ki Allah-u Teâlâ, kendisine tâbi olunan en büyük imamı; velâyet bayrağının ve mührünün taşıyıcısı, cemaatin ve hikmet ehlinin öncüsü olan bu kerem sahibi 'Hatm'i zikretmiş; Azîz Kitab'ının pek çok yerinde ondan haber vererek, bir ayırım ortaya koymak için onun mertebesiyle ilgili tenbihlerde bulunmuştur." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-75, bas.: Muhammed Ali Sabîh Matbaası, Mısır, 1954)

Eğer Âyet-i kerime'leri de gösterecek olursak, onu da inkâr eder. Sizi küfre sokmayalım. Gireceksen kendin gir!

Esasen bu Evliyâullah Hazerâtı "Hâtemü'l-evliyâ"yı haber verdikleri gibi, onu inkâr eden bu Sifil gibi inkârcıları da haber vermişlerdir:

"Hatmü'l-evliyâ üzerine inkârın çok ve fazla oluşu, tam mazhar oluşundandır." (İsmail Hakkı Bursevî, "Kitabu'n-Netice")

Buradan açıkça anlaşılıyor ki, "Hatemiyyet" mevzuu ancak, bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerden ilham alarak; doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın bildirmesi ve ilhâmı ile konuşan Evliyâ-i kirâm Hazerâtı'nın çözebileceği bir esrâr-ı ilâhîdir. Bu esrâr-ı ilâhî'yi diline dolayan kalbi ve kulağı hasta kimselerin iddiaları ise tamâmen boş ve yersizdir!



Sifil'in İnkâr Ettiği
Hadis-i şerif:

Nuaym bin Hammâd'ın Ka'b -radiyallâhu anh-den rivayet ettiği Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de Batı'dan, başlarında Kinde kabilesinden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar'ın çıkmasıdır." (Nuaym bin Hammâd, "Kitâbu'l-Fiten ve'l-Melâhim", s. 205; İmam-ı Suyûtî, "Kitâbu'l-Arfi'l-Verdi fî Ahbâri'l-Mehdî", Cârullah Efendi, nr.: 1494, vr. 98b, 7/13.) [Hadis-i şerif'in izâhı için bakınız: "Hatmü'l-Evliyâ'" Kitabı, Hakikat Yayıncılık, s. 20]

Sifil bu Hadis-i şerif'i inkâr edebilmek için Hadis ilminin en temel kurallarını hiçe saydığı gibi; en meşhur ve muteber muhaddisleri, aslında Hadis olmayan bir sözü Hadis kitaplarına almakla itham etmiştir. Hattâ bununla yetinmeyerek, samimi bir müslüman olduğuna dâir Ashâb-ı kirâm'ın ve Hadis âlimlerinin ittifak ettiği bir "Tâbiîn"e, imân etmeden önce yahudi olduğu için "Ehl-i İslam'a ait rivayetler arasına girmiş birçok İsrailiyat onun eseridir." diyerek iftirâ etmiştir. Nitekim kendi yazısında bu çelişkisini ele vermiştir: "Her ne kadar şahsında güvenilir ise de, sonuçta böyle bir meselede Ka'b el-Ahbâr'ın sözünün herhangi bir kimsenin sözünden daha değerli olmasının hiçbir sebebi yoktur." Hem bu kıymetli "Tâbiîn"i herhangi biri gibi göstermeye çalışıyor, hem de güvenilir olduğunu itirâf ediyor. Bu ifâde ancak ifâde sahibinin "Tâbiîn"i küçük gördüğüne ve kibrine delâlet eder.

1. Sifil "Mürsel Hadis"in ne demek olduğunu bilmeyecek kadar câhil midir, yoksa sırf inkâr etmek için hakikati gizleyecek kadar gözünü karartmış bir kimse midir?

Mürsel Hadis "Tâbiîn'in, Sahâbe'nin ismini yâd etmeksizin rivâyet ettiği" Hadis-i şerif'lerdir. Bu Hadis-i şerif'ler İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İmâm Ahmed bin Hanbel ve daha birçok âlim tarafından sahih kabul edilmişlerdir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Mâlik "Mürsel Hadis"i kayıtsız-şartsız kabul eder, yalnız Hadîs'i rivâyet eden râvînin "sika" (güvenilir) olmasını yeterli görürler. İslâm'ın ilk devirlerinde Mürsel Hadis'lerle amel edilmiştir. Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922): "Mürsel haberi mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan bir bid'attir." demiştir. Buhârî ve Müslim gibi mûteber Hadis'çiler eserlerinde Mürsel Hadis'lere yer vermişler, bunları delil olarak zikretmişlerdir. (Buharî, "Ezân", 95; Ebû Zehra, "Usûlü'l-Fıkh", s. 111)

Ebû Hanîfe sahih Hadîs'i reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf Hadis'leri bile kıyâsa tercih etmiştir. (İbn Hazm, "el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm", nşr.: A. M. Şâkir, Mısır (t.y.), s. 929; el-Kevserî, "Te'nîb", s. 152; Mekkî, "Menâkıb", II, 96). [Hamdi Döndüren]

Ka'bü'l-Ahbâr'ın "sika" (güvenilir) bir râvî olduğu hususunda ittifak vardır. Nevevî, İbn-i Hacer, Zâhid el-Kevserî gibi âlimler bu hakikati teslim etmektedirler. Ka'bü'l-Ahbâr Resulullah Aleyhisselâm hayatta iken imân şerefi ile müşerref olmuş, ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi onu görmek saâdetine erişemediği için sahabe sıfatına nâil olamamış, ilmiyle müsemmâ bir şahsiyettir.

kitabulfiten.jpg


2. İmâm-ı Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri gibi büyük bir muhaddisin Hadis kitabına aldığı bir rivâyete "Hadis değildir!" demek nasıl bir cür'ettir? Nitekim İmam-ı Suyûtî'nin değişik Hadis kitaplarındaki, Hazret-i Mehdi'nin zuhuruna dâir rivâyet ettiği Hadis-i şerif'leri bir araya toplayarak "Kitâbu'l-Burhân fî 'Alâmeti'l-Mehdiyyi'l-Âhiri'z-Zamân" adında bir eser neşreden Ali bin Hüsâmeddîn Muttakî el-Hindî, yazdığı mukaddimede şu ifâdeleri kullanmaktadır:

"Asrın müctehidi olan Şeyhülislâm Celâleddin es-Suyûtî'nin 'Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî' ismindeki eserini okudum. Bu kitab, Hazret-i Mehdi hakkındaki hadisleri toplayıp biraraya getirmiş... Ancak bölüm bölüm ayırmamış. Ben bu hadisleri bölümlere ayırarak tasnif ettim. Ve yine İmam Suyûtî'nin Cem'ül Cevâmi ismindeki kitabından bazı hadislerle, Ikdıddurer fi Ahbar'il Mehdiyy-il Muntazar adındaki diğer bir eserden aldığım değişik hadisleri de kitabıma ilâve ettim." ("Ahir Zaman Mehdi'sinin Alâmetleri", Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986)

Bu zâtların "Hadis'tir." dediğine Sifil neye dayanarak "Hayır, Ka'b el-Ahbâr'ın sözüdür." diyebiliyor?

Asırlardır ehl-i İslâm'ı tenvir eden bu muhaddislerin doğruluğuna ümmet-i Muhammed şâhiddir. Senin şâhidin kim?..

Hazret-i Mehdî ve âhir zaman fitneleriyle ilgili yazılmış ilk ve en eski Hadis kitabı olan "Kitabu'l-Fiten ve'l-Melâhim"i derleyen Nuaym bin Hammad -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, iki yüz bin Hadis-i şerif'i sened ve metinleriyle ezbere bilen ilk devir Hadis hâfızlarından ve muhaddislerindendir; bu sahadaki en eski rivâyetlerden olan sözkonusu Hadis-i şerif'i de eserinin Mehdî Aleyhisselâm'la ilgili olan "Beşinci bâb"ında zikretmiştir. (Bkz.: "Kitâbu'l-Fiten ve'l-Melâhim", s. 205, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut, 1993)

Onun Ka'b -radiyallahu anh-den rivâyet ettiği bu Hadis-i şerif'i İmâm Celâleddin es-Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- başta olmak üzere, Mehdi Aleyhisselâm ve âhir zamanla ilgili Hadis-i şerif'leri tasnif ve rivâyet etmeleriyle meşhur olan pek çok muhaddisler eserlerinde açıkça zikretmişlerdir.

Bunlardan bâzıları;



"Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî":

Yukarıda da izah edildiği gibi; İmâm-ı Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu Hadis-i şerîf'i "Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî" adlı eserinin 7. Bâb'ında, "Mehdî'nin Yardımcıları" hakkındaki delillerden on üçüncüsü olarak zikretmiş ve sıhhatinin zayıflığına dâir tek bir kelime sarfetmemiştir. (Bakınız: "Kitabu'l-Arfi'l-Verdi fî Ahbâri'l-Mehdi", Cârullah Efendi, nr.: 1494, vr. 98b, 7/13)

Binâenaleyh İmâm-ı Suyûtî Hazretleri gibi, rivâyetleri herkesçe kabul görmüş büyük bir muhaddis bu Hadis-i şerîf'i sıhhatinde şüphe etmeyip, kitabında Mehdî'nin alâmetlerini bildiren haberler arasına almakta tereddüt etmezken; sen ve senin gibi câhillerin hiçbir delile dayanmaksızın bunları reddedip, kendi kendine büyüklük taslamaya ve "caka satmaya" kalkışmasının mânâsı nedir?

kitabularfilverdi.jpg




"el-Kavlu'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar":

Muhaddislerin en meşhurlarından olan İbn-i Hacer el-Mekkî -rahmetullâhi aleyh- in "el-Kavlu'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar" adlı eserinde de Hadis-i şerîf'in sıhhati hakkında en küçük bir şüphe ifâdesine yer verilmediği gibi; aksine eser muhtasar bir risâleden ibâret olduğu için, bu rivâyet Mehdî'nin alâmetleriyle ilgili meşhur rivâyetler kâbilinden zikredilmiştir. (İbn-i Hacer el-Mekkî, "el-Kavlu'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar"; 13ª yaprağı, 3. Bâb, Had. no.: 22)



"İkdu'd-Dürer fî Ahvâli'l-Mehdiyyi'l-Muntazar":

Yahyâ bin Ali el-Makdisî -rahmetullahi aleyh- de Mehdi Aleyhisselâm'la ilgili Hadis-i şerif'leri toplu bir biçimde beyân etmek maksadıyla yazdığı "İkdu'd-Dürer fî Ahvâli'l-Mehdiyyi'l-Muntazar" isimli eserinin "Mehdi'nin Zuhûrunun Alâmetleri" adını taşıyan dördüncü bölümünde; Mehdi Aleyhisselâm'dan önce gelecek ve ona zemin hazırlayacak olan bu zâtın zuhur şekline, nesebine ve mânevî ordusu olan "Bayraklılar"la biraraya gelişine işâret eden Hadis-i şerîf'i sahih ve mütevâtir haberler arasında zikretmiştir:

"İmam Mehdî Aleyhisselâm'ın zuhûruyla ilgili olarak, meydana gelecek olan alâmetleri beyân eden apaçık esaslar ve onun imamlığından önceki fitneleri, hâdiseleri ve işâretleri tâyin eden mütevâtir haberler gelmiştir. Nitekim; 'Kinde soyundan ayağı sakat bir şahsın batı cihetinden çıkıp, yardımcıları olan 'Bayraklılar'la birleşmesi' bunlardandır." ("İkdu'd-Dürer fî Ahvâli'l-Mehdiyyi'l-Muntazar"; Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr.: 1690, vr. 36b.)

Gerek Hazret-i Mehdî, gerekse onun alâmetleri hakkındaki rivayetlerin kaynağı Resulullah Aleyhisselâm'dan başkası olmadığına göre; Ka'b -radiyallahu anh- gibi güvenilir bir tabîin bu bilgiyi kendisi mi uydurmuştur? İmâm-ı Suyûtî Hazretleri gibi büyük bir âlim ve diğer meşhur muhaddisler bu Hadis-i şerîf hakkında: "Mütevâtir Haber'dir." diyerek, Ümmet-i Muhammed'i tutup uydurma ve yalan bir söze mi bağlamışlardır?

"Tahric" kelimesinin sözlük anlamına bakması bile kâfi iken bu iddia ile ortaya çıkması, eğer cehâletten kaynaklanmıyorsa doğrusu çok büyük bir yalan ve çok büyük bir iftirâdır! Çünkü zâten Hadis ilminde "Tahric"in mânâsı; "Resulullah Aleyhisselâm'dan gelen bir Hadis'i ilk râvîlerine dayandırıp, onların rivâyetlerinden çıkarmak"tır!..

3. Sifil bu "sefâletnâme"lerle yetinmeyerek, hesap oyunları ile Hadis-i şerif'te râvî eksikliği olduğunu iddiâ etmekte; "Bu rivayeti nakleden Ebû Nuaym hicri 229 yılında vefat etmiştir. Ka'b el-Ahbâr ise Hz. Osman -r.a.-'in hilafetinin sonlarına doğru (yani hicri 35 yılından önce) vefat etmiştir. Dolayısıyla Nuaym b. Hammâd ile Ka'b el-Ahbâr arasında 194 yıl bulunmaktadır. Söz konusu rivayetin senedinde ise Nuaym b. Hammâd ile Ka'b arasında sadece iki ravi yer alıyor." demektedir.

Sifil iki râvi ve Ebû Nuaym ile beraber, üç kişinin ömrünün 194 yıl sürmesinin imkânsız olduğunu iddia etmektedir ki, sırf inkâr için gayet mümkün bir hesabı bile mümkün değilmiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Nitekim Ka'b -radiyallahu anh- Hazretleri de 100 yıldan fazla ömür sürmüş bir zât-ı muhteremdir.


İmam-ı Suyûtî Hazretleri
Rivayet Ettiği Hadis-i şerif'leri
Mânevî Âlemde Resulullah Aleyhisselâm'a Danışan
Büyük Bir Zât-ı Âlî, Müfessir ve Muhaddis İdi.


Hazret-i Mehdî ve Hâtemü'l-Velî Hakkındaki Hadîs-i şerif'leri "Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî" adlı eserinde toplayan İmâm-ı Suyûtî meşhur "Celâleyn Tefsiri"nin müellifi olan büyük bir âlimdi. Birçok "Tefsir" ve "Hadis" eserleri neşretmişti.

İmâm-ı Şa'rânî Hazretleri "Mîzânü'l-Kübrâ" adlı eserinde İmâm Celâleddîn es-Suyûtî'nin Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i uyanık bir hâlde yetmiş beş defâ gördüğünü, rivâyet ettiği Hadis-i şerif'leri bizzat kendisine sorup tasdik ettirdiğini haber vererek şöyle buyurmuştur:

"Kitap ve Sünnet'ten idrâk ettiklerini kitaplarına kaydetmeden ve onlarla ibâdet etmeden önce, her şeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den sorar; 'Yâ Resulellâh! Biz bu âyet'ten böyle anladık, filân kimsenin bildirdiği Hadîs-i şerîf'inizden şöyle anladık! Siz bunu beğeniyor musunuz, beğenmiyor musunuz?' der, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- sözü ve işâreti ile hareket ederdi." (Mîzânü'l-Kübrâ)

Eserinin başka bir yerinde ise, Suyûtî'nin üzerindeki bu Peygamberî destekle ilgili şöyle bir hâtırasını nakleder:

"Talebelerinden Abdülkâdir eş-Şâzelî'nin yanında, Celâleddîn es-Suyûtî'nin el yazısı ile yazılmış bir kâğıt gördüm. Kendisinden, Sultan Kayıtbay'dan istediği bir şey için aracılık etmesini isteyen bir şahsa yazılmıştı.

Suyûtî bu yazısında şöyle diyordu:

'Ey kardeşim!

Bil ki şu güne kadar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile uyanık ve karşı karşıya olduğum hâlde yetmiş beş defâ bir arada bulundum. Hükümdarların yanına gittiğim taktirde Resulullah'ı -sallallahu aleyhi ve sellem- göremeyeceğimden korkmasaydım, kaleye gidip Sultan'dan senin için elbette yardım dilerdim. Ancak ben, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Hadîs'lerinin hizmetine koşan bir kimseyim, muhaddislerin rivâyet ettikleri Hadîs'leri ona arzederim ve onun desteğine her zaman muhtâcım!'"
(Mîzânü'l-Kübrâ)



Avamın "Hâtemü'l-Evliyâ" Hakkında
Doğru Haber Vermesi Mümkün Değildir:

Size Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Avam" diye hitap ederek gereken cevabı veriyor, bizim vermemize bile gerek yok. Çünkü siz avamsınız!..

Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ'-i Mugrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde; bu hususta avâm kimselerin boş iddiâlarına değil, ancak keskin görüş ve basîret ehli velilerin sözüne itibar etmek gerektiğini haber vermiştir:

"Bil ki Allah-u Teâlâ, kendisine tâbi olunan en büyük imamı; velâyet bayrağının ve mühürünün taşıyıcısı, cemaatin ve hikmet ehlinin öncüsü olan bu kerem sahibi 'Hatm'i zikretmiş; Azîz Kitab'ının pek çok yerinde ondan haber vererek, bir ayırım ortaya koymak için, onun mertebesiyle ilgili olarak tenbihte bulunmuştur.

İmam Mehdi, kendisine tâbi olunan bir imam olduğu vakit, Peygamber Aleyhisselâm'ın ehl-i beyt'ine mensup olacaktır. İşi duyanlar kimi zaman (onu), onun sıfatı üzere bir şahsa benzetirler ve ondan dolayı onun kim olduğunu karıştırırlar.

'İsa Aleyhisselâm'a gelince; onun alâmetleri hususunda ise herhangi bir ortaklık ortaya konulmaz. Zira onun bir peygamber olduğunda hiçbir şüphe ve karışıklık yoktur.

'Hatm' ve 'Mehdi' ortaya konulduğu vakit, kimi zaman her iki velinin ikisinin birden karıştırıldığı vâki olur ve nefsin hastalıkları nedeniyle bir taassup husule gelir. Zira bu büyük işle ilgili olan şeyleri haber verebilmek, ancak keskin görüş ve basîret ehli olan için geçerlidir. Avâm'a gelince; onların sözü bizimkiyle bir değildir. Dolayısıyla onların parçaları birleştirip genişletmeleri de mümkün değildir." ("Ankâ-i Mugrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72, bas.: Mısır, 1954.)



"Hâtemü'l-Evliyâ"nın Nesebi:

Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hatmü'l-evliyâ ile ilgisi bulunan bir kimsenin, Kur'an ve Hadis'e dayanarak bu zât hakkında kuvvetli bir çözüme kavuşacağını haber verdiği gibi; Hatmü'l-evliyâ olan zâtı diline dolayanları da "Hastalığı bol olan kimse"olarak bize tanıtmıştır:

"Onun (Hatmü'l-evliyâ'nın) ilim ve taatinin zenginliğine işâret eden kimse işâret ettiği vakit; daha önceki şerefli nüktede zikri geçen, onun en ulu nesebten oluşunu bilen kimse bilir, bilmeyen kimse bilmez. O da öyle bir kimsedir ki; işlere mülâkî olmuş ve gönlü açılmıştır, bu nüktenin tâyini sâyesinde de ondan haberdâr olur. Ona yetişmek artık ona, tıpkı saat (kıyâmet) gibi gelir. Bu hususta hastalığı bol olan kimsenin ise, onunla ilgili olarak kulağı da hastadır, buna rağmen onu diline dolamaktan da aslâ geri durmaz!

Halbuki onunla ilgisi bulunan bir kimse, bu 'Hatm' hakkında; gerek Allah-u Teâlâ'nın Kitab'ında zikretmiş olduğu sırlardan, gerek Peygamber Aleyhisselâm'dan onun hakkında vârid olan haberlerden; gerekse Azîz Kitab'a dayanarak, onun makamları ve alâmetleri ile ilgili olarak zikredilenlerle ve isimleri ve sıfatları hakkında geniş biçimde izâh edilenlerle meydana gelen işten, (onu) kuvvetli bir biçimde çözebilir." ("Ankâ'-i Mugrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib", s. 71, bas.: Mısır, 1954.)

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbât" adlı eserinin "317. Mektub"unda: "Bu ilimlerin ve mârifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir." buyururlar.

Onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun?

İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinde, Hâtem'ül evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Ve bu bir kitapdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içine dercedilmiştir)." ("Kitâbu'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248a.)

Bütün İlâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerîm'dir. Kur'an-ı kerîm'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre "Kütüb-i ilâhiyye" bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir!

Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiyye"nin 18. Bâb'ında yer alan bir ifşaatında, bu Hâtemü'l-velâye'nin Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.

Buyururlar ki:

"Velâyet-i Muhammedî'nin Hâtem'i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır." (s. 214)

Diğer bir beyanları ise şöyledir:

"İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdî değildir. Bu ancak kendi Ehl-i beyt'inden olacak birisidir." (Fütûhâtü'l-Mekkiyye)

Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, husûsiyetle Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici hususiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ'" adlı kitabındaki ifâdesine göre;

• Hâtemü'l-evliyâ' batı tarafından zuhûr edecektir. Bu, "Cüz'î Muhammedî imamlığın Hâtem'i" olan bu zâtın apaçık bir alâmetidir. (s. 15)

• O'nun "Hâtemü'l-evliyâ"lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallâhu anh-in halîfelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir. (s. 48)

• O uzuna çok yakın orta boylu, pembe tenli bir kimsedir. Görünümü, pırıl pırıl parıldayan bir ay gibidir. (s. 75)

• En şerefli Arap soyuna ve nesline mensuptur; fakat görünüş itibâriyle daha çok Acem'leri anımsatır. (s. 75)

• Önünde neşredilmiş, açılmış bir bayrak vardır. (s. 16)

• Fesad ateşinin sönmesi, ümmetin başı ile sonunun birleşmesi gibi kâziyeler onun zuhûru ile meydana gelir. (s. 16, 18, 74)

• O'nun ilmi râsih, nasîbi yüce, Nûr'u apaçıktır; o, sırrı ve nasihati dile getirilir bir kimsedir. (s. 73)

• Tıpkı resul ve nebîlerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk'ı onun diliyle söyler. (s. 73)

• Allah-u Teâlâ bütün muhteşemliğine rağmen onu halkın nazarından gizler. (s. 16)

• Belâların ve hâinliklerin ortalığı sardığı fitne zamânında, ihvânı ile birlikte Hakk'a bağlılığı gözetir ve bu hususta onlara öncülük eder. (s. 22)

• O, hiç bilmezken "Hatemiyyet" mertebesiyle kemâl bulur. (s. 71)

• O'nun Hatemiyyet'i "Nûrun alâ Nûr"; yâni "Nûr üstüne Nûr"dur. (s. 15-16)

Doğup büyüdüğü memlekette, Resulullah Aleyhisselâm'ın sülâlesinden olduğunu, Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri'nin torunu olduğunu bilenler var ve bu kimseler bugün hayattadırlar. Sen de aslını ortaya koyuver! Aslın nedir, neslin nedir? Beşeriyeti tenvir için ne gibi bir faaliyette bulundun, ne gibi eserlerin var; bunları da bildir!..



Kimseye Garazımız Yoktur,
Kimsenin Küfrüne Rızâmız da Yoktur!

Sifil yalan, yanlış ve çarpıtmalarla dolu "avam" üslûbunu "ilim" kisvesi altında saklamaya çalışıyor. Şu kadar var ki görünen köy kılavuz istemez, çünkü bir söylediği bir söylediğini tutmuyor. Bir yerde "ne hizmetleri, ne de başka konulardaki görüş ve değerlendirmeleri üzerine dile getirilen hususlarla ilgileniyorum. Dikkat edilecek olursa yazılarımda bu hususlarla ilgili tek kelime etmiş değilim." diyen Sifil, hemen öncesinde lâubali bir avam üslûbuyla şunları söylüyor: "Bu ülkede "zat-ı muhterem"in "tekfir makinesi"ne uğratılmaktan sıyrılabilmiş kalburüstü kaç isim sayılabilir?.. Ve "zat-ı muhterem", tekfir edip cehennem gayyasına yuvarlamadan önce..."

Bir cümlede iftirayı, kibri, lâubâliliği, hükm-ü ilâhî'yi küçük görmek gibi bir sefâleti cem etmek her câhilin yapabileceği bir iş değildir! Sifil'in kalbinde gizlediği, kalemini dolaştırmış, böylece içyüzü ortaya çıkmış.

Sifil bu sözleri ile Muhterem Ömer Öngüt'ün, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle delilli ve mühürlü; İslâm dinindeki ve vatandaki bölücülerin içyüzünü ortaya koyan eserlerini diline dolamaktadır.

Doğru sözlü olsaydın, "Başka konuyla ilgim yok." deyip de dolanmazdın. Madem bu sözü söyledin; ilmin varsa hangi Âyet-i kerime'yi, hangi Hadis-i şerif'i yersiz bulduğunu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le ortaya koyardın.

Bir çamur attın; "Tutarsa tutsun, tutmazsa izi kalsın."

Bu ancak senin gibilere yakışır.

Küfrü söndürmek, iman kurtarmak gayesiyle yapılan bu cihadı sefil bir sözle söndürebileceğini mi sanıyorsun?

Bu cihadı yapanları Resulullah Aleyhisselâm "Siyah Bayraklılar" olarak vasıflandırmıştır. Siyah bayrak Resulullah Aleyhisselâm'ın cihad bayrağıdır.

Nûr-i ilâhî'yi saçmak için, zulümâtı dağıtmak için, Hakk ile bâtılın arasını ayırmak için, Allah'lık dâvâsında bulunan putları kırmak için, Hazret-i Allah bu vazifeyi bu "Bayraklılar"a vermiştir.

Bunlar hiçbir menfaat beklemeden, kitaplardan hiçbir kuruş almadan fîsebîlillâh çalışıyorlar. Bu nûr, bu ilim sadece Türkiye'ye değil, dünyaya yayılıyor. Bu kitaplar, bu nûr Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa ve diğer birçok devletlere, tâ Avustralya'ya kadar yayıldı. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın kudreti ile oluyor. Bunu O'ndan başka kim yayabilir? Bunları hiçbir tahsili olmayan bir beşerin Hazret-i Allah'ın lütuf desteği olmadan yapması mümkün müdür?

Son asırda yaşamış olan velîlerden Bedîüzzaman Hazretleri "Emirdağ Lâhîkası" isimli eserinde Mehdi Aleyhisselâm'ın vazîfesinden bahsederken, Mehdî Aleyhisselâm'dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Mehdî Aleyhisselâm'a hazır bir program olarak hazırlandığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:

"Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyûn ve tâbiiyyûn tâunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda imânı kurtarmaktır.

Ehl-i imânı dalâletten muhâfaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktizâ ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilâfet-i Muhammediyye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." ("Emirdağ Lâhikası", s. 259)

Bir düşün! Allah için ne yaptın? Beşeriyeti tenvir için ne gibi faaliyetlerde bulundun, ne gibi bir hizmette bulundun, ne gibi eserlerin var?

Yıkılmış damın köşesinde mi kaldın?..

"Bizi küfürle itham ediyor!" demek istiyorsun. Biz ancak Allah-u Teâlâ'nın beyanlarını önünüze koyuyoruz. Kur'an-ı kerim'de müslümanların birleşmelerini emreden; tefrikayı, bölücülüğü şiddetle yasaklayan pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.

Ezcümle;

Hucurât sûre-i şerif'i: 10. Âyet-i kerime,

Mâide sûre-i şerif'i: 2. Âyet-i kerime,

Âl-i imrân sûre-i şerif'i: 103.ve 105. Âyet-i kerime'leri,

Rûm sûre-i şerif'i: 32. Âyet-i kerime,

Enfâl sûre-i şerif'i: 46. Âyet-i kerime,

Yunus sûre-i şerif'i: 19. Âyet-i kerime,

En'âm sûre-i şerif'i: 153. ve 159. Âyet-i kerime'leri,

Şûrâ sûre-i şerif'i: 13. 14. ve 15. Âyet-i kerime'leri,

Zuhruf sûre-i şerif'i: 65. Âyet-i kerime,

Enbiyâ sûre-i şerif'i: 92. 93. ve 94. Âyet-i kerime'leri,

Müminûn sûre-i şerif'i: 52-56. Âyet-i kerime'leri, dinde ayrılık yapmanın mesuliyetinin, suç ve cezâsının ne kadar ağır olduğunu beyan buyurmaktadır. Bu Âyet-i kerime'ler bölücülere hitap ediyor.

Bu hükümler Allah-u Teâlâ'nın sizin hakkınızda verdiği hükümdür, bunu beşere atfetmeyin. İlâhî hükümleri hiçe mi sayıyorsunuz? Bu Âyet-i kerime'leri görmüyor musunuz? Yoksa görmek işinize gelmiyor da mı bu zâta isnad ediyorsunuz?

Bu Âyet-i kerime'ler Allah-u Teâlâ'nın kelâmı mı, yoksa bu zâtın beyanı mıdır?

El-cevap; Allah kelâmıdır! Şu halde niçin bu zâta isnad ediyorsunuz? Allah-u Teâlâ'nın bölücüler hakkında verdiği küfür hükmünü niye bu zâta atfediyorsunuz?

Meğer size söylenenler Hakk sözü imiş, halk sözü değilmiş!..



Evliyaullah Hakk'ın Emri İle Konuşur,
Hakk'ın İlhamı İle Eser Neşreder;
Câhil Tabakası Kendi Zannını Ortaya Koyar,
İftira Atmaktan Çekinmez!

Sifil Hadis-i şerif'i inkâr etmekle yetinmemiş, Hadis-i şerif'te izah edilen hakikatlerin beyânını da diline dolayarak "Nefsani davranmak" iftirâsında bulunmuştur. Hatta daha da ileri giderek ve kendisine has "avam" üslûbu ile -Veysel Karânî Hazretleri'nden bahisle- "caka satarak ortalıkta dolaşmayı aklından bile geçirmemişti!"demiştir.

Be hey câhil! Bu zâtın eserlerini okumadan mı bu iftirayı yaptın, yoksa okudun da nefis putu gözlerine perde mi oldu? Fincan ile deryayı ölçebilir misin?

Sen öyle bir zâta, en son söylenebilecek bir isnadda bulunuyorsun ki, çok kötü bir koku yayıyorsun!..

Hatmü'l-velaye'nin zuhûruna dair bu Hadis-i şerif'i teyid ve tefsir eden altmışa yakın Evliyâullah'ın beyanı var, husûsî yazılmış eserler var. Cismî husûsiyetlerine, görünüşüne, mücadelesine, yardımcılarına, âhir zamanda geleceğine, Türk'e gönderileceğine, Arap soyundan olacağına, ancak Arapça konuşmayacağına kadar her türlü husûsîyeti tek tek ifşâ edilmiştir. Hatmü'l-velâye'nin kim olduğuna ve vazifesine dair, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde haberler ortaya çıkmıştır.

Bu hakikatleri beyan eden bir Zât-ı âlî'ye "Nefsânî davranmak" iftirâsını atmak ancak senin gibi avama yakışırdı!..

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz pek çok Hadis-i şerif'lerinde kendilerine bahşedilen ihsan ve faziletlerden, yüksek meziyetlerden sözetmişler, fakat hemen arkasından: "Bunu övünmek için söylemiyorum." buyurarak; gâyelerinin yalnızca Allah-u Teâlâ'nın lûtfunu bildirmek, öğrenmeleri gereken mühim bir gerçekten ümmetlerini haberdâr etmek olduğunu beyan etmişlerdir.

Ezcümle bu mânâya işâret eden bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Ben kıyâmet gününde bütün peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefâatçisi olacağım. Bunu övünmek için söylemiyorum!" buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Nitekim diğer Hadis-i şerif'lerinde de "Geçmiş ve gelecek bütün insanların en hayırlısı" olduklarını, "en hayırlı nesilden vücud buldukları"nı, "kıyâmet günüde Livâ-yı Hamd'in sahibi, iman edenlerin şefaatçisi, cennete girecek ilk kişi ve bütün insanların en yücesi" olacaklarını açıkça bildirmişler; ancak bunu cehâlet ve sefâlet deryasında yüzen kara cahillerin zannettiği gibi "caka satmak" için değil, ümmetlerine hakikati duyurmak için beyân etmişlerdir.

Veysel Karânî -kuddise sırruh- Hazretleri üzerinden yaptığın çirkin iftirânın cevâbını ise, Hadîs-i kudsî'de sana bizzat Allah-u Teâlâ vermektedir:

"Velilerimden kendisine en çok gıpta edilen kişi; benim katımda derecesi ulu ve yüksek peygamberlerin derecelerinden bile daha yakın olan gizli bir kimse, Üveysü'l-Karnî'ye ve onun benzerlerine denk olan hafîfü'l-haz bir mümindir.

İşte bu onun zâhirî sıfatıdır, bâtını ise târife sığmaz!" (Hakîm et-Tirmizî, "Nevâdirü'l-Usûl", c. 1, s. 619)

Nitekim Evliyâ-i kirâm'ın önde gelenlerinden İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh Hazretleri de "Mektûbât"ında;

"Sübhânellâh! Bu Hakîr'den elinde olmayarak öyle ma'rifetler zuhûr etti ki, büyük bir topluluk biraraya gelerek çalışsalar bir benzerine kavuşamazlar!" demiş ve bunu söylerken "caka satmayı" aklının ucundan bile geçirmemişti!.. (326. Mektup)

Binaenaleyh kendini övmek ayrı, hakikati neşretmek için söz söylemek ayrı şeydir.

Nitekim insanlara nefislerini tanımaları için irşadda bulunan, eserler neşreden bu Zât-ı âlî bu hususta da şunları söylemiştir:

"Hep ilâhî vergi... Allah-u Teâlâ ezelden öyle murâd etmiş; kulda hiçbir şey yok!.. Biz bunları ilâhî bir lütuf kabul ediyoruz. Hiçbir zerresine bile lâyık olmadığımı da biliyorum. Gerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, gerekse Evliyâullah Hazerâtı'nın beyanlarını seyrediyorum ve bu lütuflarından dolayı Sâhib'ime şükrediyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in buyurduğu gibi; 'Bunları övünmek için söylemiyorum.' Çünkü ben 'Var' ile övünüyorum!..

'Bu Allah'ın fazl-u ikrâmıdır, dilediğine verir.' (Cum'a: 4)"
["Kalblerin Anahtarı Sözler ve Notlar", c. 10, s. 310]

Tarih boyunca zâhir ehli anlamadığı mevzularda çok zaman ehl-i tasavvufa düşmanlıkta bulunmuşlardır. Nitekim "Hatmü'l-Evliyâ'" kitabının yazarı olan Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu kitabı yazdığı için Tirmiz'den sürülmüştü.

"Menâkıb" kitaplarının hemen hemen hepsinde bahsi geçen aşağıdaki hâdise, Evliyâ-i kirâm'ın bu gibi beyanlarını hafife alan ve onlara karşı büyüklük taslamaya kalkışan câhillere açık bir ikazdır:

Şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretleri bir cuma günü vaaz ediyordu. Oldukça kalabalık olan vaaz meclisinde Evliyâullâh'ın büyüklerinden pek çok da zevât-ı kirâm bulunuyordu. Tam bu esnâda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in rûhâniyeti tecellî ederek: "Kul, yâ Abde'l-Kâdir! Kademî hazâ 'alâ rakabeti külli veliyyi'llâh"; yani; "Ey Abdülkadir! 'Benim ayağım bütün velilerin boynunun üstündedir.' de!" buyurdular. Hazret de bu sözü orada bulunanlara aynen tekrâr etti. Ne kadar velî varsa, hiçbiri en ufak bir itiraz emâresi dahî göstermeden: "'Alâ rakabetinâ ve 'alâ re'sinâ!"; yani: "Evet! Senin ayağın bizim başımızın ve boynumuzun üstündedir." diyerek teslimiyetlerini bildirdiler. Hattâ Şeyh Ali bin Hînî -kuddise sırruh- Hazretleri birdenbire yerinden fırlayıp, boynunu hemen Hazret'in ayaklarının altına koydu. Hazret'e Resulullah Aleyhisselâm'ın böyle emrettiği o gün orada bulunmayan diğer velilere de mânen bildirilmiş, onlar da; "'Alâ'r-re'si ve'l-ayn" diyerek, Şeyh Hazretleri'ne bağlılıklarını bildirmişlerdi.

Nitekim o tarihlerde Bağdat yakınlarında ikâmet eden Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri de, talebeleriyle sohbet ederken bu duruma vâkıf oldu; mübarek başını toprağa koyup söylenen sözü tekrarladı ve yanında bulunanlara; "Az önce Bağdat'lı Seyyid Abdülkâdir gavsiyyetini ilân etti!" diye hitap buyurdu.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri'nin bu sözünü emirsiz söylemeyeceğini bilmeyen ve içine sindiremeyenler de çıktı. Nitekim "Şeyh San'a" adlı şahıs kibirlenerek; "O büyükse ben de onun gibi büyüğüm!" dedi ve böyle bir şeyi kabullenmenin mümkün olmadığını söyledi. Onun kibirlenerek itiraza kalkıştığı Abdülkadir Geylânî Hazretleri'ne keşfen bildirildi. Hazret o anda Şeyh San'a'nın karşısında tecellî ederek; "Mâdem ki bana boyun eğmiyorsun, o hâlde bir kâfire boyun eğesin! Mâdem omuzunun üzerinde bizim ayaklarımızın olmasına itiraz ediyorsun, öyleyse domuzun ayakları omuzunun üzerinde olsun!" diye bedduâ etti.

Bu sözün üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, Şeyh San'a bir Rum kızına âşık olup talip oldu. Ancak kızın ailesi bir müslümana aslâ kızlarını vermeyeceklerini söylediler. Şeyh San'a kendini kaybedip, onların teklifine boyun eğerek hıristiyan oldu. Rum ailenin şartına göre San'a, bir sene boyunca onların domuz çiftliğinde domuz çobanlığı yapacaktı. Bunu da kabul etti. Öyle zaman oluyor ki, yeni yavrulayan domuzların yavrularını alıp omuzlarında taşıyordu. Hem kâfire boyun eğip tekliflerini kabul etmiş, hem de domuzun ayakları omzunun üzerinde olmuştu.



Evliyâullah Hazerâtı'nın bütün iş ve icraatları Allah ve Resul'ünün emriyledir. Binâenaleyh bunları bilmeden ve anlamadan, bu beyanlar üzerinden bilmişlik taslamaya kalkışmak, kendi kendini rezil ve cehâletini ilân etmekten başka bir şey değildir!..



"Kalblerin Anahtarı Külliyatı"ndan olan Sözler ve Notlar serisinin 10. cildinin takdiminde Muhterem müellifin şöyle bir beyanları var:

"Her şeyin bir özü vardır, bu kitapların özü ise iki cümleden ibarettir:

'Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin.'(Mâide: 92)

Yani bununla mühürlüdürler.

Ben bir perdeden bir kabuktan ibaretim, özüm O'dur. Şu gördüğünüz kâinat da bir kabuktan ibarettir. Kâinatın da özü O'dur. O kabuğu çıkardığın zaman "Öz" kalıyor.

Elhamdülillah, kabuk olduğumu biliyorum. İçimde O olduğunu da görüyorum.

Özüm de Allah, sözüm de Allah... Herkes kabuğu görüyor. O'nu görmüyor.

İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...

Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullah'ın ilmi bu kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.

İşte size bu ilimden bahsediliyor. Nasibi olan, nasibi kadar alacak. Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile kâimdir.

Biz size özü anlatıyoruz. Bu marifet, bu kitabın özüdür. Bu kitabı yazmaktaki esas gayem, bu özü bildirmektir."

"Bu ilim senin mi?" diye soruluyor.

"Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu fakire bu ilmin tezgâhtarlığını yaptırıyor. Bu ilimle hiçbir ilgim yoktur. Bu ilim has bir ilmullah'tır.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Fakirliğimle övünürüm."buyurmadı mı? (Münâvî)

Biz fakirliğimizle iftihar edenlerdeniz, allâmeler başkadır."



Bizim beyanlarımız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif iledir. Lâf etmeyiz. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile delil olmadıkça lâfa itibar etmeyiz.


Kaynak:http://www.hakikat.com/dergi/155/sefilnameyecevap155.html
 
Son düzenleme:
Kurtuluş kaynağı bulmuşsun artık bize bir şey sormana gerek yok ne merak edersen
hakikat com dan öğrerebilirsin yavrum selâmı aleyküm.
 
Esselamu Aleykum ve Rahmetullah.Rivayetin Arapçasını buldum.

حَدَّثَنَا أَبُو يُوسُفَ ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ يَزِيدَ بْنِ السِّنْدِيِّ ، عَنْ كَعْبٍ ، قَالَ : " عَلامَةُ خُرُوجِ الْمَهْدِيِّ أَلْوِيَةٌ تُقْبِلُ مِنَ الْمَغْرِبِ ، عَلَيْهَا رَجُلٌ أَعْرَجُ مِنْ كِنْدَةَ " .

Bize Ebu Yusuf anlattı,o da Muhammed b. Ubeydullah b. Yezid b. Sindî'den nakletti:

Ka'b şöyle demiş : Mehdi’nin çıkışının alameti, batıdan gelecek, başlarında Kinde’li topal bir adamın bulunduğu bayrak(lı)lardır

(Nuaym b. Hammâd,El Fiten,332/1)

حَدَّثَنَا ابْنُ عَفَّانَ، قَالَ: حَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ ثَابِتٍ، قَالَ: حَدَّثَنَا سَعِيدٌ، قَالَ: حَدَّثَنَا أَبُو الْفَتْحِ، قَالَ: حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ مَعْبَدٍ، قَالَ: حَدَّثَنَا خَالِدُ بْنُ سَلَّامٍ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ عُبَيْدِ اللَّهِ، عَنْ يَزِيدَ بْنِ سِنْدِيٍّ، عَنْ كَعْبٍ، قَالَ: «عَلَامَةُ خُرُوجِ الْمَهْدِيِّ أَلْوِيَةٌ تُقْبِلُ مِنْ [ص:914] قِبَلِ الْمَغْرِبِ , عَلَيْهَا رَجُلٌ مِنْ كِنْدَةَ أَعْرَجُ , فَإِذَا ظَهَرَ أَهْلُ الْمَغْرِبِ عَلَى مِصْرَ فَبَطْنُ الْأَرْضِ يَوْمَئِذٍ خَيْرٌ لِأَهْلِ الشَّامِ

Bize İbn Affân anlattı,o Ahmed b. Sabit, o Saîd'den o da Ebu'l-Feth'den , o Ali b. Ma'bed'den o da Halid b. Sellamdan, o da Muhammed b. Ubeydullahtan , o da Yezîd b. Sindî'den naklediyor:

Ka'b şöyle demiş: Bize Mehdi’nin çıkışının alameti, batı tarafından gelecek olan, başlarında Kinde’den topal bir adamın bulunduğu bayrak(lı)lardır. Batılılar Mısır’a galip geldiğinde, o gün Şamlılar için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.

(Ebû Amr ed-Dânî’nin es-Sünenu’l-Vâride fi’l-Fiten IV, 913-4)


Bunun dışında Meşhur olan Hadis kitaplarında,Hadis Cüzlerinde,Zevaid,Musannef,Müsned olan diğer muhtelif Hadis kitaplarında -bu rivayeti- hadis olarak yani Resulullah(sav)'e isnad ile bulamadım.

Daha geniş bir araştırma yaptıktan sonra net bir bilgi verebilirim.

 
ثوبان رضي الله عنه قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : " يقتتل عند كنزكم ثلاثة، كلهم ابن خليفة ثم لا يصير إلى واحد منهم، ثم تطلع الرايات السود من قبل المشرق فيقتلونكم قتلاً لم يقتله قوم " ثم ذكر شيئاً لا أحفظه فقال : "فإذا رأيتموه - المهدي - فبايعوه ولو حبواً على الثلج فإنه خليفة الله المهدي" رواه ابن ماجه والحاكم وقال هذا حديث صحيح على شرط الشيخين ووافقه الذهبي ، وقال
ابن كثير " هذا إسناد قوي صحيح

Sevbân(ra)’dan gelen hadiste Rasulullah(sav) şöyle buyurmaktadır: “Sizin hazineleriniz için üçü savaşır. Hepsi de Halife çocuğudur. Sonra onlardan hiçbiri galip gelemez. Sonra doğu tarafından siyah bayraklılar çıkar. Sizi öyle bir öldürürler ki daha önce hiçbir kavim sizi onlar gibi öldürmemiştir.....(Sevbân diyor ki: Sonra bir şey söyledi onu iyi ezberleyemedim) Eğer siz O’nu görürseniz, buz üstünde sürünseniz dahi O’na tâbi olun. Çünkü O Allah’ın halifesi Mehdî’dir.

İbn Mâce(2/1367) Hakim(4/463-464) Hakim: “Buharî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir.” demiş, Zehebî de ona katılmıştır. İbn Kesir: “İsnadı güçlü ve sahihtir” demiştir. Bak: el-Fiten ve’l-Melâhim(1/29)

---

Sadece bu hadisi buldum.Onun dışında bir rivayet bulamadım.Yukarıdaki hadis için de şerh gereklidir.

--PEKİ SONUÇ NEDİR? :

''Mehdi’nin çıkışının alameti, batıdan gelecek, başlarında'' diye başlayan rivayet Ka'b El'Ahbar'ın sözüdür demek daha uygun olur.(Hammad b. Nuaym)

''Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkar'' rivayetine ise Hadis demek doğru olur.(Süneni İbn Mace)

İmam es-Süyûtî’nin, el-Arfu’l-Verdî isimli risalesine, “Bu, Mehdi konusunda varit olmuş hadis ve eserleri (âsâr) topladığım bir cüzdür” sözleriyle başlamıştır.

Yani hem hadisleri ve hemde Hadis dışındaki sözleri cü'zde toplamıştır.

Dolayısıyla bizzat kendisi -eserindeki bütün rivayetlerin- hadis olmadığını söylemiş.
 
Hakikat güneş gibidir Bulut gelir kapatır Bulut çekilince yine hakikati görürüz
H.z Allah c.c hakikati gören kullardan olmamızı nasip etsin inşaAllah.
 
Bu sefâletnâmenin yazarı olan Sifil, aşağıda izahı yapılacak olan Hadis-i şerif'i inkâr, râvîlerine iftira ile yetinmemiş; "Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- başta olmak üzere; altmışa yakın Evliyâullah Hazerâtı'nın da "Hâtemü'l-Evliyâ" hakkındaki, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde neşrettikleri ifşaatlarını "Esasen 'velilik' mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz." diye inkâr ederek kendi cehâletini ve kibrini ortaya koymuştur."

HAKÎM et-TİRMİZÎ -Kuddise Sırruh- HAZRETLERİ’NİN
“HATMÜ’L-EVLİY” KİTABI’NI YAZDIĞI DOKUZUNCU ASIRDAN GÜNÜMÜZE KADAR GELEN VELİLERİN, “HÂTEMÜ’L-EVLİY” HAKKINDAKİ BEYAN ve İFŞAATLARI



Evliyâullah’ın ifşaatlarını incelediğiniz zaman gerçeği öğrenmiş olursunuz.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerinde:
“Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir.”(et-Terğîb, c.1, s.103)
Buyurarak tarif ettiği gizlenmiş mücevher ilimlerinden size açılıyor. Zira ilimlerin hepsi bir değildir, ayrı ayrıdır. Zâhirî ilimler birçok dallara ayrılır, Marifetullah ilmi’nin de birçok çeşitleri vardır.
Evliyâullah’ın dereceleri de bir değildir.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri“Dördüncü”,“Beşinci”ve“Altıncı”makamlardan bahsetmiş ve fakat“Yedinci”makamdan hiç bahsetmemiştir.
Bu“Yedinci makam”dan murad, Allah-u Teâlâ dilediğine dilediğini lütfetmiştir. O makamda bâtınî saltanat vardır.
Bu ilim doğrudan doğruya nübüvvet kandilinden alınan bir ilimdir. Evliyâullah’ın ilmi ve marifeti dahi buraya yetmez.
Nitekim yetmeyeceğini İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri“317. Mektub”unda ifade etmiş ve:
“Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun özüdür.”buyurmuştur.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.”(Risâle-i Es’adiyye)
Bu yol has bir yoldur,“Sıddıkiyyet”yoludur ve nihayet“Hâtem’lik”yoludur. Bu hâtemlik“Hâtemü’l-enbiyâ”ile“Hâtemü’l-evliyâ”ya verilmiştir.
Her bir velinin ayrı ifşaatı mevcuttur. Birine verdiğini diğerine vermemiş, birine gösterdiğini diğerine göstermemiş. İki beyan birbirinden farklı. Her birisi bir noktaya temas etmiş.
Onu Levh-i mahfuz’da görmüş, Ümmü’l-kitab’ı okumuş, tâ asırlar sonra geleceğini bilmiş ve yazmış. Onlar Levh-i mahfuz’da gördü, sen yazıda göreceksin.

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri,“Kitâbu’r-Riyâze”isimli eserinde; Allah-u Teâlâ’nın bu kulunu nasıl bir himaye ile koruduğunu, ondaki şehvânî hareketleri nasıl yokettiğini ve onda zuhur eden bu aklın“Ulü’l-elbab”dan başka bir şey olmadığını çok açık bir biçimde beyân ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah ile düşündüğünü, Allah ile konuştuğunu, Allah ile işittiğini, Allah ile baktığını ve Allah ile yürüdüğünü tasavvur dahi edemediğimiz bir kulun; dünya diyârındaki meşguliyeti, eserleri ve hareketleri acabâ nasıl olur!
O’nunla konuşan dedi ki: Bu nasıl olur?
Buyurdu ki: Allah’ın kendisinde gizlendiği bu kul; O’nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir. Nitekim O, onun içindeki şehvetleri öldürüp, onu bizzat kendi ortaya koyduğu şeylerin içinde bulundurur. Onu kendi Nur’u ile açıp, zorlukları kendisine kolaylaştırır. Onda Ulü’l-elbâb’ı meydana getirerek; sebepler, ilâhî himmet ve idrak hususunda da kendisine istimdat eder. O da konuşurken hikmetle konuşup, tefekkürle açıklar. Bakarken ibretle bakar. Yürürken heybetle yürür. Tutarken kuvvetle tutar. O onun kalbini lüzumsuz düşüncelerden meneder, ilâhî tedbir ile ilgili işlerde de ondan selbeder. İşte bunların hepsi, hakikatıyla Kitap’ta ve haberde mevcuttur.”(“Kitâbu’r-Riyâze ve Edebü’n-Nefs”, Es’ad Efendi, no: 1312, 10b-11a yaprağı)
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz.
Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur. İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”(Muhyiddin-i İbn’ül Arabî, Hatmü’l-velâye, 18. bab, 168 sayfa)
“... Dünyanın zeval vakti gelince Allah bir veli gönderir. Bu veliyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, buna hâtem’ül-velâye de denmiştir. Bu, kıyamet gününe kadar Allah’ın, diğer velilere hücceti olur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in nübüvvet sıdkı bulunduğu gibi, bunun velâyet sıdkı vardır. Ona şeytan musallat olamaz, nefis onu velâyetten alıp zevkine düşüremez.”(Hatmü’l-evliyâ)
“Onun makâmı Melik’in mülkünde, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in makâmına en yakın makâmdır. Onun payı ise ferdiyyet yani tekliktir.”(Hatmü’l-evliyâ)
“Bu veli zikirde evvel, meşiyette evvel, makadirde evvel, Levh-i mahfuzda evvel, misakta evvel, mahşerde evvel, hesapta evvel, şefaatta evvel, civarda evvel, cennete girmede evvel, ziyarette evveldir. Nasıl ki Muhammed Aleyhisselâm her yerde peygamberlerin evveli ise, bu da velilerin evvelidir.”(Hatmü’l-evliyâ)

Hallâc-ı Mansur -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Allah kullarından bir kulu en büyük dostu yapmayı dilediği vakit; ona zikir kapısını açar, yakınlık kapısını ona aralar, onu Tevhid kürsüsünün üzerinde oturtur, sonra da ondan perdeyi kaldırarak, müşâhade yolu ile ona ‘ferdâniyyet’ i gösterir.
O ‘Ferdâniyyet’; yani ‘Teklik’ evine girer, O’nun kibriyâ ve cemâlini keşfeder... Fâni olan (bu) kul, o an Hakk ile bâkî olur. Sübhan olan Allah’ın himâyesinde o, nefsin dâvâlarından uzak olur.”(Kitâbü’t-Temhîdât)

İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu mükâşefe ilmi sıddıkların ve mukarreblerin (Allah’a yakın olanların) ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nura döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir.
O nurlu halden bir çok hususlar inkişâf eder, bu sayede bir çok şeyleri görür.
Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder. Fakat kalbi nur hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, kendisine geniş ufuklar açılır.
Hatta Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı ulûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur.
Aynı zamanda nübüvvetin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözünün mânâsını da bihakkın bilir.
Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar.
Yer ve gök âlemlerinin sırrına vâkıf olur.
Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür.
Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.
Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mizanın ve hesap gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir.
‘Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen nefsine yetersin!’(İsrâ:14)
Ve:
‘Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi!’(Ankebût: 64)
Âyet-i kerime’lerinin mânâsını hakkıyla anlar.
Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O’na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar.
En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saâdetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın mânâsını da idrâk etmiş olur.”
(İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1. Kitab, 2. Bâb. “Ahiret İlimlerinin Kısımları” mevzusundan naklen)

Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ali -kerremallâhu veche-nin kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü o kimseler, daha önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından da özlenmişlerdir.
Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hususla ilgili olan Hadis’inde:
‘Kardeşlerimle buluşmaya öyle hasretim ki... Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim! Onlar sizden sonra gelecek bir topluluktur.’buyurmuştur.
Bundan sonra da o, kardeşleri olarak zikrettiği kimselerin vasıflarını anlatmaya başlamıştır.
Onların ‘Kardeşler’ diye tavsif edilmelerinin sebebi, kalplerinin peygamberlerin kalpleri üzere, ahlâklarının da imânın esaslarına dayanıyor olmasıdır.”
“Âhiret âlimlerinden olan bir zâtın aklı, kalbinden gelen ilâhî nurlarla aydınlanır. Anlayışı, ilim ve müşâhadesinin istidlâlinden bilgilenir. Ahlâkı, sahip olduğu yakînî imânın sıfatlarıyla şekillenir. Gücü, yolu ve sülûku da, O’nun yolu ve sünneti üzeredir. İşte böylece de onun kardeşlerinden olmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in görmeyi özlediği kimseler, aynı zamanda peygamberlerin de kardeşleridir.
İşte onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in de bir Hadis’inde buyurduğu gibi; halk içindeki gariplerdir.
O şöyle buyurmuştur:
‘İslâm garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak son bulacaktır. Ne mutlu gariplere!’
Denildi ki; ‘Onlar kimlerdir?’
Buyurdu ki:
‘Onlar o kimselerdir ki, insanların bozduğunu ıslâh ederler.’
Bu Hadis’in başka bir lâfzında ise şu ifade yeralır:
‘Onlar o kimselerdir ki, insanlar tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler; öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.’
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in insanlar tarafından bilinmeyen ve terkedilmiş olan yolunu tekrar ortaya çıkaracaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- başka bir rivâyette şöyle buyurmuştur:
‘Onlar benim sünnetime ve bugün sizin üzerinde bulunduğunuz yola sımsıkı sarılırlar.’
Bir diğer rivâyette ise şu ifâde geçmektedir:
‘Garipler, sayıları pek az olan sâlih kimselerdir. Sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğzeden ise çoktur. İşte onlar Allah-u Teâlâ’nın kendilerine nimette bulunarak, İlliyyûn’un en üst mertebesinde peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir.’
Onlar, Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere arkadaş olacaklardır.”(Kûtu’l-kulûb, c. 2, s. 50-51)

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Havass tevhidinin ikinci mertebesi ise şudur: Bu mertebede olan seçkin kul, Allah’ın önünde ferdiyetsiz bir varlık, bir hayaldir. Allah ile kendisi arasında ikinci birşey yoktur. Onun üzerinde Allah’ın tedbir tasarrufları, Allah’ın kudretinin hükümlerine göre cereyan eder (Allah onu istediği gibi idare eder). O, tevhid denizlerinin derinliklerine batmış, yok olmuştur. Ne nefsinden haber vardır, ne Hakk’ın davetinden, ne de ona uymaktan. Allah’a yaklaşmanın hakikatinde O’nun gerçek vahdaniyyetine ermiş, hissi, hareketleri gitmiştir. Allah ondan ne isterse onu onda yapar. Bundaki ilim şudur (yani bunun ilmi izahı şudur): kulun sonu evveline (ilk varlığına) döner. Olmazdan (dünyaya gelmezden) önceki hayatına döner, öyle olur. Bunun delili de Allah Zülcelâl’in şu sözüdür:
“Hani Rabb’in Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarıp almıştı ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet Rabb’imizsin, buna şâhidiz.’ dediler.”(A’râf: 172)
Bu zamanda var olan kimdir? Var olmazdan önce nasıl var olabilir? saf, hoş ve mukaddes ruhlardan başkası mı cevap verdi Allah’ın sorusuna? Bunlar, Allah’a, yine Allah’ın nüfuzlu kudreti, ve kâmil iradesiyle cevap vermiş değiller miydi? İşte şimdi de o olmazdan önceki varlıkları gibi oldu. İşte bu, Vahid’i tevhid eden muvahhidin tevhidinin son mertebesidir. Onun kendi ferdiyyeti gider.”(Resâilü’l-Cüneyd)

Ammar-ı Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Hakîm (et-Tirmizî); ‘Öyle velî vardır ki, ilk mülkte ikâmet eder ve bu mülkün ismi kendisine verilir. Öyle velî de vardır ki; ikinci, üçüncü ve dördüncü mülke kadar ulaşarak, ilâhî isimlerden her mülkün ismi kendisine tahsis edilir.’ buyurmuştur. Bundan sonra o; ‘Vahdâniyyet’ ve ‘Samedâniyyet’ mülkü’ne vâsıl olur. İşte ‘Allah’ın velîsi’nin kalbi budur. Veliler için bundan öteye geçme ve seyretme yoktur, zirâ o Hâtemü’l-evliyâ’dır.”(Behcetu’t-Tâife Billâhi’l-Ârife, Berlin, no: 2842, 46a yaprağı)

Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri"Fütûhâtü’l-Mekkiyye"nin 73. Bâb’ ında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hem cismânî hem de rûhânî Ehl-i beyt’ine mensup olan zâta işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Hatm, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yalnız hissî sülâlesinden değil; onun -sallallahu aleyhi ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır."(Fütûhâtü’l-Mekkiyye; c.3, s.89, bas.: Beyrut, 1994)
Muhyiddin-i İbnü’l Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“El-Hatm... Ki o tektir. O, âlemde bir (kişi) dir. Allah, velâyeti onunla hatm eylemiş, mühürlemiştir. Evliyâ arasında ondan büyüğü yoktur.”(Fütûhat-ı Mekkiyye)
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur.”(Fusûs’ül-Hikem)
“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.”(Fusûs’ül-Hikem)
“Bu ilim, ilm-i billâh’ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.”(Fusûs’ül-Hikem)
“Allah-u Teâlâ bu hâtem-i velâyeti ne bize, ne bizden evvelkilere nasib etmeyip, bu makâmı bizden saklamıştır.”(Fusûs’ül-Hikem)

Abdürrezzak-ı Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bütün Resuller bu ilmi eğer Hâtemü’r-Rüsul olan zâttan elde ediyorlarsa, Hâtemü’l-evliyâ olmak hasebiyle bu zât dahi onu kendi Sırr’ının mişkâtından almaktadır. Öyle ki bütün Resuller ile bütün veliler nûrlarını en sonunda Hâtem’ül-evliya’dan almış olurlar.”
“Hâtemü’l-evliyâ’nın velâyetine ‘Velâyet-i şemsiyye’ (güneş velâyeti), diğer velîlerinkine ise ‘Velâyet-i kameriyye’ (ay velâyeti) denilmektedir.”(Şerhü’l-Kâşânî alâ Fusûsu’l-Hikem, s. 34, 36)

Allâme Abdülganî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve iman velâyeti hususunda evliyânın hatmi olan insanın ruhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vasıtasız olarak, bir olan Cenâb-ı Allah-u Teâlâ’dan gelir.”(Cevâhirü’n-Nusûs)
“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.”(Cevâhirü’n-Nusûs)
“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliyâ da velî iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.”(Cevâhirü’n-Nusûs)

Hasan Sezâî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“İmkân-ı nakde vâcip urup nâmın ibtidâ,
Ağâzı râyiç eyledi encâmın ibtidâ,
Reftârına çıksa bir kimse sa’y ile
Hatmü’l-merâtib oldu, çû pür-kâmın ibtidâ.”
“Onun yerini bir vekilin alması gerekince,
Sondaki baştakinin üstünlüğüne kavuşur.
Sülûkuna çıksa bir kimse sür’atle,
Onun zevkiyle dolduğu gibi, mertebelerin de Hatm’i olur.”
(Sezâyi-i Gülşenî Divanı; s. 31, trc. Ş.r Çelikoğlu)

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil’at-pûş
Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz.”(Fusûs’ül-Hikem Şerhi, sh: 215)
“Mustafa: ‘Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.’ dedi.
Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu görmüş sayılır.
Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiç bir fark yoktur.
İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör.”(1950. beyit, c. 1, s. 380)

Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Onun tevazusu, bütün peygamberlerden fazla olduğundan, yerinde olarak ona Hâtemü’l-evliyâ denilir.
Çünkü bir üstad, sanatında ilerlediği ve o sanatı herkesten iyi bildiği zaman: ‘O sanat, onda sona ermiştir.’ derler. Yani, o sanatı onun bildiği kadar kimse bilemez. Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına vâris olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedirler.
Bu yüzden Musa Aleyhisselâm:
‘Keşke ben Muhammed’in ümmetinden olsaydım!’buyurmuştur.
Onun bu temenniden maksadı, lâlettayin bir ümmet değil, Muhammed’in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmel öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul, bir talebe olmaktı.”(Maârif. s. 143, 257)

Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-rüsul’ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtem’ür-Rüsul’e onu aksettirdiği yerde, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtem’ür-Rüsul ile denkleşir.”(Kitâbü’l-Fukûk fî Müste-nedâti Hikemü’l-Fusûs)

Fahreddin Irâkî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Âşığın gönlü taayyünden münezzehtir, izzetin kubbesi altında gayb ve şehâdet deryâlarının kavşağıdır. Himmeti çok yüksektir. Deryâyı kadehle bin kere içecek olsa, bir daha içmek ister. Son derece genişliğinden dolayı bütün âleme sığmaz, bilâkis bütün âlem ona karşı görünmez olur. ‘Ferdâniyyet’in, ‘Vahdâniyyet’in alanında hâkimiyetin otağını kurar. Bütün âlemin işlerini orada görür, açmayı, bağlamayı meydana koyar. Kabz ve bast’ı, telvin ve temkin’i aşikâr eyler.”(Lemeât; s. 72, On dokuzuncu Lem’a’dan naklen)

Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Kim ki bu hâle ererse, artık Azîz ve Celîl olan Allah’ın kapısından onu hiç bir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez. Askeri mağlup edilemez. Hakk’ı haykıran sesi susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez. İhlâs adımları yürümekle yorulmaz. Hiç bir iş ona güç gelmez. Hiç bir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz. Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır. O Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.
Rabb’inin huzuruna vardığı an, O da ona lutfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür.
Hakk Teâlâ’nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük insan halk arasına yine katılır. Sebebi; onlara hidayet yolunu göstermesi ve mülk sahibi kılmasıdır. Çünkü o kul, sonsuz mânevî bir mülke sahiptir. Ulaşmış olduğu mertebelerin bereketiyle diğer insanlara feyz saçar, rehberlik ve hidayet öncülüğü eder.
O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir. Artık işi halkla uğraşmaktır. Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirden ayırt eder. Onları Azîz ve Celîl olan Allah’ın katına götürmek için bir elçi bir kılavuz olur.
Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir. Bütün halk onun kalbinin ayakları altında durur ve onun gölgesinde gölgelenir. Bu hâlleri işitip heyecana kapılma.”(Fethu’r-Rabbânî, 60. Meclis)

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“... Aynel-yakin ve Hakkal-yakin babında ne diyebilirim ki? Onu söylesem bile, kim anlar ve kim idrak eder? Zira bu türlü marifetler, velâyet kapsamı dışındadır. Zira velâyet erbâbı, bunları idrakten aciz durumdadırlar; tıpkı zâhir ulemâsı gibi... Onu kavramaktan yana kusurludurlar.
Bu ilimler, nübüvvet nurlarının kandilinden alınmıştır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet, İkinci binin yenilenmesi ile buna tazelik ve canlılık hâsıl olmuştur; bütün güzelliği ile, zuhura gelmiştir.
Bu ilimlerin ve marifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir. Bilhassa, zâta, sıfata ve ef’ale dair ilim ve marifetinde...
O ilim ve marifet; haller, vecidler, tecelliyat ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür.
Hidayet eden Sübhan Allah’tır.
Bilesin ki,
Her yüz sene başında bir müceddid gelip geçti. Ne var ki, yüz senelerin başında gelen müceddid ile, bin senenin başında gelen müceddid bir değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da fazla...
Müceddid o zâttır ki: O müddet içinde ümmete her ne gibi feyz varidatı gelirse onun vasıtası ile gelir. İsterse o vaktin kutupları, evtadı, ebdali ve nücebası bulunsun.
Bir şiir:
“Allah’a ne zorluğu olur;
Âlemi bir şahsa doldurur.”
Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa’yı bırakmayanlara. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar... Keza, enbiya ve resullerden, mukarreb meleklerden ve salih kullardan kardeşlerinin hemen hepsine.”(317. Mektup)
“Nice uzun asırlar ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.”(260. Mektup)
“Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşat nurları bütün âleme yayılır.”(260. Mektup)
“Onun hidayetinin ve irşadının nûru, güneş ışıkları gibi, o istese de istemese de herkese gelmektedir.”(260. Mektup)
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.”(261. Mektup)

Azîz Mahmud Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Enbiyâ hod (gayet) sâlih ve pak tâhirlerdir. Ya neden, ‘Zümre-i sülehâdan eyle!’ diye duâ ettiğine sebeb nedir?
Yani nübüvvet, vilâyet mertebesinin kemâline eriştir ki, kemâl-i salâh istislâm ve inkıyaddan (kurtuluşun kemâli teslimiyetten ve boyun eğmekten) ibâret oldu. Mertebe-i nübüvvet (peygamberlik mertebesi), ne ki merâtib (mertebeler) üzeredir.
Allah Sübhânehû ve Teâlâ:
‘İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık.’diye buyurur. (Bakara: 253)
Ve evliyânın dahi hâli budur. Onun dahi kemâli var. Nitekîm tekmîl-i nübüvvet (peygamberlik kemâlâtı) Habîbullah -sallallahu aleyhi ve sellem-de Hatm olduğu gibi, ehl-i ihtisastan (tahsis edilmeye ehil) olan tekmîl-i merâtib edenlerdir. (mertebeleri sona erdirenlerdir.)”(Nasâyıh ve Mevâiz, s. 150-151, trc: S. Arpaguş)

Saîdüddin-i Fergânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Nübüvvet, dışta nebilerin noktasından oluşan bir alan meydana getirerek, bu Muhammedî nokta ile kemâle erdiği gibi; velâyet de velilerin noktasından oluşan bir alan meydana getirip, velâyetin Hâtem noktası ile kemâl bulur.
Hâtemü’l-evliyâ, gerçekte Hâtemü’l-enbiyâ’dan başkası değildir.”
“Nebi ile veli arasındaki fark, işte bu mevzu ile ortaya çıkar. Veli ancak nebîye tâbidir. ‘Veli nebiden üstündür.’ sözü mutlak anlamda değil, kayıtlı mânâda sahihtir.”(el-Mukaddimâtü’l-Fergânî, s. 13-14)

Dâvud-ı Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Nasıl ki nübüvvet, hariçte peygamberlerden müteşekkil bir dâire meydana getiriyor ve bu dâire Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ile tamamlanıyorsa, velâyet de hâriçte velilerden meydana gelen bir daire teşekkül eder ve bu daire, Son veli ile tamamlanır.”(Mukaddimetü Şerhü’l-Fusûs)

Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları da on ikidir. Müfred (makâmında tek) olanlar çoktur, zaman boyunca devam ederler. İki Hatm de onlardandır.
Kutuplar içinde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kalbi üzre olan yoktur. Hatm de bunlar içindedir, yani Hâtemü’l-evliyâ-i has da bunlara dahildir.”(Faslu’l-Hitab Tercümesi; s. 584, trc: A. Hüsrevoğlu)

Abdülkerim el-Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Hitam makamı kurbet makamının nihayeti için bir isimdir. Kurbet makamının ise nihayeti yoktur. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın nihayeti yoktur. Lâkin Hitam ismi, Kurbet makamlarının tümüne bir özettir.
Sözlerin özü;
Bir kimsenin ahâsılı (eriştiği gaye) Kurbet makamı olursa, o evliyânın hatmi olur; Hitam makamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vekilidir.”(el-İnsanü’l-Kâmil fî Ma’rifeti’l-Evâhir ve’l-Evâil; c. 2, s. 478-479, çeviren: R. Göknar)

Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Mâşûk makamı Resulullah Hazretleri’nin Ruh-ı şerif’lerinin makamıdır. Çünkü yaratılmış olan onsekiz bin âlem, Ruh-ı Muhammedi’nin nuru aşkına var edilmiştir. Hatta Hakk Teâlâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî’de:
“Yâ Muhammed sen olmasaydın bu cihanı aslâ yaratmazdım.”buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki: Bütün kâinat, Ruh-ı Muhammedî’nin aşkına yaratılmıştır. Bu on sekiz bin âlem ve Ruh-ı Muhammedî, Hakk Teâlâ’nın mukaddes (ve münezzeh) zâtına mâşuk düşmüştür. Ruhlar topluluğundan enbiyâ ve evliyânın ruhu da Ruh-ı Muhammedî’nin nurundan var olmuştur. O ruhu görmeleri (onlarca) arz olunduğunda Hakk Teâlâ Mirac gecesi müyesser kıldı ve arzuları yerine geldi.
Yine Ruh-ı Muhammedi’nin “Mâşuk makamı” olduğuna bir başka delil de Resulullah Hazretlerine varid olan (gelen) şu Hadis-i kudsî’dir:
“Yâ Muhammed! Ben, eşyayı senin için, seni de benim için yarattım.”
Bundan da anlaşılıyor ki: Mâşuk makamı Ruh-ı Muhammedî makamından başka bir şey değildir.
Yine, Velâyet derecesinde Mâşuk makamı olan bu makama “Âlem kutbu”ndan başkası ayak basamaz. Mümkün dahi değildir.
İşte, mâşuk makamı bu makamdır.”(Makâmât-ı Evliyâ, 10. Bab.)

Ali Havâss -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu ümmette iki hâtem vardır ki, bunlar kâffe-i rütbe ve makâm-ı cami’dirler (bütün rütbe ve makamları üzerlerinde bulundurmaktadırlar) ve her bir makâmata (makamlara) vâristirler. Bunlar ehâdiyet cemiyeti (çoklukta birlik) ile ve gerekse vâhidiyette (vahdette) müstağrak kalmışlardır (gark olmuşlardır). Bunların imdat ve istimdatları (yardımları) ehâdi (tek) olsun, vâhidî (bir) olsun, avâlim-i mutlaka ve mukayyedeyi (mutlak ve kayıtlı âlemleri) ihata eder. Hatta ne kadar veli gelmiş ve gelecek ise bunların hepsi feyizlerini ve medetlerini bu iki zâttan almaktadırlar.
Bunlardan biri Hâtemü’l-enbiyâ, diğeri de Hâtemü’l-evliyâ’dır.”(Kitâbü’l-Cevâhir ved-Dürer’den naklen)

Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Veliliğin tam zuhuru da Velilerin sonuncusu ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak. Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz. Onun Peygamberlerin sonuncusuyla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah’ın halifesi odur.”(Gülşen-i Râz)

Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Zâtiyyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran Hâtem’ül-evliyâ’nın rûhu, bunu kendi nefsinden akletmedi; rûhundan bütün rûhlara yaptığı bu istimdâdı, cesedinin unsurlarla olan terkibi zamanından bilmedi. O bunu, hakikat ve rütbesi yönünden bildi.”
“Bu Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-Rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in mertebe güzelliklerinden bir güzelliktir.”(Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bâlî)

Abdullah-ı Bosnavî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki::
“Bu ilim asâleten Hâtemü’r-Rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in ve onun vârisi olan Hâtemü’l-evliya’nın mişkâtından (kandilinden) verilmedikçe hâsıl olmaz.”(Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bosnevî; sh: 447)

Erzurumlu İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu kâmilin bütün hareketleri sevap ve ibadettir. Onun temiz nefesleri kudret ve inayettir. Tatlı sözleri sırf ilim ve hikmettir, pür lezzet ve halâvettir. Mübarek yüzünü görmek huzur ve nüzhettir. Bu azizi görenlerin kalbine Allah-u Teâlâ’nın zikri ve fikri gelir, huşû ve hudû ile Cenâb-ı Hakk’a yönelir. Nasıl yönelmesin ki, bu Allah’ın velisinin mübarek yüzünü görmektedir.”
“Halkın Cenâb-ı Hakk’a yönelişi onu çok sevindirir. Halkın gafleti ve yüz çevirmeleri ise onu fazlasıyla üzer ve öfkelendirir. Allah’ı isteyenleri ve sevenleri, evlâdından daha çok sever. Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.”(Marifetname)

İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasib edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”
“Hâtem’ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir.”(Kenz-i Mahfî)
“Hatm’ül-evliyâ’ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın. Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref’ eder. (Düşmanlıkları kaldırır). Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor. Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler). Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır). Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale’l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir. Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir. Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî’i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir). Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir). Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir. Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz. Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez.”(Kitâb’ün-Netice)

İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“O’nunla konuşan dedi ki: Aşkı öğrendim. Peki aşk şarabı nedir? Aşk kâsesi ne demektir? Kim içer? Tadı nedir? Ne şekilde içilir?..
Buyurdu ki: Şarap, mahbûb’a yüklenen göz kamaştırıcı Nûr’dur. Kâse, kalpler O’na dâir kuvvet buluncaya kadar, buna vâsıl olabilme lütfudur. İçen, en büyük tahsisle velâyete erdirilen kimse ve O’nun kullarından olan birtakım sâlihlerdir. O Allah’ın takdiri ile âlim ve O’nun sevgililerinin en sâlihidir. Onun keşfi de işte bunu taşıyacak olan kimseye aittir.”(Kitâbu Letâifu’l-Minen; Cârullah, no: 1620, 28b yaprağı.)

Saînüddin Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Hâtemü’l-evliyâ, O’nun sırlarını asıldan alan, onun (Muhammed Aleyhisselâm’ın) risâlet ve nübüvvet mertebesine bizâtihî vâris olan velîdir. O’nun kuşattığı mertebeleri müşâhade eder. Târif ettiğim gibi, bunların her ikisi de has ve husûsîdir. Her ikisinin Hâtemü’l-evliyâ’lığı da başka türlü değil, ancak gizli sırlarla ve mânevî hakikatlerle, has ve husûsi bir şekilde zuhur etmiştir.”
“O (Hâtemü’l-evliyâ) Hâtemü’r-rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- in güzelliklerinden bir güzelliktir.
‘Rabb’imiz! Bize dünyâda da güzellik ver, âhirette de güzellik ver!’(Bakara: 201)
Buyruğundaki geriye bırakılma buna hamledilir. Dünyâ hasenesi Hâtemü’n-nübüvve olduğu gibi, âhiret iyiliği ile murâd edilen de Hâtemü’l-velâye’dir.”(Şerhü’l-Fusûs li-Saînüddin et-Türkî; Hacı Mahmud Ef., no: 2226. 88b-89a yaprağı.)

Şeyh Afîfüddin Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu ilim Hâtemü’r-Rüsul ve Hâtemü’l-evliyâ’dan başkasının değildir. Hâtemü’r-rüsul gibi, aynı şekilde onun da Hâtemü’l-evliyâ olduğu nasıl söylenebilir? Hiç şüphe yok ki ondan sonra gelen ümmetinden bir kimse için, onun Hâtemü’l-evliyâ’lık mertemesi hâsıl olur. Dolayısıyla Hâtemü’l-evliyâ da böyledir, mertebesi (onunla) bir olunca, artık o da sayılı noksansız şahıslardan birisidir.”(Şerh-i Fusûs; Şehid Ali Paşa, no: 1248, 24. yaprak)

Müeyyededdin-i Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
“Bunları anlamak ve kavramak, işiten ve dinleyenlerin işitme ve anlama gücünün pek ötesindedir. Bir kimse, bunları ayrıntılı olarak öğrenmek ve görmek istiyorsa, Hâtemü’l-evliyâ’nın ve onun vârislerinin yoluna sâlik olsun, elini bu büyüklere teslim etsin.”(Nefhatü’r-Ruh ve Tuhfetü’l-Fütûh, s. 143)

Alâüddevle Semmânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ümmî olan Hâtemü’l-enbiyâ hem resuldür, hem nebîdir, hem O’nun gönderdiğidir, hem de; ‘Eğer Musâ sağ olsaydı, bana uymaktan başka bir yol bulamazdı.’(Ebû Dâvud)
Hadis-i şerif’ine göre, ulü’l-azm’in seyyididir..
Nitekim Allah, nübüvvet kapısını onunla kapatarak şöyle buyurmuştur:
‘Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o ancak Allah’ın Resul’ü ve peygamberlerin sonun-cusudur.’”(Ahzâb: 40)
“İşte bu da, meşîhat mertebesiyle elde edilemeyen, Hatmü’n-nübüvve’den ve vahyin kesilmesinden sonra, ümmî Peygamber’in hilâfetiyle irşad makâmında bulunan kutbun mertebesidir... İrşad kutbu ise her zamanda bulunmaz. O ancak bir kişidir. O’nun kalbi Mustafâ’nın kalbi üzerinde bulunur, o kâmil verâsetin sâhibidir.”
“İlâhî hâkimiyet ve velâyet tek bir şahısta toplandığı vakit, ilâhî adâlet zâhirde de, bâtında da yaygınlaşır; halkın ahvâli sûrette ve mânâda ıslâh olur. İnsanların geçim ve âhiret işi en kâmil ve en üstün şekilde intizâma kavuşur. Allah’ın, vaadettiği Mehdî’yi açığa çıkarması da artık yaklaşmış olur.”(Kitâbu’l-Urve li-Alâüddevle Semnânî; Es’ad Efendi, no.: 1583. 84b-88a yaprağı.)

Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Peygamberlerin ve velîlerin bu iki Hâtem’ine tahsis edilenin, ikisinden başkasına akıtılması sözkonusu olamaz. Bilâkis onun hâlinin ve elde edilişinin zorluğu apaçıktır.
Çünkü kanal ikidir:
Nebîlerin ve risâletin kanalı, onlarla ilgili olan her şeyin elde ettirildiği ve emânet edildiği Efdâlü’l-Kâinat Muhammed Mustafâ Aleyhisselâtü vesselâm’dır. Velâyet kanalı ise Hâtemü’l-evliyâ olan bir imamdır. O Hâtemü’r-rüsul’ün bir parçası, tâbisi ve aynı zamanda onun bâtın şeriatı husûsundaki vârisidir. Onunla ilgili olarak; ‘Kitap ile gönderilen peygamberler dahî o (ilmi) Hâtemü’l-evliyâ mişkâtından görürler.’ denilmiştir. Yâni velâyet sıfatı ile muttasıf olmayan, şuhûd ilmi kendisi için mümkün olmayıp, Ehâdiyyet makâmı’nda duramayan biri; en düşüğünden en yükseğine varıncaya kadar, onu ancak en yüce ufuktan görebilir.”
“Hâtemü’l-evliyâ’nın makâmının onların makâmına nisbeti, Hâtemü’r-Rüsul’ün makâmının diğer peygamberlere nisbeti gibidir. Zirâ Hâtemü’l-evliyâ, Peygamber Aleyhisselâm’ın velâyetini müşâhadeyi asıldan alan vâris velîdir. Çünkü o -Aleyhisselâm- ilâhî hazerâtın aynasıdır. Bunun içindir ki Hâtemü’l-evliyâ da, Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın en efdâlinin hasenâtından bir hasene olur. Dilediği herhangi bir kimseye şefaat kapısını açma yetkisi ona verilmiştir ve ilâhî isimler husûsunda da onunla öne geçmiştir.”(Kâşifü’l-Esrâr, Hacı Mahmud ef.: no. 225, 24b-27b yaprağı.)

Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtemü’l-Evliyâ ile birleşinceye dek, onu (şer’i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah, nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemü’r-rüsul’ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da Hâtemü’l-Evliyâ ile onun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır.”(en-Nâberât fî Beyânu Hatmü’l-Velâyeti’l-Muhammediyye; Düğümlü Baba, no: 283’de mahfuz. 26b yaprağı)

Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“El-Hâtem, kendisi ile peygamberliğin sona erdiği kişidir. O da peygamberimiz Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-dir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Bir de tasavvufta ‘Hâtemü’l-velâye’ vardır ki, âhir zamanda gelecek ve onunla velâyet son bulacaktır. Bu zâtla dünyanın ıslâhı mümkün olacaktır.”(Câmiu’l-Usûl. s. 333, trc: R. Serin)

Tarikât-ı Nakşibendiye meşayihından olan Şeyh Şerafeddin Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri 1876 milâdi yılında Dağıstan’da dünyaya gelmiş olup, Rus mezâlimi sebebiyle kalabalık bir toplulukla Türkiye’ye göç ederek Yalova’nın Güney köyüne yerleşmiş, 1936 yılında vefat ederek aynı yerde toprağa verilmiştir.
Pamukova’da mukim bulunan ve Hacı Fatma nine olarak bilinen çok yaşlı bir hanımın anlattığına göre Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretleri 1927’li yıllarda bir mübarek gecede yakınlarıyla toplanmışlar.“Bu gece çok ulu bir zât dünyaya teşrif etti. Biz onu göremeyiz amma kızım Fâtıma görecek.”buyurmuş ve o sabah bir kaç tane kurban kesmiş, bütün ulu ağaçların sevinç gözyaşı dökerek secdeye kapandıklarını haber vermiş.
Ve nihayet elli beş sene sonra 1982 Haziran’ında Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretleri Hacı Fatma Nine’ye bir gece mânen:
“Kızım sana bahsettiğim zât üç gün sonra ziyaretine gelecek.”buyurmuş. Nitekim üç gün sonra bu görüşme gerçekleşmiştir.

Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri vefatından yaklaşık yirmi sene sonra mânevî terbiyesine alıp, bizzat ilgileneceği Zât’ı vâsıta edinerek, Allah-u Teâlâ’ya sığınmış ve şöyle bir temennide bulunmuştu:
“İhtimal ki kusurlarımı eslâfımdan (geçmiş büyüklerimden) veyahut ahlâfımdan (gelecek neslimizden) bir Zât-ı kirâm’a bağışlar.”(“Mektûbat”; 73. Mektup)

Halil Fevzi -kuddise sırruh- bir gece de âlem-i mânâda ileriye âit hadiseleri haber vermişlerdi ve:
“Oğlum Levh-i mahfuz’da gördüm, bir gün olacak bu millete şöyle şöyle olacaksın.”buyurmuşlardı.

Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri buyururlar ki
“Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.
Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilâfet-i Muhammediyye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”(Emirdağ Lâhikası, s: 259)
 
Yukarda tartışılan konu ve bahsedilen Eserdeki rivayet hadis mi,yoksa Ka'b'ın sözümüdür?

Rivayetin geçtiği Eser
العرف الوردي في أخبار المهدي
El-Arful Verdî Fi Ahbaril Mehdî (İmam Suyutî)



Orjinal Arapça Nüsha:

وأخرج ( ك ) أيضا عن كعب قال : علامة خروج المهدي ألوية تقبل من المغرب ، عليها رجل أعرج من كندة

Ka'b dediki
: Mehdinin çıkış Alameti .........

Rivayeti İmam Suyutî Ka'b(ra)'ın sözü diye nakletmiştir.


 
Geri
Üst