Allahü Teâlâ c.c. İçin Mekân Veya Yön Söylemek Câiz Değildir

enes61

KF Ailesinden
Özel Üye
Hakîm Semerkandî (vefatı m. 953) rahimehullah, İmam-ı A'zam Ebû Hanife rahimehullah'ın akidesini açıklayan "er-Reddü'alâ eshabi'l-hevâ el-müsemmâ Kitâbu's sevadi'l-a'zam 'alâ mezhebi'l-İmâmi'l-A'zam" kitabında şöyle demektedir:
"Mü'minin Allahü Teâlâ’ya mekân, gelmek, gitmek ve mahlukların sıfatlarından herhangi bir sıfatı isnad etmemesi lazımdır. ...Kul, Cenâb-ı Hakkın bir mekânda bulunmadığını, mekâna ihtiyacı olmadığını, Arş’ın onun kudretiyle ayakta durduğunu bilecek, gidip gelme gibi sıfatları kendisine izafe etmeyecek." (Hâkim Semerkandî, Sevâdi'l-A'zam, 46. mesele, Bedir Yayınevi, s. 78)
Ehl-i sünnetin iki itikâd imâmından birincisi olan Ebû Mensûr-i Mâtürîdî rahimehullah (vefatı m. 944) diyor ki:
"Allahü teâlâya mekân isnad etmek şirktir." (bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 16)
Hanefî mezhebi fıkıh ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden, büyük İslam âlimi Ebü'l-Muîn en-Nesefî rahimehullah (vefatı m. 1115) diyor ki:
"Mekânın öncesizliği (kıdemi) görüşü yanlışlandığından dolayı, Allahü Teâlâ hiç bir şekilde herhangi bir mekânda yer tutmuş olarak nitelenemez. Çünkü Allahü Teâlâ ezelde bir mekânda yer tutmuş değildir. Biz yüce Allah'tan başka bir şeyin kadîm olmasının imkânsızlığını kesin olarak ispat ettik. Allahü Teâlâ ezelde bir yer tutmadığı ve Arş'a temas etmediğine göre, eğer mekânı yarattıktan sonra bir yer tutmuş olsa, O'nun varlığı değişmiş ve zâtında bir temas etme hali yaratılmış demektir. Halbuki değişim ve yaratılmış özellikleri taşımak, sonradan yaratılmış olmanın belirtileridir. Bu ise yüce Allah hakkında imkânsızdır... O'nun bir mekânda bulunduğu görüşünü reddetmesine rağmen yüce Allah'ın bir yönde olduğunu kabul edenin düşüncesinin bozukluğu, daha önce geçen aklî delillerle anlaşılır. Çünkü O'nun bütün yönlerde olduğunu söylemek çelişkidir. Bir tercih sebebi bulunmadan, birbirlerine eşit oldukları halde, yönlerden birini belirlemek ise yanlıştır [dünya yuvarlaktır ve bir millete göre "yukarı yön", yerkürenin diğer yüzünde yaşayan başka bir millete göre "aşağı yön" olmaktadır]... Dua edenin ellerini yukarıya kaldırması salt kulluk ve itaat alâmetidir. Yüce Allah ne Kâbe'de, ne de yerin altında olmasına rağmen, namazda Kâbe'ye yönelmek, secde anında yüzü yere koymak da böyledir. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır." (Kitâbü't-temhid li Kavâidi't-tevhîd (Tevhidin Esasları), İz Yayıncılık, İst., 2007, s.39-42)
Hanefî mezhebi imamlarından, hadis ve kelâm âlimi Ömer Nesefî rahimehullah (vefatı m. 1142) diyor ki:
"Âlemi yoktan yaratan, Allahü Teâlâ’dır. ...Allah, araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, suret ve şekil değildir, mahdûd değildir, bir şeyin parçası veya cüz'ü değildir, bileşik değildir, sınırlı değildir. Cins ve keyfiyet ile vasıflanmaz, mekândan münezzehtir, üzerinden zaman cereyan etmez. O'na hiç bir şey benzemez. İlminden, kudretinden hiç bir şey hariç değildir." (Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri: Akaid, Bayrak Yayınları, İst., s. 79-81.)
Hanefî fıkıh alimlerinden, İmam Ebû Ca’fer et-Tahâvî rahimehul-lah’ın (vefatı m.933) yazdığı ve mezhebin üç büyük imamının itikadî çizgisini yansıtan "Akîde"de şöyle denmektedir:
"Allahü Teâlâ, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, âzâ ve edevât-tan yüce ve berîdir. Mahlukatı ihata eden altı yön O'nu ihata edemez."
Buna Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî rahimehullah'ın izahı şöyledir:
"Allahü Teâlâ'yı altı yön ihata edemez. Zira Allahü Teâlâ o altı yönü yaratmadan önce de var idi ve O, önceden nasıl idiyse şimdi de öyledir. Diğer varlıklar ise böyle değildir…" (el-Meydânî, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 75; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ocak 2006)
Hasan Kâfî el-Akhisârî rahime-hullah da şu izahı yapar:

"Çünkü altı yön muhdestir [sonradan meydana gelmiştir] ve altı yön tarafından ihata edilmiş olmak, muhdes alemin özelliklerindendir. Allahü Teâlâ ise kadîmdir. O var iken ne mekân, ne zaman, ne üst, ne alt, ne de başka birşey vardı! Altı yönün sâir mahlûkâtı ihata etmesi gibi herhangi bir şey O'nu içine alamaz, ihata edemez. Bilakis ilmi, kudreti, kahrı ve saltanatı ile O her şeyi ihata eder; gökte ve yerde O'nun ilminden zerre miktarı bir şey bile gizli kalmaz." (Hasan Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî, Nûru'l-Yakîn fî Usûli'd-Dîn, 157; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ocak 2006)

İmam Ebû Hanîfe rahimehullah şöyle yazmıştır:

"Allahü Teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlûkâtı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü Teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 8 Ocak 2006)

İskilibli Âtıf Efendi (şehid edilişi m. 1926) rahimehullah Mir’atü’l-İslam risalesinde şöyle diyor:

“Mekândan, sağ, sol, arka, ön, alt, üst gibi cihetten ve yerlerde, göklerde bulunmaktan münezzeh-dir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her yerde hâzır ve nâzırdır demek, ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir, demektir. Yoksa zat ve vücudu her yerde hâzır ve nâzırdır, demek değildir. Çünkü buna itikad küfürdür. Cenâb-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğunu isbat için deriz ki: Mekân, duracak mahâl demektir. Bu dünyanın maddesi ve kendisi yaratıldıktan sonra mekân da vücuda gelmiştir. Halbuki dünyanın kendisi ve maddesi [ve yıldızlar ve gökler ve Arş] ve mekân yokken Cenâb-ı Hak mekânsız olarak vardı. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh, mekândan münezzehdir.” (bkz. Çile Yayınevi'nin "Frenk Mukallitliği ve İslam" kitabı, s. 154)

İmam eş-Şâfi'î rahimehullah, el-Fıkhu'l-Ekber isimli eserde şöyle der: "Eğer "Allahü Teâlâ, "Rahman Arş'a istivâ etmiştir" buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir:

"Bu (türlü) ayetler bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşâbihâttandır. Yani bu kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsûh (derin kavrayış) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmemekten emin olamaz. Onun, Allahü Teâlâ'nın sıfatları hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. Allahü Teâlâ'yı hiçbir mekân ihata edemez. O'nun üzerinden zaman geçmez. O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. [Meâlen:] "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (42/eş-Şûrâ, 11) (İmam eş-Şâfi'î, el-Fıkhu'l-Ekber, 17. Not: "Fuad Sezgin hoca Târîhu't-Turâs'da (I, 491) Ezher kütüphanesinde bu eserin hicrî 292 yılında istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu belirtir." -Dr. E. Sifil, Milli Gazete - 8 Ocak 2006)

İmam-ı Kuşeyrî rahimehullah (vefatı m. 1072) diyor ki:

"Ebû Bekr-i Şiblî (vefatı m. 945) rahime-hullahü teâlâ dedi ki: "Tek olan Allahü teâlâ[nın] (El-Vâhid) harflerden (el-hurûf) ve sınırlardan (el-hudûd) evvel [var olduğu] bilinir." Şiblî'nin bu sözü kadîm olan Allahü teâlânın zâtı için bir sınır ve cihet, kelâmı için harf ve ses bulunmadığını sarih olarak ifade etmektedir." (Kuşeyrî Risalesi, Dergah Yayınları, İst., 1978, s.66)

Tefsîr ilminin büyük üstâdı Kâdî Beydâvî rahimehullah (vefatı m. 1286) diyor ki:

"Edille-i akliyye ile kat'î surette sabittir ki, Cenâb-ı Hak cismiyyet ve tehayyüzden [bir mekânda bulunmaktan] münezzehdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 7. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1982, 4. cilt, s. 115).

Büyük tefsîr âlimi İmam-ı Razî rahimehullah (vefatı m. 1209) Bakara sûresi tefsirinde diyor ki:

"Allah'ın yüceliği, mekân ve cihet bakımından yücelik değildir... Allahü teâlâ, yüceliğinin mekân itibariyle olmasından son derece münezzeh ve berîdir." (Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları, 5/422-423)

İmam-ı Kurtubî rahimehullah (vefatı m. 1272) tefsirinin çeşitli yerlerinde diyor ki:

"Bu konuda uyulması gereken kural ise, yüce Allah´ın hareketten, intikalden ve mekân işgal etmekten tenzih edilmesinden ibarettir." (En'am 3 tefsirinde)

"Hadis-i şerifte geçen: "Allah onlara ...suretinde gelir" ifadesindeki anlam, Allah onlara imtihan olmak üzere bir suret gösterir, demektir. Bu ve buna benzer Kur´ân-ı Kerîm´de vesâir haberlerde gelen ifadelerin intikal, hareket ve zeval gibi anlamlara çekilmesi câiz değildir. Çünkü bu gibi şeyler yer kaplayan ve cisimlerin niteliklerindendir. Yüce ve büyük olan Allah, bundan münezzehtir." (Bakara 210 tefsirinde)

"Yüce Allah’ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O" buyruğundaki kahr, galebe demektir. Kahir de galip gelen demektir. Kişi, kahredilen ve zelil kılınanın haline düşürülecek olursa, denilir. Şair de der ki: 'Husayn kavminin önder olmasını temenni etti. Ama Husayn, akşamı zelil kılınmış ve kahredilmiş etti.' Kahredildi, yenik düşürüldü, mağlûb edildi anlamındadır. 'Kullarının üstünde' buyruğunun anlamı ise, onlara kahir olmak ve galip gelmek suretiyle onlardan üstün olmak anlamındaki bir üstünlüktür. Yani onlar, onun müsahhar kılması, emir ve hükmü altındadırlar. Yoksa buradaki üstünlük mekânî anlamdaki bir üstünlük değildir. Nitekim: Sultan raiyesinin üstündedir derken, mevki ve rütbesi itibari ile üstündür anlaşılır." (En'am 18 tefsirinde)

İmam-ı Kurtubî rahimehullah, "nüzul hadisini" şu şekilde açıklıyor:

"Bu buyruğun te'vili hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayettir: Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete göre şöyle demişlerdir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Şüphesiz azîz ve celîl olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek şöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verilecek." Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır." (Âl-i İmran 17 tefsirinde)

Büyük Mâlikî fıkıh ve hadis alimi Kâdî İyâd rahimehullah (vefatı m. 1150), Peygamberimizin sallallahu aleyhi ve sellem İsra gecesi Allahü Teâlâ’ya yaklaşmasını anlatırken diyor ki:

"Dünüv ve kurb kelimelerinin Allah'a izafeti, hiç bir zaman mekân izafeti veya mesafe yaklaşması değildir. Çünkü Allahü Teâlâ, Ca'ferü's-Sadık'ın dediği gibi, mekân ve mesafe gibi mefhumlardan münezzeh ve müberrâdır. Onun için, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem'in Rabbine yaklaşması demek, O'nun yüksek menzilinin izharı, rütbesinin büyüklüğünün belirtilmesi demektir. O bu sayede Esrâr-ı İlâhiyeyi müşahede etmiştir. Kudretinin yüceliğini, marifet nurlarını ayne'l-yakin görmüş ve kalbi nurla parıl parıl parlamıştır. Çünkü, bu kendisine Allah'ın bir ikramı, lütfu ve ihsanıdır ki, dünya kurulduğundan bu yana hiçbir kula hatta Peygambere müyesser olmamıştır. "Rabbimiz dünya semasına nazil olur" sözü de böylece te'vil edilir. Yani, O'nun fadlı, ihsanı ve hüsnü kabulü dünyaya nazil olur, demektir." (Şifa-i Şerif, Bedir Yayınevi, s.203-204.)

Zamânının tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Muhammed Zâhid bin Hasen el-Kevserî rahimehullah (vefatı m. 1951) şöyle yazmıştır:

"Rivayetlerde zikredilen, Yüce Allah'ın gece dünya semasına inmesi, yukarıdan aşağıya doğru bir iniş olarak düşünülmemelidir. Bunu böyle düşünmek cehaletin ifadesidir. Dolayısı ile buradaki "nüzul", ya mecazî bir anlatımla Allahü teâlânın, bahse konu hadisin kimi varyantlarında zikredilen nidâyı yapan bir melek göndermesi, ya da bu gece yapılan dua ve istiğfarları kabul etmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu kelimenin bu şekilde kullanılması, Arab dili açısından da sahih bir kullanımdır." (Makâlât, 62-63; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 121)

Hâfız İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah (vefatı m. 1448), Fethu'l-Bari eserinin Kitabü't-Teheccüd bahsinde diyor ki:

"Allah'a cihet isnad eden kimse, bu hadis-i şerifle [hadis-i nüzul ile] istidlal ederek 'cihetten maksad yukarı cihettir' demiştir. Ama cumhûr-ı ulemâya [alimlerin büyük çoğunluğuna] göre, bu görüşü kabul etmek, Allahü Teâlâ’ya tehayyüz [mekânda yerleşmiş olma] mânâsına gelir ki, Allahü Teâlâ bu vasıftan uzaktır." (bkz. Ehl-i Sünnetin Müdafaası, Bedir Yay., İst., 1994, s. 465; Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşriyat, İst., s.222)

Hindistanlı Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Rebhami rahimehullah m.1431 senesinde 444 kitaptan toplayarak yazdığı eserinde diyor ki:

"İmam-ı Ca'ferü's-Sadık radıyal-lahü anh buyurur ki: Allahü Teâlâ’nın bir şey üzerinde olduğunu, yahud bir şeyden olduğunu söyleyen kâfirdir. Çünkü bir şey üzerinde olsaydı, o şey O'nu kaldırırdı. Eğer bir şeyde olsaydı, onda belirmiş olurdu. Bir şeyden olsaydı, sonradan olma olurdu. Allahü Teâlâ bunların hepsinden münezzehdir." (Rıyâdü’n-Nâsihîn, Berekât Yayınevi, 1. baskı, İstanbul, 1979, s. 45).

İmam-ı Kastalânî rahimehullah (vefatı m. 1517) Mirac'ı anlatırken diyor ki:

"Cenâb-ı Hakkın huzuru, ilim irade ve kudretiyledir. Başkalarının huzuru gibi değildir. Zâtına özel mekân yoktur, O mekândan münezzehdir.... Allahü Teâlâ mekândan münezzeh iken o Hazreti göklere çıkarması sırf kendisini ululamakla bazı acayip (görülmemiş) mülk ve melekûtunu gezdirip göstermek içindir." (Mevahibu Ledünniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 22)

Hadis ve Şâfi'î fıkıh alimi İmam-ı Şa'rânî rahimehullah (vefatı m. 1565) "Dua ederken yukarıya bakmamak" başlığı altında diyor ki:

"Allahü Teâlâ’nın belli bir sınırı olmadığı gibi, yönleri de yoktur... Buhari ve diğerleri merfuan şu hadisi anlatırlar: (Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini yukarıya dikiyorlar? Bu davranışlarına ya son verirler ya da gözlerinin yok olacağını bilmelidirler.)" (El-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, s.810-811 ve s.843)

Kâdîzâde Ahmed Efendi rahimehullah (vefatı m. 1783), İmam-ı Birgivî rahimehullah’ın (vefatı m. 1573) kitabının şerhinde şöyle diyor:

“Gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehdir... Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. ..Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir... Allahü Teâlâ cisim ve cismânî olmakdan münezzehdir. Bir tarafda [cihette] olmaktan da münezzehdir. İbni Teymiyye ve yolundakiler, Allahü Teâlâ üst taraftadır dediler.” (Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhi, Bedir Yayınevi, s.24; aynı zamanda bkz. Birgivî Vasiyetnâmesi, Bedir Yayınevi, s. 14).

Yusuf-i Nebhanî rahimehullah (vefatı m. 1932) diyor ki:

"Allahü Teâlâ üst, alt, sağ, sol, ön ve arka gibi cihetlerden münezzehdir. Binaenaleyh, Alla-hü Teâlâ için üst yok, alt yok, sağ ve sol mevcut değil, arka ve ön yoktur. Bu cihetlerin hepsi, Allahü Teâlâ’nın zâtı için muhâldir [imkânsızdır]. Zira bunlar, sonradan olmuş varlıklara ait vasıflardır. O'nu ne sema, ne arz, ne de hâdis [yaratılmış] olan hiç bir şey kuşatamaz. Allahü Teâlâ, gökler ve yerler mevcud değilken, kadîm olarak vardı. Yönler, mahlûkâtın yaratılmasından sonra meydana gelmiş bulunmaktadır." (Şevâhidü'l-Hakk, s.204-206)

Yine Yusuf-i Nebhanî hazretleri diyor ki:

"O Arş üzerine istivâda bulunmuştur. Ancak, mekân tutmak, temas etmek ve bir hizada olmak gibi hususlarla değil de, noksanlıkdan münezzeh ve yüce bulunan Allah'a layık olacak mânâda bir istivâdır. O mânâda Arş üzerine istivâsına iman vacibdir." (Şevâhidü'l-Hakk, Fazilet Neşriyat, İst., s.219)

İmam-ı Gazalî rahimehullah (vefatı m. 1111) buyuruyor ki:

"Bu konuda hak, doğru olan Allahü Teâlâ’nın ve Resûlünün sallallahü aleyhi ve sellem buyurduklarıdır. Allahü Teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâ-len, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir. Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr kılma değildir. İstivâ kelimesi ile Allahü Teâlâ’nın murâdının ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz. Allahü Teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevkiyyet, üstde olmak muhâldir. Çünkü, O mekândan önce vardı, şimdi de dahâ önce olduğu gibi vardır. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey suâl soran, bu ma’nâyı bilmek senin de bizim de üzerimize lâzım değildir." (İlcâmü’l Avâm an İlmi’l-Kelâm)

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhâ-nevî rahimehullah (vefatı m. 1893) şu bilgileri naklediyor:

"Hazret-i Ali'ye radıyallahü anh (Allahü Teâlâ Arş'ı yaratmadan önce nerede idi?) diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: (Nerede kelimesi mekân ifade eder, Allahü Teâlâ mekândan münez-zehdir.)

Câfer-i Sâdık, Allah'ı bilmek üç kelime ile olur diyerek, o kelimeleri şöyle sıralamaktadır:

1. Allah bir şeyden yaratılmadı.

2. Bir şeyin içinde de değildir.

3. Bir şeyin üzerinde de değildir. Çünkü bu sıfatlar, kulların sıfatlarıdır.

Bu hususlar Bahrü'l-Kelâm ve Hulâsa isimli kitaplardan nakledilmiştir." (Ahmed Ziyâuddin Gümüşhanevî, Câmiu'l-Mütûn, Bedir Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul 1996, s.48.)

Nitekim, İmam-ı Kuşeyrî rahi-mehullah diyor ki:

"Câfer-i Sâdık: Kim Allah bir şeydedir veya bir şeydendir veya bir şey üzerindedir, diye iddia ederse şirk koşmuş olur. Çünkü O bir şey üzerinde olsaydı taşınan, bir şeyden olsaydı hâdis [yaratılmış, sonradan meydana gelmiş], bir şeyde olsaydı mahdûd [sınırlı] olurdu, demiştir." (Kuşeyrî Risalesi, s.71)

Burada bir not düşelim: İmam-ı Câfer-i Sâdık'ın bu sözü şu kaynakların hepsinde yazılıdır: (1) Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, İstanbul, 1978, s.71. (2) Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî, Camiu'l-Mütun, Bedir Yayınevi, 7. Baskı, İstanbul, 1996, s.48. (3) Yusuf-i Nebhanî, Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neşriyat, İstanbul, s. 212. (4) İmam Muhammed Rebhamî, Rıyad'ün-Nasıhin, Berekat Yayınevi, 1. baskı, İstanbul, 1979, s. 45.

Yine Kuşeyrî Risalesi'nde diyor ki:

"İmam Ebu Bekir b. Furek'ten rahmetullahi aleyh Ebu Osman Mağribi'nin şu sözünü dinledim: Bazı nasslardan Allah'ın bir cihette (üstte) olduğu kanaatine varmış idim. Bağdat'a geldiğimde bu kanaatim zail oldu, o zaman Medine'deki dostlarıma: (Hiç şüpheniz olmasın ki, ben şu anda yeniden Müslüman olmuş bulunmaktayım.) diye yazdım." (a.g.e., s.69)

“Allahü Teâlâ zaman ve mekândan münezzehdir. Üstünden zaman geçmez.” (a.g.e., s.73)

Türpüştî Risalesi tercümesinin 53. sayfasında, mütercimin eklediği dipnotta diyor ki::

“Allahü Teâlâ cisim değildir. Zîrâ cisim mürekkebdir [bileşikdir]. Allahü Teâlâ ise, mürekkeb değildir. Çünki mürekkeb, cüz’lere, çeşidli parça ve kısımlara muhtâcdır. Allahü Teâlâ ise, muhtâc değildir. Zîrâ ihtiyâc noksanlıkdır. Ve yine cisim bir yerde bulunmak zorundadır. Allahü Teâlâ ise mütehayyiz, ya’nî bir yerde değildir. Zîrâ cisim, mütehayyız, ya’nî bir mekânda bulunmağa muhtâcdır. Allahü Teâlâ ise, bir mekâna muhtâc değildir. Mekânı o yaratmışdır. Buradan bilmiş oldun ki, Arş onu üstünde taşımıyor. Bilâkis Arş ve Arşı taşıyanlar, Onun kudreti ile oraya kaldırılmışdır. Allahü Teâlâ bir cihetde [bir tarafda, bir yönde] değildir. Zîrâ cihet [bir tarafda olmak] cisimlere mahsûsdur. O hâlde Hak Teâlâ yeryüzüne ne kadar yakın ise, Arşa da o kadar yakındır. O buradadır veyâ şuradadır diye işâret olunamaz. Onun için Çün ve Çigüne, ya’nî nasıl, nice, ne hâldedir denemez. O bîçün ve bîçigünedir, ya’nî nasıl ve nice olduğu bilinemez, hiç bir şeye benzetilemez. Zîrâ nasıllık ve nicelik, göz ile anlaşılan ve ihâta edilen [her bakımdan kuşatılan] şeyler için söylenir. Allahü Teâlâ ise, bundan berîdir. (Onu gözler idrâk edemez) [En’âm: 103] âyet-i kerîme meâlidir. Ya’nî gözler ihâta edemez. Allahü Teâlâ’yı âhiretde görmek ma’nâsına gelen rü’yet, bir ihâta değildir. Allahü Teâlâ için hareket ve intikâl [bir yerden başka yere geçmek] söylenemez. Bunlar cisme âid özelliklerdir. Allahü Teâlâ’nın şekli ve sûreti yokdur. Bunlar da cisme âid sıfat ve hâllerdendir. Allahü Teâlâ’nın nihâyeti [sonu] yokdur. Çünki nihâyet, ölçülebilen şeyler için kullanılır. Allahü Teâla ise, bundan münezzehdir. Allahü Teâlâ cisimdir ve cismin gerekleri O’nda vardır diyen kâfir olur. İmâm-ı Râfi’î rahimehullah Gurer kitâbında ve Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî kuddise sirruh Mevâkıf şerhinin başında ve Allâme Celâleddin Devânî kuddise sirruh Akâid-i Adudiyye şerhinde böyle buyurmakdadır.” (Akâid-i Hüseynî)

İmam Ebû Hanîfe rahimehullah, el-Fıkhu'l-Ebsat'ta şöyle diyor:

"Rabbim gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, "Allahü Teâlâ Arş'ın üzerindedir; Arş'ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum" diyenin durumu da böyledir."

el-Bayâdî rahimehullah İşârâtu’l-Merâm’ında bunu şöyle îzâh eder:

"Bunun sebebi, kâilin bu söz ile Hâlık-ı Zülcelâl celle celâluhû’ya cihet ve hudud tâyin etmesidir; zîra ciheti ve hudûdu olan her şey bizzarûre mahlukdur. Binâenaleyh bu söz, Allah celle celâluhû’ya kusûr atfetmekdir. İlâhî cismâniy-yete ve cihete inanan o kimsedir ki, hevâss ile idrâk edilemeyen her şeyin varlığını münkîrdir. Onlar, fevkettabî‘a olan ulûhiyyet cevherini reddederler. Bu da onları kat‘î sûretde îmânsızlığa götürür." (el-Kevserî, Makâlât, s.368-369; nakleden: Yusuf Hanif)

Molla Aliyyülkârî rahimehullah da İmam-ı A'zam Ebu Hanife'nin bu sözü hakkında şu açıklamayı yazmaktadır:

"İmam İzz bin Abdusselâm, Hillu'r-Rumûz adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor: Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir. Şüphe yok ki İbn Abdusselâm âlimlerin büyüklerinden biri olup sika (güvenilir) bir âlimdir." (bkz. Fıkh-ı Ekber Şerhi, "Miraç ve Allah'a Mekân İsnadı" kısmı)

Yusuf-i Nebhanî de bu açıklamayı nakletmektedir:

"Bir kimse, "Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum" derse, kâfir olur. Zira bu söz, Allahü teâlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş vehmini verir." (Şevahidü'l-Hakk, s.218)

Allahü teâlâya cihet ve mekân isnad eden Haşviyye taifesi, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin sözlerini saptırmaktadır. Halbuki, İmam buyuruyor ki:

"Cennet ehlinin Allahü teâlâya keyfiyet, teşbih ve cihet olmadan mülaki olmaları haktır." (el-Vasıyye)

Nitekim, "İzahlı Mişkâtül-Mesabih Tercümesi" isimli eserde şöyle yazılıdır:

"Ahirette ise, mekândan münezzeh, cihetsiz ve zamansız olarak bizzat Allahü teâlâ baş gözü ile görülecektir."

Yine İmam Ebû Hanîfe diyor ki:

"Eğer Allahü teâlâ nerededir, diye sorulursa, o kimseye: Yaratılmadan önce mekân yoktu, halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiç biri yokken, "nerede" mefhumu mevcut değilken, Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır, diye söyle." (el-Fıkhu'l-Ebsat) (Görüldüğü gibi İmam, Haşviyye taifesinin istediği cevabı vermemekte, yani -haşa- "Allah semada" veya "Arş'ın üstünde" veya "yukarı yönde" şeklinde bir cevap öğretmemektedir. Bütün mekânların sonradan yaratılmış olduğunu ifade etmektedir.)

Şeyhülislâm Ebussu'ud Efen-di rahimehullah'ın fetvalarında şöyle yazılıdır:

“876. Mes’ele: Hak celle ve 'ala hazretleri, mekândan münezzeh olucak, göklerde deyu i'tikâd etmek mi gerektir, ve nice i'tikâd etmek gerektir? El-cevab: "Cemîl [olan Allahü teâlâ] emkineden [mekânlardan] münezzeh olup, gökler yerler hükmünde ve ilminde ve kudretinde" deyu i'tikâd etmek lâzımdır. Du'âda eli yukarı kaldırmak, cihet-i fevk [üst yön] du'âya kıble kılındığı içindir.”

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle yazılı:

"Cumhur-ı ulemâ, Zât-ı Bâri için cihet [yön] kabulünü çirkin görmüşlerdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 7. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1982, 4. cilt, s. 114).

Meşhur Mızraklı İlmihal'de diyor ki:

"Bir kimse Allah’dan hâli [boş] yer yok dese veyâ Allahü Teâlâ gökdedir dese, kâfir olur demişler." (Miftahu'l-Cenne-Mızraklı İlmihal, Bedir Yay., s.116)

İmam-ı Birgivî rahimehullah diyor ki:

"Bir kimse (Allahü Teâlâ gökte benim şahidimdir) dese kâfir olur. Zira [Allahü Teâlâ'ya mekân isnad etmiş olur,] Allahü Teâlâ mekândan beridir." (Birgivî Vasiyetnâmesi, Bedir Yay., s.52)

Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah diyor ki:

“Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118) “Allahü Teâlâ zaman ve mekândan münezzehdir.” (a.g.e., s.43)

Muhammed Hâdimî rahimehul-lah (vefatı m. 1762) diyor ki:

“Allahü Teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü Teâlâ’yı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, İst., c.2, s.445-446)

Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:

"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. "Allahın olmadığı, boş bir yer yoktur" diyen kimse, kâfir olur. "Allahü Teâlâ, gökte." diyen kimse... bu sözü ile, mekân kasdediyorsa; o zaman kâfir olur. Bu şahsın, bir niyyeti yoksa; âlimlerin ekserisine göre, kâfir olur. Esahh olan da budur. Fetva da buna göredir. "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. Bahru'r-Râık'ta da böyledir. Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir. Bir kimse: "Allah, semâdan bakıyor." veya "görüyor" yahut, "...arştan, bakıp görüyor." demiş olsa; bu söz, çoğunluğa göre, küfürdür." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)

Allâme İbni Hacer el-Heytemî el-Mekkî rahimehullah (vefatı m. 1566) diyor ki:

"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çünkü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbatı çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâmeti olamaz." (Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 73)

Molla Aliyyülkârî rahimehullah diyor ki:

"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)

Büyük alim Zahid el-Kevseri rahimehullah diyor ki:

"Haşviyye taifesinin, kitaplarında İmam Malik ve İmam Ebu Hanife'den rivayet ettikleri -teşbih ve tecsim ifade eden- görüşler sahih senedlerle nakledilmiş değildir." (Makalat, 411; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 122)

"Allah’a yön tayin etmeye “küfür” ıtlak eden kimseler, imâmlar arasında son derece çoktur. Allah’ın cihetten münezzeh olduğunun delillerinden biri de “Kulun Allah’a en yakın olduğu vakit secdede olduğu andır.” hadisidir. Bu hadisi Nesâî ve başkaları rivayet ettiler." (Es-Seyfü’s-Sakîl; bkz. İnkişaf Dergisi, No:7)

"Eynellah hadisi diye bilinen hadiste geçen "Allah nerededir?" ifadesindeki "eyne" (nerede) sorusu, bir mekân kasdedilerek sorulabileceği gibi, "mekânet, mevki" kasdedilerek de sorulabilir. Bu durumda söz konusu hadisteki sorunun anlamı şudur: Allah'ın senin nazarındaki mevkii nedir?" (Makâlât, 381; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 121-122)

"Buradaki [Mirac hadisesindeki] "urûc" (yükselme) Allahü teâlâya mekân olarak yaklaşma ifade etmez. Çünkü O'na yaklaşmak mesafe katetmekle olmaz. Zira Allahü teâlâ meâlen (Secde et ve yaklaş) [el-Alak, 19] ve Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem (Kulun Allah'a en yakın olduğu an, secde anıdır) buyurmuşlardır." (Makâlât, 518; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 123)

"Cenâb-ı Hakkın, meâlen (Göklerle yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan O'dur. Sonra Arş'a istivâ etti. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni hep bilir. Her nerede olsanız sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir.) [el-Hadid, 4] buyurduğu ayet-i kerimede "istivâ" ile "ma'iyyet"i (kullarla beraber olmayı) birlikte zikretmiş olması, istivânın bir mekâna yerleşme anlamında olmadığının kesin delillerinden birisidir." (Makâlât, 366-367; bkz. Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid'atleri Tenkid, Bedir Yayınevi, İst., 2005, s. 122)

İmam-ı Gazalî hazretleri Kimyâ-yı Saâdet kitabının çeşitli yerlerinde, mesela Bedir Yayınevi'nin neşrettiği tercümenin 9. baskısının 96. sayfasında şu bilgileri veriyor:

"Kelime-i tevhîdin ma’nâsını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bildiriyor: İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmışdır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yokdur. Bir ikincisi yokdur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yokdur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyâcı yokdur. Ona muhtâç olmayan hiçbir şey yokdur. Herşeyi var eden, her vârı her an varlıkda durduran Odur. O, madde değildir. Cisim değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yokdur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayâle gelen herşey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen herşeyi, O yaratmakdadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yokdur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, cisim değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak, kusûrdur. Onda kusûr, noksanlık yokdur. Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünyâda, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve âhıretde görmek vardır. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecekdir." (Kimyâ-yı Saâdet)

Büyük İslam alimi İmam-ı Rabbâni hazretleri rahmetullahi teâlâ aleyh Ehl-i sünnet itikadını şöyle izah ediyor:

"Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü Teâlâ, maddelerin, cisimlerin, arazların, ya'nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü Teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmeyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi?...Allahü Teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi') ya'nî geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya'nî herşeyi çevirmişdir. Fakat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi', muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü Teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü Teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü Teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlayamaz." (Mektubat, 2.cilt, 67.mektup)


murat yazıcı

<alıntı>
 
Üst