Uzlaşma Teklifleri

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm

Uzlaşma Teklifleri / 1

Muhalefet Başlıyor:
Müşrikler başlangıçta biraz sessiz kalır gibi oldularsa da, tebliğin devam etmesini ve kendi atalarının dinlerinin, örf ve âdetlerinin bir anda yok olmasını hazmedemiyorlardı.

Hele hele müşriklerin ve putlarının aleyhinde olan:

“Siz ve Allah’tan başka taptığınız şeyler cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz.” (Enbiyâ: 98)

Âyet-i kerime’si nâzil olduğu zaman küplere bindiler. Muhammed Aleyhisselâm’a karşı, İslâm dini’ne karşı ve müslümanlara karşı son derece nefret ve husumet beslemeye, kızmaya, azgınlığa ve ateş püskürmeye başladılar.

Bu Nur’un yayılmasına engel olmak, onu bastırmak ve yok etmek için her türlü çareye başvuruyorlardı.

Bu safhada İslâm’la küfür arasında kıyasıya bir mücadele başlamış oldu.

TEDBİRLER DİZİSİ

Müşrikler İslâm’ın yayılışını durdurmak için bazı tedbirlere başvurmaya karar verdiler.

Ebu Tâlib’e Baskı:

İlk olarak Ebu Tâlib’e baskı uygulamayı, bu işi ona hallettirmeyi düşündüler. İleri gelenlerinden bir heyet Hâşim oğulları’nın reisi Ebu Tâlib’e gelerek: “Ey Ebu Tâlib! Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımıza dil uzatıyor, dinimizi yeriyor. Bizim aklımızı kaçırdığımızı iddiâ ediyor, atalarımızın sapıklık içinde ölüp gittiklerini ileri sürüyor. Bundan böyle ya sen onu bu işten vazgeçirmeye çalışırsın, veya himayenden vazgeçer, bizimle onun arasından çıkarsın.” dediler. Ebu Tâlib onları dikkatlice dinledi, yumuşak sözler söyleyerek tatlılıkla başından savdı.

Ebu Tâlib, İslâmiyet’i kabul etmemekle beraber elinden geldiği kadar yeğenini koruyordu.

Muhammed Aleyhisselâm’ın tebliğ çalışmalarına aralıksızca yine eskisi gibi açıkça devam ettiğini gören Kureyşliler, Ebu Tâlib’e ikinci defa heyet gönderdiler. Heyette bulunan adamlar: “Ey Ebu Tâlib! Siz bizim yaşlı bir büyüğümüzsünüz, şeref ve mevkice bizden ilerisiniz. Biz senden kardeşinin oğlunu desteklemekten vazgeçmeni istemiştik, amma siz vazgeçmediniz. Artık sabır ve tahammülümüz kalmadı. Ya sen onu bizimle uğraşmaktan vazgeçirirsin, ya da iki taraftan birisi yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız.” diyerek tehdit ettiler.

Ebu Tâlib güç durumda kaldı. Kavmi ile arayı açmayı istemediği gibi, yeğenini de yardımcısız bırakmaya aslâ gönlü râzı olmuyordu. Adam gönderip yanına getirtti ve durumu anlattı: “Yeğenim! Kavmimin ileri gelenleri bana geldiler, şöyle şöyle söylediler. Kendinin ve benim yaşayabilmem için imkân bırak. Bana altından kalkamayacağım yük yükleme. Hem bana hem kendine acı, kavminin hoşuna gitmeyen şeyler söyleme!”

Resulullah Aleyhisselâm bu sözleri dinledikten sonra amcasının fikir değiştirdiğini, kendisini himaye etmekten vazgeçtiğini düşündü.

Buyurdu ki:

“Vallahi ey amca! Onlar sağ elime güneşi, sol elime ay’ı koysalar ben yine bu dâvetten vazgeçmem!”

Gözleri yaşardı ve ağladı.

Bu durum Ebu Tâlib’e çok dokundu. “Gel ey kardeşimin oğlu, istediğini söyle! Yemin ederim ki seni hiçbir zaman onlara teslim etmem.” dedi.

Uzlaşma Teklifleri:

Müşrikler Ebu Tâlib’e yaptıkları başvurudan bir sonuç alamayınca bizzat Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek kendisiyle bir uzlaşma ve anlaşma yollarını aradılar. Çeşitli vesilelerle çeşitli heyetler gönderdiler.

Bu yapılan görüşmelerin en önemlisi Utbe bin Rebia’nınki idi. Bizzat kendisi giderek şöyle hitapta bulundu:

“Bak yeğenim! Biz seni eskiden beri sever sayarız, akıllı bir kişi olarak tanırız, kimseye kötülük ettiğini görmedik. Senin âilen de en soylu bir âiledir. Fakat sen kavmimize felâket getirdin, halkı tahrik ederek aramızda ayrılık çıkardın, bizi birbirimize düşürdün. Bizi aptal yerine koydun, dinimizi ve tanrılarımızı kötüledin. Atalarımızın sapıklık içinde ölüp gittiklerini söyledin. Bana açıkça söyle, bütün bunların sebebi nedir? Maksadın mal ve mülk ise, seni Mekke’nin en zengini yapalım. Başkan olmak istiyorsan başkan seçelim. Kadın istiyorsan, seni Kureyş’in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim. Eğer cinlerin şerrine kapılmışsan seni tedâvi ettirelim. Yeter ki bu dâvândan vazgeç!”

Resulullah Aleyhisselâm cevap olarak Fussilet sûre-i şerif’ini okumaya başladı:

“Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: İşte sizi Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyardım.” (Fussilet: 13)

Âyet-i kerime’sine gelince Utbe o anda, sanki yıldırım her an gelip kendisine çarpacak gibi bir hâle büründü. Derhal elini Resulullah Aleyhisselâm’ın ağzını kapatmak için kaldırdı ve yalvarırcasına: “Sakın öyle konuşma!” dedi.

Daha sonraarkadaşlarına anlatırken: “Biliyorsunuz ki Muhammed bir şey söyleyince yalan çıkmıyor, bu sebeple bir azap geleceğinden korktum.” dedi. “Vallahi o seni büyülemiş.” diyenlere: “Ben size fikrimi söyledim, istediğinizi yapın, bu mesele benim gücümü aşmıştır.” cevabını verdi.



Bir defasında da Kureyş’in ileri gelenleri heyet olarak gelip daha önceki tekliflerini tekrarladılar.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

“Ben sizin dediğiniz gibi hasta falan değilim, sizden mal-mülk de istemiyorum, mevki ve makama kavuşmak için başkanlık da istemiyorum. Gerçek şu ki beni Rabb’im peygamber olarak göndermiştir, bana bir kitap indirmiştir. O’nun emirlerini size tebliğ ediyorum. Getirdiğim şeyi kabul ederseniz, dünyada da ahirette de mutlu olacaksınız. Yok eğer reddederseniz Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim.”

Gelenler birçok tehditler savurdular: “Biz senin bunları yapmana daha fazla müsaade etmeyeceğiz. Ya sen bizim işimizi bitirirsin ya biz senin işini.” dediler.

Resulullah Aleyhisselâm’ın dâvetine Kureyş müşrikleri şiddetle muhalefet etmekle beraber, uzlaşma çareleri aramaktan da geri kalmıyorlardı.

Yine bir defasında ileri gelenlerinden bazıları gelerek:

“İster misin bir yıl biz sana uyalım, sen de bir yıl süreyle bizim dinimize tâbi ol. Böylece aramızdaki ihtilâf ortadan kalmış olur.” dediler.

Son derece cehâletle yapılan bu teklife Resulullah Aleyhisselâm:

“Başkasını Allah’a ortak koşmaktan yine Allah’a sığınırım.” cevabını verdi.

Bunun üzerine müşriklerin bu heveslerini ve ümitlerini kesmek, iki hasım zümre, yani müminlerle putperestlerin arasındaki çekişmeyi gidermek, bu sapık fikrin ne o zaman ne de gelecekte uygulanmasının mümkün olmayacağını beşeriyete duyurmak için Allah-u Teâlâ Kâfirûn sûre-i şerif’ini indirdi. Onların dinlerinden bütünüyle uzak durmasını emir buyurdu.

“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam, benim taptığıma da siz tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim, benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”

Resulullah Aleyhisselâm sabahleyin Mescid-i haram’a gitti. Kureyş’in ileri gelenlerinden bir heyet vardı. Başlarına dikilerek bu sûre-i şerif’i okudu, onlar da ümitlerini kestiler.

“Resul’üm! De ki: Siz bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz ey câhiller!” (Zümer: 64)

Âyet-i kerime’si de bu sebeple nâzil olmuştur. Müşrikler Allah’tan başkasına tapmayı istedikleri için bu cehâletlerini yüzlerine vurarak:

“Ey câhiller!” diye hitap etmesi emredilmişti.

Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a Hakk’a karşı teslimiyetini sırası geldikçe her zaman ortaya koymasını Âyet-i kerime’sinde emir buyurmuştur:

“De ki: Bana Rabb’imden apaçık deliller gelince, ben sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınıza ibadet etmekten kesinlikle men olundum ve bana âlemlerin Rabb’ine teslim olmam emredildi.” (Mümin: 66)

Bu emir aynı zamanda kıyamete kadar gelecek ümmetine de yönelik bir emirdir.


"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Son düzenleme:

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm

Uzlaşma Teklifleri / 2

Bazen de Muhammed Aleyhisselâm’a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi halinde, onlar da onun Rabb’ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde ise İslâm’la ve İman’la bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:

“(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)

Âyet-i kerime’de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.

Resulullah Aleyhisselâm, İslâmiyet’in yayılmasını engelleyen pürüzlerin az da olsa kalkması için dinin esasını bozmayan bazı hususlarda Kureyş müşriklerine biraz hoşgörülü davranmayı düşünmüştü.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:

“Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.

O takdirde sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.”
(İsrâ: 74-75)

Âyet-i kerime’ler Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a olan lütfunu bildiriyor. Onu azgınların hilesinden, kötülerin şerrinden koruduğunu, işlerini kendisinin yönettiğini, ona yardımı kendisinin üzerine aldığını, yarattıklarından hiçbir kimseye onu bırakmadığını, ona karşı çıkıp reddedenlere galip getireceğini, dinini yücelteceğini haber veriyor.

Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle imkânsızlaştı.



Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müşriklerin hiçbir şeye güçleri yetmeyen bir takım putlara ne kadar kafasız bir şuurla tapındıklarını beyan buyurmaktadır:

“De ki: Allah’ı bırakıp da taptığınız ilâhlarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, onlar yeryüzünden hangi şeyi yaratmışlardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Yoksa biz onlara bir kitap verdik de, ondaki bir delile mi dayanıyorlar? Hayır! O zâlimler birbirlerine aldatmadan başka bir vaadde bulunmuyorlar.” (Fâtır: 40)

Bu ifade onların iç durumlarını, küfür ve şirk içinde bocalayıp durduklarını ve ne kadar akılsız olduklarını ortaya koymaktadır.

“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette: ‘Allah’tır!’ derler.

De ki: ‘Öyle ise söyleyin bana; eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi?’” (Zümer: 38)

Onlar hiçbir şey yapamazlar. Ne bir sıkıntıyı giderebilirler, ne de gelmesi gereken bir iyiliğe engel olabilirler.



Kureyş müşrikleri her ne kadar kâinatın yaratıcısının Allah olduğuna inanıyorlarsa da, bununla beraber başka şeyleri de ilâh olarak kabul etmekte, dileklerini onlardan istemekteydiler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“De ki: Allah’tan başka taptığınız şeyleri gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlar göstersenize! Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru sözlü iseniz, bundan önce indirilmiş bir kitap veya bir ilim kalıntısı varsa onu bana getirin.” (Ahkâf: 4)

Allah’tan başkasına ibadet etmeye dâir aklî ve naklî hiçbir delil olamaz. Allah tarafından indirilen hiçbir kitap gösterilemez ki, Allah Zât-ı akdes’inin bir ortağı olduğunu bildirmiş olsun.

“De ki: Allah’tan başka ilâh saydıklarınızı çağırın. Onlar göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı yoktur. Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.” (Sebe: 22)

Âlemlerin yaratılışı ve idaresi hususunda aslâ bir etkileri olamaz. Âcizdirler, hükümsüzdürler.

“Yeryüzünde (O’nu) âciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.” (Şûrâ: 31)

Ki başınıza gelecek olan azabı sizden kaldırsın ve sizi kurtarsın.

“Onlar Allah’ı bırakarak kendilerine göklerden ve yerden hiçbir şeyi rızık olarak vermeye sahip olmayan ve buna güçleri de yetmeyen şeylere mi tapıyorlar?” (Nahl: 73)

Böyle olduklarına göre, nasıl olur da onlardan bir fayda beklenebilir?

“O’nu bırakıp da taptıkları şeyler ise bâtıldan başka bir şey değildir. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür.” (Hacc: 62)

Gerçek yücelik ve ululuk O’na mahsustur, yüceliği her bakımdan sınırsızdır. Eşsiz tek büyük O’dur.

“Allah’a benzerler ortaya koymaya kalkmayın. Şüphesiz ki Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Nahl: 74)

Allah tek gerçektir. Ezelî ve ebedî olarak benzeri yoktur. O bilir ve Zât-ı akdes’inden başka ilâh olmadığına şâhitlik eder.

Allah-u Teâlâ müşriklerin putlara tapmakla ne kadar sapık bir duruma düştüklerini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:

“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyen şeylere taparlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ derler.

De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?’ Allah onların koştukları ortaklardan yüce ve münezzehtir.” (Yunus: 18)

İbâdete lâyık sadece O’dur. O’ndan başka mâbud olsaydı, Allah-u Teâlâ onu mutlaka bilirdi. Göklerde ve yerde var olan her şey O’nun ilmi dahilindedir.

“Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları, akıl da erdiremedikleri hâlde mi?” (Zümer: 43)

Hiçbir şeye sahip olmazken ve akılları da yokken, bunu nasıl yapabilirler? Böyleyken onlara tapıp duruyorsunuz!

“Gökyüzünde nice melekler var ki, şefaatleri hiçbir fayda sağlamaz. Meğer ki Allah dilediğine ve râzı olduğuna izin verdikten sonra olsun!” (Necm: 26)

Mukarreb melekler hakkında durum böyle olunca, ey câhiller bu putların şefaatçi olabileceklerini nasıl ümit edebilirsiniz?

Diğer Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Allah’ı bırakıp da sana fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, hiç şüphesiz ki sen mutlaka zâlimlerden olursun.” (Yunus: 106)

Gerçekte O’ndan başka yarar ve zarar veren hiçbir şey yoktur. Zât-ı akdes’inden başka her şey yok olup gidecektir.

Şirkin ne kadar büyük bir günah olduğunu belirtmek üzere Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitap ederek şöyle buyurmuştur:

“Andolsun ki sana da senden öncekilere de şu vahyolunmuştur:


Eğer Allah’a şirk koşarsan, amelin mutlaka boşa gider ve elbette hüsrana uğrayanlardan olursun.

Hayır! Yalnız Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.”
(Zümer: 65-66)

Allah-u Teâlâ bu ilâhî ihtârı ile Resulullah Aleyhisselâm’ı kendisine şirk koşmaktan ve kâfirlere boyun eğmekten korumuştur.

“Onlar Allah’ı bırakıp da, Allah’ın onlar hakkında hiçbir delil indirmediği ve kendilerinin dahi hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere tapıyorlar.

Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.” (Hacc: 71)

Şuursuzca tapındıkları o şeyler hakkında, akıllarını kullanarak da bir bilgi edinmiş değillerdir. Atalarını körü körüne taklit etmektedirler.

Bu sebepledir ki bu zulmü işleyenlerin tuttukları yolun doğruluğunu kabul edecek hiçbir kimse olamaz.


"Bu eser, Pakistan Devleti tarafından 1997 yılında düzenlenen Dünya Sîret yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüş ve Muhterem Müellif'e bir liyakat belgesi verilmiştir."

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Son düzenleme:
Üst