Ateistin İddialarına Cevaplar

Siyah Sancak

Yeni Üye
Üye
selamun aleyküm hocalar üstadlar yeni kayıt oldum sitenize ve beğendim size soru sormak istiyorum nereye açacağımı bilmeden buraya yazdım. umarım kusura bakmazsınız.hocalarım üstadlarım şimdi bir atesit arkadaş var ve bana soru soruyor biraz da kazık biz buna öyle bir cevap vermeliyiz ki ya susmalı yada müslüman olmalı

Sorular (atesit)
sana Kur'ânla ilgili birkaç bişey gönderiyorum.
Bak bunları alıntıyorum.

-Peygamberin kiminle evlenip kimi boşayacağı gibi gereksiz konulardan bahsetmesi.
-kuranın bir yerinde "ak" denilen bir konuya daha sonra "kara" denmesi.
-konularda çok sayıda gereksiz tekrar olması.
-evlat edinmenin yasaklanması (niye?)
-nahl 101 (biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki allah neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar peygamber'e, "sen ancak uyduruyorsun" derler. hayır, onların çoğu bilmezler.)
-tebbet suresinde ebu leheb'e lanet edilmesi.
-kitabın edebi bir değerinin olmaması. konudan konuya atlaması. başının sonunun belli olmaması. bu kitap bir yayıncıya basılması için gönderilmiş olsa edebi yetersizlikten dolayı hemen reddedilirdi.
-ilk ayetin "oku" olmasına rağmen muhammed bin abdullahın okuma öğrenmemesi veya okuma bilmediğinin iddia edilmesi.
-kadınların ikinci sınıf insan olması.
-ibrahim peygamberin çocuklarının sayısının ve isimlerinin bir türlü doğru düzgün verilememesi.
-ibrahim peygamberin çocuğunu kurban etmeye çalışmasının takdir edilmesi.
-inanmayanların öldürülmesinin teşvik edilmesi.
-çok fazla sayıda ve olmayacak şeyler üzerine yemin edilmesi.
-her şey için bir, bilemedin iki şahit yeterli olurken, zina için penisin vajinaya girdiğini, aradan ip geçmediğini gören 4 şahit gerekmesi. bu şahadetin olabilmesi pratikte mümkün mü?
-tanrının varlığı için hiç bir müsbet delil gösterilmemesi. bu yüzden kafası iyi çalışan, gerçeklere her zaman şüpheyle bakan, bilimsel akla sahip olan insanlar tanrının varlığını görememesi. sanki tanrı "müsbet bir delil göstermeyeyim, herşeyi müphem bırakayım, bunlar (kafası çalışan şüpheciler -skeptikler) inanmasın, ben de onları cehenneme atayım. her lafa inanan tipler de cennete gidiversin." diye düşünüyor.
-dinin önce bir kasabaya gönderilmiş olması, daha sonra işler büyüyünce evrensel olduğunun iddia edilmesi.
-kitaptaki ifadelerin farklı yorumlanmaya çok müsait olması.
-geldiği zamana göre devrimsel değişiklik getirecek ahlaki ve sosyolojik değişiklikler içermemesi. (demokrasi, insan hakları, köleliğin kaldırılması vb...)
-cennetteki ödüllerin çok kısıtlı olması (yiyecek-içecek, seks. başka?)
-insanların yaptıkları sonlu sayıda hata yüzünden cehennemde sonsuz işkenceye maruz kalması.
-islam dışı kişilerden erkek olanlarının öldürülmesinin, mallarının gasp edilmesinin, karısına tecavüz edilmesinin, karısının ve çocuklarının köle yapılmasının normal karşılanması.

ayetler vol 1 (Ahzab 50)

Ey Nebî (Peygamber)! Muhakkak ki Biz, ecirlerini (mehirlerini) verdiğin zevcelerini ve elinin (altında) malik olduğun, Allah'ın ganimet olarak sana verdiği (cariyelerini) helâl kıldık. Ve seninle beraber hicret eden amcanın kızları, halanın kızları, dayının kızları, teyzenin kızları ve nefsini Nebî (Peygamber) için hibe eden ve Nebî'nin (Peygamber'in) de onu almak istediği mü'min kadınları, (diğer) mü'minler hariç, sana özel olarak (helâl kıldık). Onlara (diğer mü'minlere) zevceleri ve ellerinin (altında) malik oldukları (cariyeleri) konusunda neyi farz kıldık, Biz biliriz. (Bu), senin üzerine bir zorluk olmaması içindir. Ve Allah, Gafûr'dur (mağfiret eden), Rahîm'dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).


Muhammed bunları yazarken karımla yalnız kalamayacağım diye misafir istememiş bunu yazmış (ahzab 53)

Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler), size izin verilmedikçe Nebî'nin evlerine girmeyin! (Girmişseniz oyalanıp) yemeğin pişmesini beklemeyin. Fakat davet edildiğiniz zaman girin. Yemeğinizi yeyince hemen dağılın ve sohbet etmek istemeyin, söze dalmayın (izinsiz konuşmayın). İşte bu durum gerçekten Nebî'ye eziyet oluyordu. Fakat sizden hayâ ediyordu (utanıyordu). Allah, haktan hayâ duymaz (gerçeği açıklamaktan çekinmez). Onlardan (Peygamber Hanımları'ndan) bir şey sorduğunuz zaman perde arkasından sorun. Bu, sizin ve onların kalpleri için daha temizdir. Allah'ın Resûl'üne eziyet etmeniz ve bundan sonra O'nun zevcelerini nikâh etmeniz ebediyyen (helâl) olmaz. Muhakkak ki bu, Allah'ın katında çok büyük (günahtır).


Birde bişey sorabilir miyim hurma ağacı senin halan desem bana ne dersin?


evet hocam böyle mesaj atmış ve cevaplarsan müslüman olacağım diyor bende sizin cevabınızı bekliyorum.bu arkadaşımıza hem fikhi hemde kuranın elmas kılıncıyla öyle bir cevap vermeliyiz ki tam oturmalı cevaplarınız bekliyorum saygıdeğer üstadlarım hocalarım :)
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

ma'vera

Emektar
Özel Üye
Değerli kardeşim,bu konular bir kaç cümle ile izah edilecek mes'eleler değil.Fakat ona saçma gelen ve burada cevabını almak istediğiniz her sorunun mantıklı bir açıklaması var.Ve bazı şeylerin içyüzü de onun bahsettiği şekilde değil.Önceden açılmış konuların linklerinden, tek tek her soruya cevap olarak bir ya da daha fazla link eklenebilir.Şu an evden çıkmak üzereyim,arkadaşlar cuma namazından sonra müsait olurlarsa ilgilenebilirler.O da olmazsa ilk fırsatta yardımcı olmaya çalışacağım inşâAllah....
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
evet hocam böyle mesaj atmış ve cevaplarsan müslüman olacağım diyor bende sizin cevabınızı bekliyorum.bu arkadaşımıza hem fikhi hemde kuranın elmas kılıncıyla öyle bir cevap vermeliyiz ki tam oturmalı cevaplarınız bekliyorum saygıdeğer üstadlarım hocalarım :)


Allah onu hidayet etsin.Sorulardan önce kendisini bilgin ve yumuşak bir Alime götürseniz çok iyi olur.Birebir konuşsaydı.

Bu soruların her birinin cevabı için cild cild kitaplar yazılmıştır.Çok teferruatlı ve geniş konular.

En baştaki amacın ona Tevhid'i(Allahın varlığını,birliğini,kudretini) anlatmak doğrultusunda olsun.

Evvelce sana 2 video paylaşacağım.2'sini de iyice izlesin.




Şunuda muhakkak izleyin.Aşağıdaki kardeşimiz nasıl Müslüman olduğunu anlatıyor:


 
Son düzenleme:

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
vealeykümselam ben şuan mobildeyim konuda peygamberimiz ve kuranı kerim e hakaret varsa konuyu ihbar edilen konulara taşıyın.
 

ma'vera

Emektar
Özel Üye
Soru-1
-peygamberin kiminle evlenip kimi boşayacağı gibi(
Sözde ) gereksiz konulardan bahsetmesi.


Peygamberimizin çok evlilik yapmasının hikmetleri ve önemi:
Mevzuyu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, güzel ahlakın zirvesinde olan Efendimiz (ASM), yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da göz önüne alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, Efendimizin (ASM) küçük bir hatası bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün düşmanları, O’na hiç olmayacak şeyleri dayandırdıkları hâlde, bu yönde bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.

Peygamberimiz (sav) ilk evliliklerini, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu evlilik, Allah ve Resûlü (asv) katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi, arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.

İşte, diğer bütün evlilikleri de böyle evliliğe alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan evlilikde, insani bir arzu ve şehevîlik görmek, ne insafın, ne de akıl ve kalbin kabulleneceği bir şeydir.

Burada akla gelen diğer bir mesele de, Efendimizin (ASM) peygamberliğinin çok evlenmeyi gerektirdiği yönüdür:

A) Evvelâ, bilinmelidir ki, bu meseleyi, bu şekilde medar-ı bahs edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur. Zira onlar, bütün prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâha müsade ederler. Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan farklı din mensuplarıdır. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve araştırılıpdüşünülmeden yapılmış, hatta kendi namlarına üzülecek bir durumdadır. Çünkü, ellerindeki kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin kendi peygamberleri olarak kabul ettikleri, nice büyük peygamber vardır ki; bunlar birçok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir.

Meselâ; Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleye itiraz etme hususunda insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Dolayısıyla, çok kadınla evlenmeyi, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok evlilik, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra görüleceği gibi birden fazla evliliğin peygamberlik vazifesi açısından da, düşünülenlerin de ötesinde pek çok faydaları vardır.

Evet, çok kadınla evlenme, özellikle yeni dini hükümler ve şeriatlarla gelen peygamberler için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, bu yönleri ancak bir insanın nikâhlısı tam olarak öğrenebilir. Dolayısıyla, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir kapalı anlatım veya dolayısıyla ifade etme mecburiyetinde olunmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı ve hayata tatbik noktalarını zorlaştırır- her şeyi alabildiğine açıklık içinde anlatacak, mürşidelere yani hanım öğreticilere ihtiyaç vardır.

İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pak peygamber hanımları, kadınlık âlemine karşı yol göstericilik ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta olmazsa olmaz durumdadırlar.

B) Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz (asv)’in eşleriyle alâkalı oluyor ki, o da:

1) Eşler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli dini hükümler bina ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâk eşler sayesinde uygulama imkânı buluyordu.

2) Eşlerin her birerleri, çeşitli kabilelerden olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da Efendimizin (ASM) muazzez şahsiyetiyle akrabalık bağının kurulduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir akrabalık bağıyla O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.

3) Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve ebedi aleme göçmesinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, Efendimizin (ASM) gizli ve aşikâr bütün sünnetleri ve dini hükümler noktasında tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.

4) Bu evlilikler vasıtasıyla, Peygamber Efendimiz (ASM), âdeta bütün Arap Yarımadası ile yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu yakınlık vasıtasıyla O’na yaklaşabiliyor ve dinîn emirlerini öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O’na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu.

Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (r.anha) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı...

C) Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de, hususî mânâda ve teker teker her eşinin hususi faziletleri noktasında, meseleyi ele alalım:

Evet, burada dahi göreceğiz ki; insan mantığı, vahiy ile desteklenen o Zât’ın (ASM) mübarek hayatı karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; diğer bir tabirle insan düşüncesi vahyin gölgesi altında bulunan bu büyük dahi önünde iki büklüm oluyor.

1)İlk zevceleri Hz. Hatîce (r.anha) validemizdir. Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle Hz. Hatice validemizin aziz hatıralarına bağlı kaldığı gibi, vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.

Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların külfetlerine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Farzımuhal, öncesinde ve sonrasında kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..

2) Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka’dır (r.aanha). En yakın arkadaşının kızı; acı tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, nebînin en müstesna ikramıdır. Bütün yakınlıkların, akrabalıkların sona erdiği günde, sona ermeyen yakınlığıyla O’nun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde Efendimiz’e (ASM) yakın olma şerefine mazhar olmuşlardı.

Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir müstesna insan, nübüvvet davasına tam vâris olabilecek yaradılışta idi. Evlilikden sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kendini ispatlamıştır ki; o eşsiz varlık, ancak peygamber eşi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, Efendimizin (ASM) görünen görünmeyen bütün tüm hallerini emsâlsiz kavrayışıyla, hakkıyla temsil ediyor ve yansıtıyordu.

Bunun içindir ki; Efendimiz (asv)’e rüyasında, onunla evlelik yapacağı işâret ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden Peygamber hânesine ayak basıyordu...

Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için şeref kaynağı olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini geliştirerek, Efendimiz (asv)’in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük muallim ve tebliğci olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak Efendimizin (ASM) saadet hânesine girmiş bulunuyordu.

3) Yine evlenme sırasına göre olmamakla beraber üçüncü eşleri, Ümmü Seleme’dir (r.anha). Mahzum Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de büyük zorluklar görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.

Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, benzeri olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti. Zira onun gözünde Ebû Seleme’nin yerini dolduracak insan yoktu.

Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan geri olmayan bu benzersiz kadın, Arab’ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı. Ve, işte Kâinatın Efendisi (asv), onu nikâhı altına alırken bu yardım elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.

Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi zeki, kapasiteli ve kabiliyetli bir kadındı. Bir muallim ve tebliğci olma kabiliyetlerini taşımaktaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin kıyamete kadar şükran duyacağı bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.

Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz (asv)’in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!...

4) Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebî Süfyan’dır (Ümmü Habîbe) (r.anha). Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı... Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce Hristiyanlığı kabul etmesini, sonra da vefâtını görmüş çok sıkıntılar çekmiş bir kadın...

O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, geçim sıkıntısına ortak olacak durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya din değiştirip, Hristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz (asv)’in müdahalesi ve yardımı...

İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının dinden çıkması ve vefâtı kendisini binbir sıkıntılara uğrattığı günlerde; Necâşi’nin huzurunda, Peygamberimizle (asv) nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak “Rahmeten li’l-Âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun gerçekleşmesi sayarak alkışlamak lâzımdır.

Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.

Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de, Peygamberimizin (ASM) hanesine teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu. Hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler’de tesirini gösterecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve dışa kapalı olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.

5) Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş’dır (r.anha). Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb, Sultân-ı Enbiyâ (asv)’ın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sav), Zeyd (ra) için O’nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz (asv)’e verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd b. Hârise (ra)’e vermeye râzı olmuşlardı.

Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi (asv) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki eşitliği tesis, kuvvetlendirerek dengeyi sağlamak istiyor ve bu zor işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre uyarak gerçekleştirdiği bu evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.

Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz (asv) Zeyd’i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as) geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb’in Peygamber Efendimiz (asv) ile izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz (asv)’in mâruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz (asv), derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği gibi, farzımuhal, Peygamberimiz (asv)’in, Kur’an’dan bir şeyi saklaması câiz olsaydı Zeyneb’le evliliğini emreden âyetleri gizlerdi. Evet, bu Efendimiz’ e (ASM) o kadar ağır gelmişti...

İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber (asv) hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.

Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz (asv) ile başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz. (1)

6) Saadet hânesine girmekle şereflenenlerden biri de, Cüveyriye bintü’l-Hâris’dir (r.anha). Gayri müslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esir edilmişlerdi. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, Pergamberimiz (asv)'in huzuruna getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.

İşte o zaman Efendimiz (ASM), yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti. Peygamber Efendimiz (asv) Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh kıyınca, Cüveyriye, mü’minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir hürmet âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resûlullah, “Peygamber’in akrabaları esir edilmez.” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretin’in gönlü fethediliverdi.

Görülüyor ki, Peygamberimiz (asv) altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, barış ve sükûn meltemleri estiriyordu.

7) Talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bintü Huyey’dir (r.anha). Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak’ası’nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü’minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz (asv)’e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem Ashab’ın (ra) “Anam anam” diyerek hürmet göstermeleri ve hem de Efendimiz (asv)’in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz (asv)’e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.

Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi’nin, Efendimiz (asv)’i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (cc) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.

Bundan başka, düşmanların iç âleminden haberdar olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de uygun olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.

8) Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde (r.anha) Validemizdir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve Ümmü Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.

Efendimiz (asv), bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz (asv)’in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.

İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir yakınlık tesis etme ve zevcesi olacak kadındaki istîdat ve kabiliyet; veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve yükler altına girmiştir.

Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz (asv)’in bu kadar kadının, kalacak yer, gıda, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hukuklarına dikkat etmesi; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, meydana gelen problemleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle “En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden...” O müstesna Zât’ın peygamberliğine delâlet eder...

Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve aziz varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.

Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma durumudur. Bu, bir hususî durumdur. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri içerisinde barındıran bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.(2)

9) Bir diğer eşi Hafsa binti Ömer el- Hattab'dır. Mü'minlerin annesi, Rasûlullah (s.a.s) ın eşi, Hz. Ömer'in kızı. Hz. Hafsa, Hz. Peygamber'in risaletinden beş sene önce doğdu. Annesi büyük sahabî Osmân b. Maz'un'un kız kardeşi Zeyneb'tir.

Hz. Hafsa'nın İslâm'ı ne zaman kabul ettiği bilinmemektedir. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulünden sonra bütün aile ve yakınlarının müslüman olduğu bilgisinde yola çıkılarak onun da babası ile birlikte müslüman olduğu söylenebilir.

Mü'minlerin annesi Hz. Hafsa daha önce Huneys b. Huzafe, es-Sehmî ile evlenmişti. Huzafe Habeşistan'a hicret eden müslümanlardandır. Hz. Hafsa'nın da bu hicrete katıldığı yolunda rivâyetler bulunmaktadır. Habeşistan'dan dönen Huzafe daha sonra eşi Hz. Hafsa ile birlikte Medine'ye hicret etti.

Hz. Huneys b. Huzâfe, Uhud savaşına katılmış ve ciddi biçimde yaralanmıştı. Bu yara sonucu Medine'de şehid oldu. Hz. Hafsa beyinin yarasını bizzat kendisi tedavi etmeye çalışmıştır. Vefatına bir hayli üzüldü ve yas tuttu. Nihayet Hz. Ömer dul kalan kızını Hz. Ebû Bekr'e nikâhlamak istedi. "İstersen Ömer'in kızı Hafsa'yı sana nikâhlayayım" şeklindeki teklif, Hz. Ebû Bekr tarafından cevapsız bırakıldı. Hz. Ömer, bu kez de Hafsa'yı o günlerde eşi Rasûlullah (s.a.s)'in kızı Rukiyye vefat ettiği için yalnız olan Hz. Osman'a teklif etti.

Eşinin vefatından dolayı üzüntü içindeki Hz. Osman'a: "İstersen sana Ömer'in kızı Hafsa'yı nikâhlayayım" dedi. Hz. Peygamber'in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmeyi uman Hz. Osman, bir süre düşündükten sonra, "Şu günlerimde evlenmem doğru değil" diyerek özür diledi.

Gerçek bir müslümana yakışacak bir davranışla kızını salih bir mü'mine nikâhlamak için çaba harcayan Hz. Ömer, neticeye ulaşamayınca büyük bir üzüntü içinde Hz. Peygamber'e gitti. Söz arasında "Ya Rasûlullah, Osman'a şaşıyorum. Hafsayı nikahlamayı teklif ettim, yanaşmadı" diye dert yanınca Hz. Peygamber, "Sana Osman'dan daha hayırlı bir damad, Osman'a da senden daha hayırlı bir kaynata tavsiye edeyim mi?" dedi. Hz. Ömer, "evet ya Rasûlullah" deyince Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın, ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikahlarım" buyurdu.

Bu teklif karşısında bütün dünyalar Hz. Ömer'in olmuştu. Allah Rasûlü ile akrabalık kurmak hususunda büyük bir istek duymasına rağmen teklif etmek cesaretini gösteremiyordu.

Çünkü Hz. Hafsa, Hz. Âişe'nin deyimiyle, "tam babasının kızı idi", yani biraz sertti. Rasûlullah (s.a.s) ise bu teklifi ile Hz. Ömer'in duyduğu şiddetli arzuyu gerçekleştirerek hem aralarındaki yakınlığı pekiştirmek, hem de onun İslâm'a yaptığı hizmetleri ödüllendirmek istemişti.

Rasûlullah (s.a.s) ile Hz. Hafsa'nın düğünleri hicrî üçüncü yılın ortalarında yapıldı. Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Hafsa'ya dörtyüz direm, yani 1188 gram gümüş' mehir verdi.

Hz. Hafsa, Rasûlullah (s.a.s)'in irtihalinden sonra son derece mütevâzî ve dindarca bir hayat sürmüştür. Kendisinden, bir kısmını doğrudan Rasûlullah'tan, bir kısmını da babasından aldığı altmış hadîs rivâyet edilmiştir. Okuma yazma bilen Hz. Hafsa hicretin kırbeşinci yılında vefat etmiş ve cenaze namazını zamanın Medine valisi Mervân kıldırmıştır. Bir rivâyete göre kırk birinci hicrî yılda vefat etmiştir.

(1) bk. Ahzâb sûresi, 33/4
(2) bk. Ahzâb sûresi, 33/52


risaleforum
 

ma'vera

Emektar
Özel Üye
Soru-2:
-kuranın bir yerinde "ak" denilen bir konuya daha sonra "kara" denmesi.

Cevap:
Zannediyorum bu sözden kast edilen,Kur'ân-ı Kerîmde tedrici olarak yasaklanan hususlar...İçki ve faizin önceleri kısmi olarak yasaklanırken,daha sonraları tamamen yasaklanması gibi.Eğer doğru anlamışsam diye buraya uygun linki ekliyorum.Eğer değilse kendisi neyi kast ettiğini bildirsin...

https://www.kunfeyekun.org/kf/tedrici-olarak-yasaklanan-hususlar-faiz.31835/

https://www.kunfeyekun.org/kf/tedrici-olarak-yasaklanan-hususlar-icki.31836/


Kur'ân'ın hiçbir âyetinde tutarsızlık yoktur.Hangi ayetleri kast ediyorsa sûre ismi ve ayet numaraları ile belirtsin,cevaplayalım inşâAllah....
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia : Konularda çok sayıda gereksiz tekrar olması.

El-Cevab:

Bu tekrarların hikmetini beyân sadedinde âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا

“(Rasûlüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ve onda ikâzları tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki onlar (bu sâyede günahtan) korunurlar; yahut da o (Kur’ân) kendileri için bir ibret ortaya koyar.” (Tâhâ, 113)

وَذَكِّرْ فَأِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

Sen yine de öğüt ver (hatırlat). Çünkü öğüt (hatırlatma) mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)

Kıssalarda daha çok mânâların tekrârı mevzuubahistir. Bunun en mühim maksadı, ilâhî ve ulvî gâyelerin, rûhlara ve gönüllere alışkın oldukları bir tarzda zerkedilmesidir. Çünkü insan, kendisine takdîm edilen bir mes’elenin çeşitli şekil, üslûb ve ifâdelerle tekrârı hâlinde, verilmek isteneni daha iyi hazmeder. Bu da tekrârın, insan psikolojisine uygun ilâhî bir terbiye ve tezkiye usûlü olarak Kitâbullâh’ta yer aldığını gösterir.

Ayrıca tekrar, aynı mânâyı değişik ifâde kalıplarıyla ve çeşitli üslûblarla ortaya çıkararak, Kur’ân’ı Allâh’ın inzâl buyurduğunu ve insanların onun bir benzerini yapamayacaklarını ispatlayan ilâhî mûcizelerden biridir.

Mânâların tekrârında bâzen tafsîlât, bâzen de hulâsa söz konusudur. Böylece Kur’ân-ı Kerîm, değişik seviye ve zihniyetlere hitâb etmektedir. Çünkü bâzı insanlara hulâsa yeterken, bâzılarına ise tafsîlât îcâb eder. Zîrâ Kur’ân, avâmdan havâssa kadar insanlığın bütün kademelerine hitâb eder. Bu sûretle, her seviye, her tabaka ve her sınıf, kâbiliyet ve istîdâdı nisbetinde ondan istifâde edebilir.

(Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrarâtındaki lem'a-i i'câza bak ki; Kur'ân, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır, ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zîrâ, zikrin şe'ni, tekrar ile tenvirdir; duânın şe'ni, terdad ile takrirdir; emir ve dâvetin şe'ni, tekrar ile te'kiddir.

Hem, herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye gâliben muktedir olur. Onun için, en mühim makâsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Mûsâ gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş.

Hem, cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bâzısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ. Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyâkı ve iştihâyı tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur'ân, müessistir, bir Din-i Mübînin esâsıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakâta, mükerrer suâllerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır, te'kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakâtı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor.

Hem Kur'ân'ın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibhâm ve icmâli ise, irşâdî bir lem'a-i i'câzdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.S.)



 
Moderatörün son düzenlenenleri:

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia: kadınların ikinci sınıf insan olması

El-Cevab: Bu İslamdan önceydi.İslam gelince kadınlara ikinci sınıf muamelesini yıkmıştır.

DİRİ DİRİ Toprağa gömülen,uğursuzluk sayılan kız çocukları İslam ile aydınlığa tekrar kavuştu.

Bir baba , kızı onun yanına geldiğinde ayağa kalkar mı?

Resulullah(sav) , kızı Fatıma odaya girdiğinde kızının önünde ayağa kalkardı.Sadece bu rivayet bile kadınlara ne kadar değer verildiğini gösterir.

İSLÂM’DA KADININ YERİ VE ÖNEMİ NEDİR?
Tarih boyunca kadın,hiç bir zaman İslamın ona kazandırdığı kadar saygı ve değer görmemiştir.Fakat bunu anlamayan ve farketmeyen veya görmezden gelen bir kısım insanlar,Kadının durumunu sorgulamayı son zamanlarda adet haline getirmiştir. Bazıları islâm’ın kadına verdiği hak ve görevlere bakmadan, bazı çevrelerdeki kadın hakkındaki sözlere ve uygulamalara bakarak, sanki islâm öyle emrediyormuş gibi, ileri geri konuşmakta ve yazıp çizmektedir.

İslâm’da kadın, kocasının kölesi ve hizmeçisi değildir. Ayrıca her konuda dilediğini yapan başıboş bir varlık da değildir.

İslâm, diğer sistem ve görüşler gibi kadınlar günü adı ile sadece kadına bir gün ayırmamıştır. 365 gün kadınlar günüdür. Kadına hak verdik, ona gün ayırdık diyen ülkelerde kadın, sahip olduğu hakları sokaklarda yürüyerek elde etmiştir.

Daha önceki yüzyıllarda kadın, hiçbir hakka sahip değildir. İslâm’da kadın, ilk yıllardan itibaren şerefli bir yere oturtulmuştur. Allah : “Mü’min erkekler, mü’min kadınlar birbirlerinin dostu ve yardımcılarıdır” buyurmuştur. (Tevbe:71) Kadınla erkek islâm’da birbirini tamamlayan iki yarımdır.

Son zamandaki bazı yanlış yorumlar karşısında kadın, erkeğin önüne geçmeye yeltendi. “Eşitlik” diyerek her konuda erkekleşme temayülleri içine girdi. Kılık kıyafetini bile değiştirdi. Bu gayretler, kadını sıcak aile ortamından uzaklaştırdı, kadını daha mutsuz yaptı.

İslâm’da kadın, eksik bir varlık olarak görülmez.

Kur’an’da, “Nisa” (Kadınlar) adı ile özel bir süre vardır.

Kur’an’da mümin erkekler, mü’min kadınlar ifadesi vardır.

Şûra : 49-50: “Allah dilediğine kız dilediğine erkek çocuklar verir yahud hem erkek hem de kız verir. Dilediğine vermez.” Buyrularak kız erkek ayrımı yapılmamıştır.

İsra : 31 “Kız çocuklarını öldürmeyin, onları öldürmek büyük günahtır” (Enam 140 + Tekvir : 8-9)

Hücurat 13.de kadın ayrımı yapılmamıştır.

Ahzab 35. “Müslüman erkekler müslüman kadınlar, itaat eden kadınlar ve itaaf eden erkekler. Doğru erkekler, doğru kadınlar, sabreden erkekler, sabreden kadınlar, mütevazi erkekler, mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler, ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah bunlar için bir mağrifet ve bir mükafat hazırlamıştır” buyrulmuştur.

-Mükafatta, cezada ayrımlar yapılmamıştır.

-Cinsiyetlerine göre görev ve sorumlulukta eşitsizlik yoktur.

Peygamberimiz : Şüphesiz ki, kadınlar, erkeklerin dengi, benzeri ve tam bir eşidir” demiştir.

Nahl 97 : “Erkek ve kadın, mü’min olarak kim iyi amel işlerse, ona mutlaka güzel bir hayat yaşatırız ve mükafatlarını yaptıklarının en güzeli ile veririz...”

Mâida 38’de hırsızlık eden kadın-erkek kim olursa olsun cezada ayrım yoktur.

Nur 2’de zina eden kadın olsun, erkek olsun cezada ayrım yoktur.

Nisâ 124 : “Erkek olsun kadın olsun kim mü’min olarak iyi işler işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar” buyrulmuş, mükafatdada ayrım yapılmamıştır.

İmanın, islâm’ım şartlarında, iki cins arasında ayrım yoktur.

Peygamber, “en hayırlınız” derken, kadın erkek ayırmamıştır.

İslâm’da kadın, savaşa katılmış, öğretmenlik yapmış, gerektiğinde çalışmıştır:

İkincisi her konuda eşit olması mümkünde değildir. Bazı noktalarda kadın üstündür. “Cennet, ananın ayağı altındadır.”

Eşitlik iddiaları, kışkırtmaktır.

Kadın erkek tam eşit olmaz, görev bölümü vardır. Meselâ erkek doğurmaz, çocuk emzirmez, temizlik yapmaz, yemek pişirmez.

Kadın erkek, ayrı ayrı fizyolojik ve psikolojik özelliklere sahiptir.

Allah Rasülü : “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler” diyerek eşitlik ilân etti. Kızların öldürülmesine son verdi.

Hz. Aişe validemiz, fıkıh dersleri vermiştir.

Hz. Nesibe, Uhut’ta su kabını bırakıp, yerdeki kılıcı alarak peygamberi korumaya çalışmıştır.

Diyecekler ki, şahitlikte eşitlik yok. Bir erkek yerine iki kadın, Kadın, çok hassastır, ince duyguludur, çabuk ve çok etkilenir. Bir cinayet, bir kazadan çok etkilenir. Şahitlik durumunda adaletsizlik olabilir.

Mirasta eşit değil. Neden? Daha önce kadının miras hakkı hiçbir toplumda yoktu. Kadının kendisi miras malıydı.

Nisâ 11. âyette mirasta kadına yarı pay verilmiştir. Neden?

1-Sorumluluk erkektedir.

2-Evin geçimi erkeğe aittir. Kadına böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir.

3-Erkek eşine, çocuklarına, anababasına, kız kardeşine bakmakla mükelleftir.

4-Erkeğin mehir verme nafaka mecburiyeti vardır.

5-Erkeğin tam hisse alması, erkeğin üstünlüğünden değildir, sorumluluklarındandır.

6-Paylar eşit olsa, denge erkek aleyhine bozulacaktır. Erkek, görevlerini yerine getiremez hale gelecek aile ayakta duramayacaktır.

İslâm’da ilk inanan Hz. Hatice’dir.

İslâm’da ilk şehid kadındır. Kadın sahabiler savaşlarda bile Allah Rasulü’nün etrafında kılıç sallamış, yaralıları tedavi etmiş ve su dağıtmıştır.

İslâm’dan önce kadın, insan sayılmazdı. Hiçbir hakkı yoktu, mal gibi alınıp satılırdı. Kızı ile anası ile yaşayanlar olurdu.

Kadına islâm sahip çıkmıştır. Kadının öldürülmesini yasakladı, kendi rızasının dışında evlendirilmesini de yasakladı. İslâm’da kadın istemezse çocuğunu bile emzirmez. Hz. Ömer : “Kadınlara mehri fazla vermeyin” demişti. Bir kadın çıkıp itiraz etti “Bunu söylemeye hakkın yok” dedi. Nisâ Sûresi’nin 20-21. ayetlerini okudu. Hz. Ömer sözünü geri aldı.

Batı kadını hakkını sokaklarda yürüyerek, kocası ile kavga ederek alırken İslâm: “Cennet anaların ayağı altındadır” buyurarak kadına her hakkı vermiştir. İslâm kadına nikah şartı olarak boşanma hakkını 15 asır önce vermiştir.

Batı kadını 20.y.yılda bu hakkı elde edebilmiştir. Elde edemediği ülkelerde vardır. Yahudilerin yaptıkları dua da “Ezeli ilâhımız, Kainatın Kralı, beni kadın yaratmadığın için sana teşekkürler” denir. Yahudi kadınına ibadet hakkı bile verilmemiştir. Ancak başını örterek Havra’daki erkeklerin yaptığı ibadeti seyredebilir.

Hıristiyanlıkta düne kadar kadının insan sayılıp sayılmayacağı, ruhu olup olmadığı, incil okuyup okuyamayacağı tartışılmıştır.

Kadın gerçek kimliğini İslâm’da bulmuştur. İslâm Peygamberi : “İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır” buyurmuştur. Cihad, tebliğ ve iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak gibi sosyal faaliyetlerden kadında sorumludur.

Vedâ Hutbesi’nde kadın haklarının gözetilmesi konusunda Allah’tan korkulması, kadının korunup haklarının çiğnenmemesi konusunda islâm peygamberinin vasiyet ve uyarıları olmuştur.

alıntı
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia:ibrahimin çocuğunu kesmeye çalışmasının takdir edilmesi

El-Cevab:

Tam tersine o kıssa'nın sonunda çocuk katlinin ne kadar acı ve ızdırap gerektiren bir iş olduğu takdir edilmiştir.Ve çocuk yerine Kurbanın kesilmesi emredilmiştir.Bu da Hz.İbrahim(as)'ın takvasının büyüklüğünü göstermiştir.

Allah Hz.İbrahimi(as)'ı imtihan etmiştir.Tıpkı bizi şuan imtihan ettiği gibi.Allah kimseye zulmetmez.Çocuğu Babaya öldürtmez.

Zulmeden biziz.O haram kıldığı halde bugün baba çocuğunu veya çocuk babasını katlediyor.
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia:inanmayanların öldürülmesinin teşvik edilmesi.

El-Cevab: O halde Hz.Peygamber(sav)'e kulak verelim.

''Kim bir zimmiye(o ülkedeki başka dinden birine) zulmederse, ben onun düşmanıyım.''

Öldürülmesi teşvik edilenler Savaş hali olduğundadır.

Yoksa sokağa çık da Hristiyan öldür, Yahudi öldür....Bu haramdır,yapan katildir,İslamda günahı büyüktür.Velev ki karşıdaki hangi dinden olursa olsun.
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia:kitaptaki ifadelerin farklı yorumlanmaya çok müsait olması

El-Cevab: Kuran-ı Kerim ve Hadisler bir kelimeyle birçok şeyi anlatmaktadır.Bu yüzden Kuranı Kerim ve Sünnet her asra hitap eder.Her dönemin sorunlarını Ancak Kuran ve Sünnet çözer.
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia:dinin önce bir kasabaya gönderilmiş olması, daha sonra işler büyüyünce evrensel olduğunun iddia edilmesi.

El-Cevab: Allah katında tek din İslamdır.İslamda bütün İnsanlığa gönderilmiş yegane dindir.

Kuranda Allah hiçbir ayette : ''Ey Araplar ! Ey Türkler ! Ey Kürtler ! '' geçmez.

Ne geçer?

Ey İnsanlar , İttekû Rabbekum (Rabbinizden korkun) Ellezî Halakum (ki o sizi yarattı) vellezine min gablikum ( ve sizden öncekileri)
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia:cennetteki ödüllerin çok kısıtlı olması (yiyecek-içecek, başka?)

El-Cevab: Allah senin dünyadaki aklına hitap ederek konuşuyor.Dünyada senin canın yemek,içmek,güzel vakit geçirmek,rahat yaşamak,evin araban olması gibi şeyleri ister....



Allah sana Cennette olan adını bilmediğin bir tane nimeti saysa adını ve ne görevde olduğunu nasıl bileceksin?

İşte Allah bu yüzden senin dünyada bildiğin ve sevdiğin nimetlerden bahsediyor.

Çünkü Cennetteki nimetleri gözler dünyada güç yetiremez.Akıl idrak edemez.
 

İlim Talebesi

KF Ailesinden
Özel Üye
İddia:insanların yaptıkları sonlu sayıda hata yüzünden cehennemde sonsuz işkenceye maruz kalması.

El-Cevab: İslamdaki bağışlayıcılık hiçbir yerde yoktur.

Eski milletler günah yaptıkları zaman , yaptığı uzvu kesmek zoruna kalıyorlarmış.
Ama İslamda, bağışlayıcılık ön plandadır.Peygamberimiz(sav) Amcasının ciğerini çıkarıp , uzuvlarını kesen ve ona kötülük eden nice kişileri affetmiştir.

Peki size soruyorum.Veya kendime soruyorum.Ben bunu yapabilir miyim? Veya siz? Adamı bir kaşık suda boğmak için neler vermezdik dimi? Hz.Peygamber(sav)'in kalbindeki yumuşaklıktan bir nebze biz de yok.

Peki Peygamberinin affediciliği böyleyse , onun Rabbının bağışlayıcılığı nasıldır? Bunu varın siz hesap edin.

Günah içinde ölen kimse için bu cehennemliktir,denilmez.Allah isterse onu bağışlar.Ama bu demek değildir ki , günah yapalım , sonra da Allah bizi bağışlar deyip güvenelim.Bu demek değildir.
Nitekim Annesinin yavrusuna sarıldığını gören Hz.Peygamber(sav), ''Allah bu Annenin çocuğuna olan merhametinden çok daha fazla size şefkat gösterir'' demiştir.

İnsan,küçüklüğü,aciz ve fakir oluşu itibariyle ehemmiyetsiz gibi görünüyorsa da;ahsen-i takvimde (en güzel ve mükemmel surette) yaratıldığından,Cenâb-ı Hakk'ın isimlerine ayine olmak,O'nu, sıfatlarıyla beraber tanımak,Marifetullâh için sayısız istidatlar ve hislerle donatılmış bulunduğundan,kainatta bulunan canlı cansız,büyük veya küçük, bütün mahlukatın kendi istidat lisanıyla yaptıkları tesbihatları,Cenâb-ı Hak'a sunma vazifesi insana ait olduğundan önemi ve vazifesi çok büyüktür.Bu yüzden "Halifet-ül arz"dır.Yani yeryüzünün halifesi makamı insana verilmiştir.Eğer insan,kendine tevdi edilen bu vazifeyi yapmazsa ki,bu da namazla olur;Kainattaki her mevcudatın da Cenâb-ı Hak'ın varlığına,birliğine,O'nun kudsi sıfatlarına ve Esmâ-i İlâhiyeye karşı yaptıkları ilanatı,tesbihleri ve delaletlerini inkar etmiş,onları yalanlamış olur.Onların esma-i ilahiyenin cilvelerine mazhariyetlerini inkar etmek ile onları kıymetten ve memuriyetten düşürüp,değersiz ve abes gösterip,onlara hakaret etmiş olur.Ve sadece kendi adına inkar etmiş değil,aynı zamanda bütün mevcudatın da hukukuna tecavüz etmiş olur.Küfrün tahribatı geniştir,çünkü kainat adına inkar etmiş olduğundan ebedi cezayı hak eder.Bu hususta bayanatına hayran olunan Risale-i nurlara sözü bırakalım:

(Birinci Sual: Mahdut bir hayatta, mahdut günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?

Elcevap: Sabık işaretlerde, hususan bundan evvelki On Birinci İşarette kat'iyen anlaşıldı ki, küfür ve dalâlet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.
Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı İmân ve itaatle mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın aynalarında cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini aynadarlık cihetinde âli eden esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile, o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, câmid, fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.L)


 
Moderatörün son düzenlenenleri:

ma'vera

Emektar
Özel Üye
Soru
-kitabın edebi bir değerinin olmaması. konudan konuya atlaması. başının sonunun belli olmaması. bu kitap bir yayıncıya basılması için gönderilmiş olsa edebi yetersizlikten dolayı hemen reddedilirdi.


Kur'ânı Kerîm'in edebi değeri:

Cevap:
İnsanların kendi zihinlerindeki dilbilgisi kuralları çerçevesinde bir vahiy kitabı bulmak maksadı ile Kuran’a yaklaşınca bir algıla yanılması ortaya çıkmaktadır. Kendi üslubu ve dili- mantığı içinde Kuran’ı anlamaya çalışmayan insanlar, önce kendi ön kabulleri çerçevesinde bir metin ile karşılaşmayı beklemekte, İlahi kaynaklı bu metinler umdukları şablonlara uymayınca da o kutsal metinleri kendi kuralları çerçevesinde ( Tefsir usulü) anlama gayreti yerine onu eleştirmeye, inkara başlamaktadırlar. Kuran ilahi kaynaklıdır ve aynı zamanda metni de edebî bir mucizesidir. Ama bu üslubu algılayamayan, anlayamayanlar ilginçtir bir de bu üslubu nedeni ile O’nu eleştirme-inkar gafletine düşmektedirler. Kuran ilk indiği ortamın dil ve edebiyat özelliklerini usul olarak kabul etmiş ve o ortama uygun olarak indirilmiştir. Kuran çekirdek kadroyu Arabistan’da kurmuş, bu çekirdek kadro daha sonra İslam’ı dünyaya yaymıştır. Kuran’ın dili ve tefsirini anlamak için önce Arap dili ve edebiyatını bilmek gerekir. Kuran’ın anlamı sade olsa da ifade tarzı edebi ve sanatsal içeriklidir.

Kuran indiği dönemdeki “Konuşma dili” üzerine indirilmiştir. Bu konuda Sibeveyhi şunları söylemektedir: “Gramer Arapların konuşma dilindeki en işlek yapılardan oluşturulmuş hiyerarşik bir yapıdır. Kuran, şiir, darb-ı meseller ( Örneklemeler), deyimler, kalıplaşmış ifadeler, dua ve beddua sıgaları belirlenmiş gramer kurallarına bire bir uymayabilir. Bu durum onların yanlış olduğu anlamına gelmez. Zira gramerin oluşturulmasında ana malzeme Arapların konuşma dilidir. Kelâm/konuşma dili merkez dildir. Diğerleri yan dili temsil eder.” ( Sîbeveyhi, el-Kitâb, I )

Kuranın birinci hedefi halkın anlaması olduğu için halkın anlayışı- kavrayışı temel hedef kabul etmiştir. Halk şiir ile yoğrulmuş edebi bir dile hakim idi, Kuran’ın dili de bu üsluba uygundur. Sabit ama aynı zamanda edebi bir dildir .

Kuran’ın dili

“Kuran, Arapça inmiş olmakla birlikte kelimelerin seçiminde, cümlelerin teşkilinde ve konuların ifadeye dökülmesinde Arapçadaki yaygın şekillere göre farklılık gösteren, kendine has eşsiz bir anlatım tarzına da sahiptir.” (Abdul-Rauof, II/37-51) Velîd b. Mugıre’nin ”Arap şiirini, kasidesini, recezini benden daha iyi bilen yoktur. Muhammed’in söylediği Kuran bunlardan hiçbirine benzemiyor” şeklindeki (Hâkim, II/506-507) ifadesi Kuran’ın eşsiz özgünlüğünü açıkça göstermektedir. Bu nedenle de ayet sonları uyumu (fâsıla), ayetlerin uzunluk ve kısalığı vb. durumlar sureden sureye, hatta bazen bir sure içerisinde değişiklik göstermektedir. Seyyid Kutub’un ifadesiyle “Kuran üslûbunun büyüleyiciliğini, onun hem şiirin hem nesrin – Düzyazının – tüm özelliklerini bir araya toplayan emsalsiz nazmı teşkil eder.” (Kuran’da Edebî Tasvir, s. 155-156)

“Kuran’da lafız ve mana dengesi tam bir uyum içindedir. Kuran ifadelerini oluşturan kelimeler öyle seçilmiştir ki bunlar maksadı eksik ve fazla olmadan anlatır, kısa ve özlü anlatımın tercih edildiği yerlerde mana ihmal edilmediği gibi muhtevanın ayrıntısına girilmesi gerektiği yerlerde de söz israfına gidilmez. Rummânî’nin belirttiğine göre ”Anlamı uygun ve güzel lafızla zihinlere ulaştırmak” demek olan ve üst, orta ve alt tabakaları bulunan belâgatın en yüksek derecesini Kuran’ın belâgatı oluşturur. Bu bakımdan Kuran’ın, hem Arapların hem Arap olmayanların benzerini ortaya koyamayacakları bir i‘câz özelliği vardır.” (Nüket fî İ’câzi’l-Kuran, s.69-70). Dolayısıyla Kuran i’câz, teşbih, istiare, kinaye, telâüm, fâsılalar, tecânüs, mübalağa, hüsn-i beyân gibi belâgatın bütün kısımlarında en üst seviyededir.” ( Suat Yıldırım, Kuran’ın İ’câzı ve Üslûbu )

“Kuran şiir midir? Değildir. Fakat O’nun şiir olup olmadığını ayırmak müşküldür. Kuran, şiirden daha yüksek bir şeydir. Bununla beraber Kuran ne tarihtir, ne de hal tercümesidir. O İsa’nın dağda irad ettiği mev’ıza gibi bir şiir mecmuasıdır… O bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, O’nu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin akisleri saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlıyor. Bu sesin tebliğ ettiği din, önce nâşirlerini bulmuş, sonra yenileşmeye can atan imâr edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir. Bu sayededir ki, Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı Avrupa’nın üzerine çöken bunaltıcı karanlıklarını yarmış ve bu hâdise Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı bir zamanda olmuştur.” (Dr. Johnson)

Bedi'üzzaman hazretleri ,Kur'ân-ı Kerim'in ne kadar mucizeli oluşunu harika bir tarzda anlattığı 25. söz'de inkarcıların iddialarını iskat edip, ilzam etmiştir.Kur'ân-ı Kerîm'in nazil olmaya başladığı dönemde ,Araplarda en meşhur ve revaçta olan şiir, hitabet ve ediplikti.Öyle ki,bu konuda isim yapmış kimseler,herkes tarafından tanınır, değerli hediyeler bahş olunur,önemli toplantı ve ziyafetlere mutlaka davet edilir,onlarla bir arada görünmek onur duyma ve halkın arasında imtiyazlı olma sebebi idi.Kâbe'nin duvarına ünlü şairlerin şiir ve kasideleri asılır,bir yenisi ve daha iyisi yazılana dek oradan indirilmezdi.İşte edebi eserlerin bu kadar kıymetli ve revaçta olduğu bir zamanda, elbette ilâhi ve ulvi bir kelâm olan Kur'an bunlardan daha üstün ve belâgatlı (az sözle çok manaları ifade etmek hasiyeti ) olmalıydıki;ve üstelik bu eser ,ümmi bir zatın aracılığıyla sudûr etmeliydi ki,insan eseri olmadığı,beşer elinin karışmadığı herkesçe aşikar olsun... Tüm bunlara rağmen, itiraz ve inkar eden,Allah rasûlünü yalancılıkla,mecnun olmakla itham edenlere,iddialarını ispat için kısa ve kolay bir yol önerilmiş,"De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.İsrâ-88) ayetini boşa çıkarmak için, en kısa sûrenin bile benzerini yazmaya muvaffak olamamışlardır.Bunun için de, bu bu yoldan vazgeçip savaşma yolunu seçmişlerdir.Bunun risalelerdeki sayısız anlatımından kısa bir örnek:

(Üçüncü Nokta: Kur'ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe'nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin "Muallakât-ı Seb'a" nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kızı babasının kasîdesini Kâbe'den indirirken demiş:
"âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı."

Hem, bedevî bir edip,
b558.gif
-1- âyeti okunurken, işittiği vakit secdeye kapanmış.

Ona dediler: "Sen Müslüman mı oldun?"

O dedi: "Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim."

Hem, ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdulkâhir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, "Kur'ân'ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir; yetişilmez."

Hem, o zamandan beri mütemâdiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enâniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: "Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz" diye îlân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyâr etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.


Konuyu tamamlayan ek yazılar için şu yazılar okunabilir: http://islamicevaplar.com/kuranda-garamer-hatalari-iddialarina-reddiye.html , http://islamicevaplar.com/kuran-ve-mecaz.html , http://islamicevaplar.com/kuran-ve-bilim-itirazlara-cevaplar.html

Kur'ân-ı Kerîm'de iddia edildiği gibi konudan konuya atlama tarzında görülen anlatım biçimi,bilâkis ,onun ne kadar mûcizevi bir anlatıma sahip olduğunun göstergesidir.
Riâle-i Nûr'da, 25. söz öyle ikna edici cevaplar vermiş ki , başka açıklamalara hacet bırakmaz.Aşağıda 25. söz'den az bir kısımdan alıntı yapılmıştır.Dileyen konunun tamamını da okuyabilir.

Şeytanın İkinci, Küçük Bir İtirazı

Sûre-i
b684.gif



b685.gif

Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme ithali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetle selâset, fesahat nerede kalır?"

Elcevap: Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzının en mühimlerinden, belâgatinden sonra îcâzıdır. Îcaz, i'câz-ı Kur'ân'ın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur'ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ,


b686.gif

kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne ve mucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâgati, belâgatine secde ettirmiş.


Hem meselâ,


b687.gif

İşte, kavm-i Semud'un acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini ve sû-i akıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz içinde bir i'câz ile, selâsetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor.

Hem meselâ,

b688.gif


İşte,
b689.gif
-4- cümlesinden
b690.gif
-5- cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler fehmi ihlâl etmiyor, selâsete zarar vermiyor. Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder.

Mek.


1- Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zalimler güruhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi. (Hûd Sûresi: 11:44.)

2- Semud kavmi, azgınlığı yüzünden peygamberini yalanladı. Onların en azgını başkaldırdığı zaman, Allah'ın Resulü kendilerine 'Allah'ın bir mucize olarak yarattığı şu deveye dokunmayın; onun su içmesine mâni olmayın' demişti. Onlar peygamberlerini yalanlayıp deveyi öldürdüler. Rableri de, günahları yüzünden onları azapla kuşatıp hepsini birden helâk etti. Allah onlara verdiği cezanın âkıbetinden korkacak değildir. (Şems Sûresi: 91:11-15. )

3- Balığın yuttuğu Yunus'u da hatırla ki, öfkelenerek kavmini terk etmiş ve Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti: 'Senden başka ilâh yoktur; Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendisine zulmedenlerden oldum.' (Enbiyâ Sûresi: 21:87. )

4- Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya sokmayacağımızı... (Enbiyâ Sûresi: 87)

5- Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti. (Enbiyâ Sûresi: 87)


 
Son düzenleme:

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Madem bu kadar cavap yazıldı, eğer sorularda direk hakaret varsa onları silip konuyu yerine taşıyın inşaAllah.
 

ma'vera

Emektar
Özel Üye
Daha cevaplanacak mes'eleler var...İstişare eder,durum değerlendirmesi yaparız inşâAllah....
 
Üst