Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti

  • Konuyu başlatan Ze'Mahşer
  • Başlangıç tarihi
Z

Ze'Mahşer

Ziyaretçi
Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti​

Türkçede ‘birlemek' şeklinde ifade edilen ‘tevhid', Arapça ‘vahd' kökünden türemiş bir mastardır. ‘Tevhid' sözlükte, bir şeyin ‘bir' olduğuna hükmetmek, onu 'bir' olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak ‘tevhid', mutlak anlamda Allah'ın bir olduğunu bilmeyi, O'ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayi ifade eder.

‘Tevhid' en geniş anlamıyla ‘bir' Allah inancının, insanların düşündüğü bütün ilâh düşüncelerinden uzak bir dünya görüşünün, tek Yaratıcı, tek Rab tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. ‘Tevhid' aynı zamanda alemlerin Rabbi Allah (cc) tarafından insanlara gönderilen ilâhí dinin adıdır. Şirk'i anlatırken söylediğimiz gibi, insanlar ya Tevhid Dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi heva ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa; ‘Tevhid' de Allah'ın vahy yoluyla gönderdiği dini tanımlar.

‘Tevhid' hem inanç açısından Allah'ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ‘bir'lemek, hem de ibadeti yalnızca Allah'a mahsus kılmaktır. Allah'ın birliğini ifade eden ‘tevhid' kavramı Kur'an'da geçmemektedir. Allah'ın birliği Kur'an'da, ‘Vahid', ‘Ehad' gibi sıfatlarla ve başka tarzla açıklanmaktadır.

Allah'ın birliğinden, sıfatlarından ve diğer iman konularından bahseden ilme ‘kelâm' denilir. ‘Tevhid ilmi' kelâm ilminin diğer adıdır. Çünkü Tevhid ilmi ağırlıklı olarak Allah'tan ve O'nun insanlara gönderdiği inanç esaslarından bahseder.

Ebediyatta ‘tevhid'; Allah'ın birliğinden ve yüceliğinden bahseden, bunlardan söz eden, konusu bu gibi şeyler olan şiir çeşitlerine denir.

Tevhid'in Amacı: ‘Tevhid'ten maksat, Allah'ı birlemek ve O'nu bir olarak kabul etmektir. Buradaki ‘bir'den amaç sayı yönünden bir olması değil, O'nun hiç bir şekilde ortağının, benzerinin ve eşinin olmaması, ezelí ve ebedí sıfatları yönünden hiç bir şeye benzememesi, Kur'an'ın ifadesiyle ‘hiç bir şekilde denginin bulunmaması'dır. Benzer cinsler arasında her hangi bir şeye ‘bir' denilir ama, onun cinsinden ve benzerinden başka şeyler de olabilir. Allah'ın bir ve tek oluşu ise benzersiz, eşsiz ve denksiz bir birliktir.

‘Tevhid', Allah'tan başka ilâh olmadığına inanan mü'minlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah'a yöneltmeleri, Allah'a teslim olmaları, mutlak kudret sahibi olarak O'nu görmeleri, O'nun gösterdiği yolda yürümeleri, O'nun istediği gibi O'na kulluk yapmalarıdır. Tevhid' ehline, yani ‘şehadet getirip mü'min olanlara muvahhid-Allah'ı tevhid eden'ler denilir. Muvahhidler, Tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince göre hayatlarını sürdürürler. ‘Tevhid' ehli, yalnızca ‘Allah vardır' demekle kalmaz. Bunu demekle beraber, O'ndan başka ilâh, O'ndan başka yaratıcı, O'ndan başka rızık verici, O'ndan başka hüküm koyucu, O'ndan başka Rabb olmadığına da inanırlar. Işte bu, Tevhid Dininin özüdür.

Tevhid'in Kapsamı: Bilindiği gibi'Tevhid' veya ‘Islâm Dini', Tevhid Kelimesi veya Şehâdet Kelimesi ile özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu iki cümleyi inanarak söylerse mü'min olur. Bu iki cümle, Islâmın bütün iman ve ibadet ilkelerini içerisine almaktadır. Mu'min, bu iki cümleden birini söylediği zaman, bütün benliği ile Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz.Muhammed'in getirdiği dinin Hakk din olduğuna tanıklık (şahitlik) eder. Her iki cümle de ayrı ayrı Islâmın ve buna inanmayı ifade etmenin özetidir. Unutmamak gerekir ki, İslâm yalnızca bu cümleleri ‘dil' ile tekrar etmek değildir. Bunlar Islâma giriş ve Islâma girdikten sonra Islâma ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme duyurusudur. Mü'min, bunları söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini kabul ettiğini ortaya koymuş olur.

Mü'min, niçin Tevhid Kelimesini söylediğinin farkındadır. Bu sözün yalnızca iki gerçeği haber veren bir şey olmadığını bilir. Bu sözü söylerken neyi kabul ettiğini, neyi reddettiğini anlar. Bütün kalbiyle inanır, bunu diliyle ilan eder ve inandığı şeyin gereğini yapar. Tevhid veya Şehâdet Kelimesi iki hüküm cümlesidir. Birinci bölümde önce ‘lâ ilâhe'-ilâh yoktur, sonra da ‘Allah vardır', yaygın söyleyişle ‘Allah'tan başka ilâh-tanrı yoktur' denilir. Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilâhları-tanrıları, ilâh-tanrı düşüncelerini, ilâha-tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce ‘nefy-yani reddetme', sonra da ‘tasdik-yani kabul etme' söz konusudur. Islâm açısından son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü Islâmın üzerinde durduğu en önemli mesele, Tevhid inancıdır. Insanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten sorumludurlar. ‘Tevhid' yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır.

Kur'an'ın üzerinde en çok durduğu konu da budur. Hz.Muhammed (s.a.s.)'in mesajı, Kur'an'ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini terkederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete katılmadır, hem de dünya ve Ahiret kurtuluşudur. İslâmın bütün yükümlülükleri, bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı girmiş ‘muvahhidler' tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve meselesi ‘Tevhid' ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi özgür iradesi elinde bulunan insan, Tevhid ile şirk arasında kendi isteği ile bir seçim yapacaktır. Yaptığı seçimin, yani seçtiği hayat tarzının sonucuna da kendisi katlanacaktır.

Tevhid veya Şehâdet kelimesinin ikinci kısmı, Hz.Muhammed'in Allah'ın rasûlü (elçisi) olduğunu kabul ve ilân etmektir. Bunun anlamı da yalnızca ‘O, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir' demek değildir elbette. O'nu Allah'ın son rasûlü tanıdıktan sonra, O'nunla gönderilenleri, O'nun tebliğ ettiklerini, O'nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek demektir. Aynı zamanda O'nun anlatıp gösterdiği yaşama biçimini seçmek, O'nun tebliğ ettiği ilâhí şeriati hayat prensibi haline getirmek anlamına da gelmektedir. Rabbimiz (cc) hükümlerini ve kullarından istediklerini rasûlleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Tevhid veya Şehâdet Kelimesini söyleyenler, Allah'ın hükümlerini kabul edenler ve onları hayatlarına uygulamaya karar verenlerdir.

Tevhid Kelimesi Islâmin giriş kapısıdır desek yanlış olmaz. Ancak bu kapıdan içeri girenler, içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman esasını, her bir kulluk şartını kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.

Tevhid'in Kısımları: Yukarıda geçen tanıma göre Tevhid üç kısımda anlaşılmaktadır:

1- Zat'ta tevhid: Allah (cc) zatı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh (uzak) olması demektir. Allah (cc) aynı zamanda insanların bildiği gibi bir cisim, bir cevher (görünen bir varlık), bir şeylerin bileşimi de değildir. Kur'an farklı şekillerde sürekli olarak Allah'ın bir olduğunu, eşinin ve benzerinin olmadığıni vurguluyor. Kur'an, Allah'ın varlığına ait ne kadar delil getiriyorsa, bir o kadar da ‘bir' olduğuna da o kadar delil getiriyor.

Kur'an, Allah'ın birliğini şu yollardan biriyle anlatıyor:

a- ‘Ehad' ve ‘vahid' kelimeleriyle: “De ki O Allah bir ‘dir.” (112/İhlâs, 1) “Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir'dir.” (37/Sâffât, 4). (Ehad ve vâhid kelimeleri aynı mânâda olup, ‘yalnız ve tek olmak, bir olmak demektir. Sayı olarak ‘vâhid' bir demektir. Ancak ikisi arasında kullanılış yönünden incelikler vardır. Sayı saymaya ‘vahid –bir' ile başlanır, ‘ehad' ile başlanmaz. ‘Evde, bir değil, iki kişi var' derken ‘vâhid' kullanılır. Kur'an'da, Allah hakkında bir âyette ‘ehad', yirmi iki âyette ise ‘vâhid' kelimesi kullanılıyor.)

b- Olumsuzluk ifadesiyle: “Allah'tan başka ilâh yoktur.” (3/Âl-i İmrân, 62)

c- Yasaklama ifadesiyle: “Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin.” (16/Nahl, 51)

d- Tevhid anlamında, başka ilâh olmadığı vurgulanarak: “Allahu, lâ ilâhe illa hû -Allah, O'ndan başka ilâh olmayandır-.” (2Bakara, 255) “Şüphe yok ki Ben, Ben Allah'ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibâdet et…” (20/Tâhâ, 14)

e- Birliğin soru şeklinde vurgulanmasıyla: “Size gökten ve yerden rızık verecek Allah'tan başka yaratıcı mı var?” (35/Fâtır, 3)

f- Hıristiyanların teslisini (üçlü ilâh inancını) reddederek (4/Nisâ, 171).

g- İnsanın yaratılışı da bir Allah inancını kabul etmeye uygundur. Örneğin, insan kurtulma ümidinin kaybolduğu, kimsenin yardımcı olamayacağı bir sıkıntı anında Allah'a yalvarır (17/İsrâ, 67).

h- İnsanın aklını kullanmasını sağlayarak; eğer birden fazla ilâh olsaydı yerlerin ve göklerin dengesi bozulurdu ifadesiyle (21/Enbiyâ, 22).

ı- Hayretle karışık soru şeklinde: “...Allah ile başka ilâhlar var mı?!” (27/Neml, 60-63)

2- Sıfatta Tevhid: Allah (cc) sıfatlarında da tektir, hiç bir varlık O'na sıfatlarında ortak (şerik) veya denk değildir. Allah'ın sıfatları denildiği zaman, Allah'ı bize bildiren ilâhí özellikleri akla gelir. Allah'ın sıfatları O'na aittir ve kendisi gibi ezelídir, başlangıcı yoktur. Bazı sıfatlar Allah'a aittir. Bu sıfatlar O'ndan başka hiç bir yaratıkta olamaz. Örneğin, ‘Beka-sonu olmamak' sıfatı gibi. Allah'ın sonu yoktur, O ölüımsüzdür, varlığı asla sona erici değildir. Allah

(cc) bazı sıfatlarından varlıklara da vermiştir. Meselâ, ‘hayat, diri ve canlı olma' sıfatı gibi. Canlılar da hayat sahibidir ama, günün birinde onların hayatı sona erer.

Hayvanlar ve insanlar ‘görme' sıfatına sahiptirler ama onların görmeleri sınırlıdır, bazı araçlarla olmaktadır. Allah'ın görmesi ise tıpkı diğer sıfatları gibi mutlaktır, bir aracıya muhtaç değildir.

3- Fiilde Tevhid: Allah'ın yaratmasına, bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmasına O'nun fiili denir. Yaratma yalnızca Allah'a aittir. Çevremizde ve evrende gördüğümüz bütün olaylar ve oluşumlar, Allah'ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Asıl yaratıcı Allah'tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi yaratan O'dur. O'nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şeyi yoktur. Var eden de O'dur, öldüren de O'dur, varlığın devamını yaratan da O'dur.

Fiilde Tevhid, Allah'ın tek yaratıcı olmasına inanmadır, yaratma ve var etme sıfatını başka ilâhlara vermemektir. O'nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı gibi, alete, araca, zamana da ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, ona yalnızca ‘ol' demesidir; o da hemen oluverir.” (36/Yâsin, 82). Tevhid, Allah'ı ‘ulûhiyyette-ilâhlıkta' ve ‘rubûbiyyette-rablikte' tek ve bir bilmenin ifadesidir. Allah (cc) hem yaratıcı olarak tek ilâhtır, hem de evreni ve içindekileri yaratan, düzenleyen, idare eden ve insanlar için hükümler koyan bir Rabdir.

Kimileri ‘Allah vardır ve yücedir' derler ama, O'na bir takım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri Allah (cc) gibi düşünürler. Veya Allah'a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da ‘Allah büyüktür' dedikleri halde hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah'ın koyduğu helâl ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine ‘tâğutların'hükümlerini benimserler. Bu gibi kimseler Tevhid'e iman etmemiş sayılır. Çünkü Hz. Allah, hem eşi ve benzeri olmayan tek ilâhtır, hem de tek Rabb'dir. Tek Rabb olmanın anlamı, yaratan, şekil verip terbiye eden, yöneten, tek sahib ve hüküm koyucu demektir. Ilâhlığı Allah'a yakıştırıp ta rabb'liği başkalarına tanıyanlar Tevhid'i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar ‘şirk' koşup müşrik olanlardır.

Kur'an'ın ifadesi açık olmasına rağmen, Allah'ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, ‘bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca atamızın ilkesine göre, falanca ilim adamına ve efendiye göre' gibi ölçüler Tevhid'e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah'ın Rabliğini tanımayanlardır . “…Dikkat edin, hükmün tamamı O'nundur…” (6/En'âm, 62). Burada söz konusu edilen nokta, Allah'ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koymak ve Allah'ın dininin yerine başka dinler uydurmak mantığıdır. Bu Tevhid'e aykırıdır.

Tevbe Sûresinin otuzbirinci âyetini ve bu âyetle ilgili Peygamberimizin Adiyy b. Hatem'e cevabını hatırlayalım: Âyet, bazılarının din adamlarını, hahamlarını ve Hz.Isayı Rabb edindiklerini, yani onlara kulluk yaptıklarını söylüyor. Adiyy b. Hatem, onların bu gibilere kulluk yapmadıklarını söyleyince, Peygamberimiz, işin mantığını çarpıcı bir şekilde izah etti: Halk, onların helâl ve haram ölçülerini kabul ediyorsa, bunun anlamı onları Rabb haline getirmektir. (nak. Muh. Ibni Kesir, 2/137. Tirmizí, nak. Elmalı, 4 /317)

Öyleyse, Tevhid'e inanan bütün mü'minler, bu inanmanın gereğine uymak zorundadırlar. Allah'ı hem ilâhlıkta tek ve bir, hem de Rabb olmada tek ve bir bilecekler. O'nun emrinin, O'nun hükmünün, O'nun büyüklüğünün üzerine hiç bir şey koymayacaklar. O'nu zatında, sıfatlarında, fiillerinde ‘ehad-tek' olarak tanıyacaklar. Bazılarının yaptığı gibi gökleri Allah'a, yeryüzü de insanlara bırakmak Tevhid değildir. Yani onlara göre Allah, yer ve gökleri yarattı ve yönetmektedir. Tamam bu doğrudur, ‘O Allah, gökleri yönetmeye devam etsin, canlıların rızkını versin, sıkışanların da yardımına koşsun, ama yeryüzüne, toplumların ve devletlerin yönetimine karışmasın. Toplumlara ve insanlara ait hükümleri biz O'ndan daha iyi biliriz' şeklinde düşünürler ve inanırlar. İşte bu mantık ‘şirk' mantığıdır, tâğutluktur.

Dikkat edilirse, İslâm gelmeden önce câhiliye insanları ‘Allah yoktur' demiyorlardı. Allah'ın var olduğuna inanıyorlardı ama O'na putları ortak koşuyorlardı ve O'nun insanlar hakkında koyduğu hükümleri tanımıyorlardı, ya da O'nun adına kendileri hüküm koyuyorlardı.

Allah'tan Başka İlâh/Tanrı Yoktur Ifadesinin Anlamı: Tevhid kelimesinde bir incelik daha var: Orada ‘Allah vardır' ifadesi değil, ‘Allah'tan başka ilâh yoktur' ifadesi yer almaktadır. Allah elbette vardır. Insanlar zaten ilahsız olamazlar ki. Herkesin mutlaka bir ilâhı veya bir çok ilahı vardır. Insan ilâh inancından asla uzak olamaz. Önemli olan bu ilâh inancı değil, yanlış ilâh inançlarını terkedip, alemlerin Rabbi Allah'a inanmaktır. İşte bu Tevhiddir. Tevhid, aynı zamanda İslâm'ın dünya görüşüdür. Evet, İslâm Tevhidí bir dünya görüşüne sahiptir. Hayat anlayışı, evreni izah edişi, ölüm gerceğine bakışı, hükümler konusundaki tavrı, geçmişe ve geleceğe bakışı tamamen bir Allah inancına dayanır.

İslâm'ın getirdiği bütün çözümler, önerdiği yaşama tarzı, bu hayatı devam ettirecek ilkeler ve prensipler, insanlara ve toplumlara, bilgiye ve bilginin kaynaklarına bakışı, tarihi değerlendirişi hep bir Allah inancından, yani Tevhid'ten kaynaklanmaktadır. En ufak, hatta göze görünmeyen varlıktan en büyük varlıklara kadar, galaksi ve nebulalara varıncaya kadar her şey, ama her varlık Allah'ın birliğinin isbatıdır, Tevhid'in görüntüsüdür.

Tevhidin Pratik Görüntüleri: Bu muazzam görüntüyü ve Allah'ın vahiy ile öğrettiği Tevhid'i beş maddede daha açık görebiliriz:

1- Kâinattaki Tevhid: Kainattaki her varlık bu inancı bize haber veriyor. Kur'an'da sık sık bu duruma dikkat çekilmekte, Allah'ın sonsuz kudretinin eserine bakmamız tavsiye edilmektedir. Kainattaki her varlık kendine ait bir özelliğe sahiptir ve her biri kendi görevini yerine getirmektedir. Bu durum, Tevhid'in göstergesidir (51/Zâriyât, 20-21; 3/Âl-i İmrân, 190).

2- Siyasette Tevhid: Siyaset, idare etme, yönlendirmedir. Âlemlerin Rabbi Allah (cc) alemleri yaratan ve idare edendir. O'nun hükmü hem kainatta hem de insan hayatında geçerlidir. “O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.” (43/Zuhruf, 84). Allah'ı dünya ve toplum işlerine karıştırmak istemeyen mantık Tevhid'e aykırıdır ve tâğutluktur.

3- Toplumda Tevhid: İslâm ümmeti, Tevhid Dinine inanmakla tek bir ümmet, tek bir topluluk olmaktadır. “Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.” (21/Enbiyâ, 92). Öyleyse mü'minler, hayatlarına Tevhid ilkelerini hakim kılarak birliklerini koruyacaklar, Allah'ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılıp-parçalanmayacaklar ve vahdet olacaklar. Mü'minleri, ancak Tevhid ilkelerine topluca sarılma birleştirir, bir araya getirir. Mü'minler, kendilerine Allah'ın âyetleri geldikten sonra parçalananlar, bölük pörçük olanlar gibi olmazlar (3/Âl-i İmrân, 105).

4- Kişide Tevhid: İman edenler, Islâmın kendilerinden istediği ‘mavahhid' tipli insan olmak, hayatlarının her anında Tevhid inancını göstermek , kulluğu tek bir Rabb'e yapmak durumundadırlar. Muvahhid, bütün benliği ve duygularıyla Tevhid ilkelerine inanır, mücadelesini bu uğurda yapar.

5- Yürekte ve Dilde Tevhid: Mü'minler, Tevhid Dininin özeti olan Tevhid Kelimesini yürekten kabul ederler, inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlâkta, ibadette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler. Tevhid'in ilkelerini hayata hâkim kılarlar.

‘Lâ ilâhe illâllah' dedikten sonra, başka ilâhların peşine gitmezler, şirk olabilecek fikirleri kabul etmezler, ilâh zannedilenlelerin ve tağutların hükümlerine itibar etmezler. Allah'a rağmen insanlara hükmetmeye kalkışanlara yüz vermezler. Ibadetlerini yalnızca Allah'a yaparlar. İmanlarında asla taviz vermezler. Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah'a dayan, vekil olarak Allah yeter…Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı …” (33/Ahzâb, 3-4).

İşte bu mânâda kim Kelime-i Tevhid'i (veya Şehâdeti) kabul ederse, kim hayatını bu inanç doğrultusunda yaşarsa, kimin son sözü ‘lâ ilâhe illallah muhammedu'r resûlullah' olursa, onun cennete gideceği umulur. (Müslim, İman 40, Hadis no: 94, 1/94. Buhârî, Timizî, nak. K. Sitte 2/206-207)

İnsanlık tarihi baştanbaşa bir Tevhid mücadelesi tarihidir. Kimileri şirk dinine girip saptıkça, azdıkça, kısaca yoldan çıktıkça Allah'ın peygamberleri onları Tevhid'e davet ettiler, kurtulmalarını sağlamaya çalıştılar. Insanlar Rablerine isyan etmeye, Allah (cc) da onlara elçi ve elçilerle beraber kurtuluş davetini göndermeye devam etti.

Bugün de Allah'ın son vahyi olan Islâm ve O'nun kitabı Kur'an, bunun yanında Hz. Muhammed'in mesajı bütün insanlığı Tevhid'e davet ediyor. Çünkü gerçek kurtuluş Tevhid'e uygun yaşamaktır. Kur'an'ın deyişiyle; “…Darmadağınık bir çok düzme ilâhlar (tanrılar) mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye Galip Kahhar (sonsuz güç sahibi) bir tek olan Allah mı?” (12/Yûsuf, 39) (4)

Tevhid; Hayatın Anlamı: Sözlük anlamı olarak tevhid: Birlemek, tekleştirmek, bir şeyin tek olduğu hakkında hüküm vermek, bir bilmek demek olan tevhid; terim olarak; Allah'ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek, eşi ve benzeri olmadığına iman edip ibâdet ile de O'nu birlemektir. Yani ibâdeti O'ndan başkasına yapmamak ve yalnız O'na tahsis etmektir. “De ki; O Allah bir'dir. Allah samed'dir (Hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O'na muhtaçtır. O her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır). O doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na benzeyen, O'na eş ya da denk hiçbir şey de yoktur.” (112/İhlâs, 1-4)

İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, Lâ ilâhe illâllah'tır. Mânâsı: Allah'tan başka ilâh/tanrı yoktur, yani bütün kâinatta Allah'tan başka ibâdet edilmeye, O'nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah'tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah'tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve sadece ilâh olarak Allah'ı kabul etmelidir.

İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar da, Allah'a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz'in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah'a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.

Kur'ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid'den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid'i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur'an'a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah'ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek” olarak kabul edilmesi ve O'na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük yaşayışındaki her tavrına kadar, Allah'ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah'ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.

Tevhidi kabul eden insan Allah'a şöyle söz vermiş olur: “Ben ancak Senin emirlerine kayıtsız şartsız uyarım, Sana dayanır ve Sana güvenirim. Cezalandıracak ve mükâfatlandıracak ancak Sensin. En güzel emir Senin emirlerin ve en mükemmel kanun senin kanunlarındır. Senin emirlerini alaya alan, yalanlayan ve haddi aşanlara karşı koyacağım. Senin rızan için yaşayacağım, Senin emrine uymayan hiç bir fikri ve kanunu benimsemeyeceğim.”

Allah'a, O'nun zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ortağı ve dengi olmadığına, O'nun doğmadığına ve çocuğu olmadığına iman edilmeden tevhid gerçekleşmez. Tevhid, rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi olmak üzere ikiye ayrılır.

Rubûbiyet Tevhidi: Rubûbiyet tevhidini tam olarak anlayabilmek için, rubûbiyet kavramının türediği “rabb” kelimesini iyi kavramak gereklidir. Rabb kelimesi, esas olarak terbiye anlamına gelir. Terbiyenin yanında, aynı zamanda ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, taahhüt etmek, kemale erdirmek, tamamlamak, efendisi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, toplamak, başkanlık etmek, sahip olmak, bakmak, büyütmek, sözünü geçirmek, istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, rızık vermek gibi mânâları kapsar.

Allah Teâlâ, âlemlerin gerçek Rabbi olduğu için, rubûbiyet (rablık) sadece O'na aittir. Bu konuda Allah'ın tevhidi farzdır. Bütün bu sıfatlarıyla rubûbiyet Allah'a aittir. Yukarıda sayılan rubûbiyet sıfatlarında Allah'a ortak kabul etmek şirktir. Çünkü her yönüyle yaratan, rızık veren, her şeye sahip olan O'dur. İşleri idare eden, öldüren ve dirilten, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, yükselten ve alçaltan O'dur.

Rubûbiyet tevhidi; göklerin ve yerin yaratıcısının sadece Allah olduğuna ve bütün kâinat işlerini O'nun düzenlediğine inanmaktır. Bu imanın gereği olarak insan, sadece Allah'a kulluk/ibâdet etmeli ve O'na hiç bir konuda ortak koşmamalıdır. Rubûbiyet tevhidi, fıtraten insanın kalbine yerleştirildiği için çoğu zaman müşrikler de dâhil olmak üzere bütün insanlık tarafından kabul görmüştür. Tarih boyunca çok az insan rubûbiyyet tevhidinde sapıklığa düşmüştür. Mekke müşrikleri taptıkları putların rubûbiyet sıfatlarını taşımadıklarını pekâlâ biliyorlardı. Fakat buna rağmen sahte ilâhlarına saygı ve tâzim gösteriyorlardı. Bu konu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorarsan, şüphesiz Allah'tır derler.” (29/Ankebût, 61) “De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O kulaklara ve gözlere mâlik bulunan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor? Hemen: ‘Allah' derler.” (10/Yûnus, 31). (Ayrıca bakınız: 43/Zuhruf, 9, 87; 23/Mü'minûn, 86-87; 31/Lokman, 20.)

Kur'ân-ı Kerim'deki bu âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, kişi sadece bu tür bir tevhidi kabul etmekle İslâm dinine girmiş olmaz. Çünkü, yukarıda geçen âyetlerde ifade edildiği üzere Mekke müşrikleri de Allah'ın rubûbiyetini ikrar ediyorlar; yani yaratan, yoktan var eden, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, duâlara icâbet eden vb. sıfatlara sahip yüceler yücesi Allah'a inanıyorlardı. Ne var ki, putlarına/tanrılarına kendileri için şefaatçi olsunlar diye tapıyor, onları Allah'ı seviyormuş gibi seviyorlardı. Doğal olarak bu halleriyle müşrik oluyorlardı.

Kur'an, ulûhiyet tevhidi olmadan, sadece rubûbiyet tevhidi ile kişinin kurtuluşa erişemeyeceğini açıkça belirlemiştir. İnsanın muvahhid bir müslüman sayılabilmesi ve cehennem azabından kurtulabilmesi için rubûbiyet tevhidi ile beraber ulûhiyet tevhidine de iman etmesi lâzımdır. O halde ulûhiyet tevhidi nedir?

Ülûhiyet Tevhidi: Ulûhiyet tevhidi, Allah'a, Onun belirlediği ibâdet şekilleri ile ibâdet etmektir. İbâdette Allah'ı birlemek, başkasını O'na ortak kabul etmemektir. Kalbin korkarak ve ümit ederek Allah'a bağlanmasıdır. Ulûhiyet tevhidi; ibâdette, boyun eğmede, hüküm koymada, kesin itaatte tek ve ortağı olmayan Allah'ı birlemektir.

Rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi beraber olmalıdır. Bunlardan biri bulunmazsa kişi muvahhid olamaz ve şirke düşer. Müşrikler, rubûbiyet tevhidini kabul ediyorlardı. Ancak bununla birlikte putlara tapıyorlar ve yeryüzünde Allah'ı tek hüküm koyucu olarak kabul etmiyorlardı. Aynı şekilde ehli kitap da, Allah'ın yeryüzünü yarattığını kabul ediyor, fakat O'na oğul isnat ederek ve helâl - haram kılma yetkilerini din adamlarına vererek şirke düşmüşlerdir. Ulûhiyet tevhidi çok önemlidir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde en çok vurguladıkları husus ulûhiyet tevhididir: “Biz her kavme: ‘Allah'a ibadet edin; sizin O'ndan başka ilahınız yoktur' (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36) “(Nuh): ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk/ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur' dedi.” (7/A'raf, 59). (Diğer peygamberlerin aynı mesajı için bkz. 7/A'râf, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2.)

Tevhidin şiarı, Lâ ilâhe illâllah'tır. Bu ifâde, ulûhiyeti Allah'tan başka her şeyden kaldırıp atmayı ve ulûhiyeti sadece O'na has kılmayı içermektedir. “Böyledir. Allah, hakkın ta kendisidir. O'nu bırakıp taptıkları ise bâtıldan başka bir şey değildir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” (22/Hacc, 62)

Bunun en açık tezahürü, Allah'ın emirleri ile, sevilen kişi veya herhangi bir şeyin istekleri çatıştığında, Allah'ın emirlerini tercih etmemektir. “İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'minlerin Allah'ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” (2/Bakara, 165)

Tevhidin Yansımaları

Kur'an-ı Kerim'in tevhid ile ilgili ayetlerine dikkatle baktığımız zaman tevhid akidesinin sadece fikrî, zihinsel ve felsefî bir telakki olmayıp; insan ve kâinat konusunda başlı başına çok genel bir düşünce ve yaşam biçimi olduğunu açıkça anlarız. Kavramlar arasında, insan hayatını “tevhid” kavramı kadar çepeçevre kuşatan, çok boyutlu bir başka kavram bulmak mümkün değildir. Bundan dolayı tarih boyunca bütün ilahî davetler, Lâ ilâhe illallah esasını açıklayarak işe başlamışlardır.

Evrendeki Tevhid: Kur'an'ın insanlara kazandırmaya çalıştığı dünya görüşüne göre kâinat ve kâinattaki bütün varlıklar yüce bir kuvvet olan Allah tarafından yaratılmıştır. Evrendeki düzen de Allah tarafından yaratılmıştır. Kur'an, evrendeki düzenin Allah tarafından takdir edilmiş olduğunu açıkça beyan ediyor. Kur'an'daki bir çok âyet, çeşitli ifade biçimleriyle insanın dikkatini evrenin sağlam düzenine çekerek, evrenin yaratıcısının birlenmesi gerektiğini vurguluyor. “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (21/Enbiyâ, 16) “Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmişlerdir.” (2/Bakara, 116) “Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahman'a kul olarak gelecektir.” (19/Meryem, 93) “O (Allah), geceyi sizin için istirahat etmenize elverişli, gündüzü de (geçiminizi sağlamanız için) aydınlık yapmıştır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.” (10/Yûnus, 67) (Konuyla ilgili olarak yine bkz. 6/En'am, 95-99; 36/Yâsin, 33; 16/Nahl, 10-18, 65, 81; 10/Yûnus, 3-6).

Bu âyetlerde bütün evrende var olan düzeni, evrenin yaratıcısı, idare edicisi ve evirip çevireni olan Allah'ın birliğine apaçık bir delil sayıyor. Bizden kâinatta var olan bu mükemmel düzen ve bu düzenin sağlamlığı ve bütünlüğü üzerine düşünmemizi ve bu yolla tevhid fikrine ulaşmamızı istiyor.

Tevhid ve Allah'ın Hâkimiyeti: Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilah ve rablere başkaldırarak esaret zincirinden kurtulması ve Allah'tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah'ın hakimiyetini kabul etmek; Allah'ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hakimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.

“Rabb'in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.” (17/İsrâ, 23) “Hüküm, hakimiyet yalnız Allah'ındır. O, yalnız Kendisine tapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (12/Yûsuf, 40). Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah'a inanmanın, tevhid dinine dahil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah'ın hakimiyetini kabul ederek, O'nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O'nun yolunda feda etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah'ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir vericig olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultudak yaşayıp tavır koymaktır.

Tevhid ve Tâğutlarla Mücâdele: “De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibadet edelim; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah'tan başka rabler edinmesin..' Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şahid olun, biz müslümanlarız' deyin.” (3/Âl-i İmrân, 64) “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76)

Sosyal bir hayat nizâmı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan cahilî ve tağutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akidesi, yalnızca tabiat ötesi / metafizik konulara izah getiren ve ahlak ile ilgili konularda sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tağutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılapçı bir başkaldırıdır.

Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve cahiliyyeye şirk temeline dayana sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zalim tağutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akideyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?

İslâm güneşinin doğduğu sıralarda Mekke'de hayatlarını sürdüren “Hanifler”in konumu, bu konuda ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Peygamberimiz'e peygamberlik görevi verileceği dönemde Mekke'de Hz. İbrâhim'in şeriatı üzerine yaşayış sürdürdüklerini iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrâhim'in dinine girmişlerdi. Bunlar, Allah'ı birliyor ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları yemiyorlardı. Panayırlarda tevhidin hakikatı ile ilgili nutuklar söylüyorlar, putların batıllığına dair deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı öğütlüyorlardı.

Ne var ki, Hanif dininden olduğunu iddia eden bu kimselerin savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan, salt fikir ve kuramsal inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden müşrik Mekke toplumunda en ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu. O putperest toplumda ortaya koydukları fikirleri, sadece nazarî inanç biçimiydi. Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o cahilî toplumda müşrik putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve bu konumları kendilerini fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum düzeninin geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler. Bu yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan öteye gitmeyen tevhid akidesine bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz yaşayış tarzından, cahilî ortamdan ve kokuşmuş zulüm tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten uzaklaştırmıyordu.

İslâmî dâvetin en önemli ve temel maddesi, tevhidin isbatı ve şirkin reddi olduğu için, cahilî Mekke atmosferinde, yerleşik şirk düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akidesi, özel bir yaşam biçimini göstererek, inkılabçı bir kimlikle işe başladı. İslam'ın siyasî, iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden bir nizamın adı olduğu net bir şekilde ilan edildi. Şirkin her çeşitdinin çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gayet özlü bir şekilde insanlar tevhide davet edildi. Tevhid fikri anlatılırken, sadece zihinsel olarak allah'ın var oluşu değil; O'nun tek oluşunun anlamı ve bu akideye olan ihtiyaç da anlatıldı. İşte Rasülullah (s.a.v.)'in kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler'in savundukları tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel, ve hem de pratiğe yansıyan bir akide; diğer yanda sadece zihinde yer eden, sadece kalpte yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata geçirilemeyen bir inanç...

Peygamberimiz, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke'nin egemen güçleri, idareyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar. Savunduğu bu saf akide, Peygamberimiz'i kafirlerle karşı karşıya getirdi. Kafirler, kendisine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akidenin, kendi cahilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde tağutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücadele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini kesinkes anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tağutî düzenlere karşı başkaldırı ilanı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce aynı akideyi savunan Hanifler'e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.

Tevhidi Bozan Durumlar​

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde cehalet ve düzenin/ortamın cahili yapısından dolayı -Allah muhafaza etsin- şirke düşebilir. Günümüzde de sık görülen tevhidi bozan durumların önemlileri şunlardır:

A-) Allah'tan başkasına emretme, yasaklama, helal ve haram kılma, kanun koyma ve hakimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar. Allah'ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hakimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü'minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: “Hükm/Egemenlik yalnız Allah'a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.” (12/Yûsuf, 40) “Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Halbuki onlar da bir olan Allah'tan başkasına ibadet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” (9/Tevbe, 31)

B-) Allah'tan ve Resulünden geldiği kesinlikle sabit olan haberlerin tümüne birden inanmamak.. Kim Kur'an'ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah'a ortak koşmuş olur. “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası, dünyada rezillikten başka bir şey değildir. Kıyamet günü ise, en şiddetli azaba çarptırılacaktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (2/Bakara, 85)

C-) Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek: “Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.” (5/Mâide, 51) “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kafirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek müminlerden iseniz Allah'tan korkunuz.” (5/Mâide, 57)

D-) Allah'ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkar ederek, veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O'nu gereği gibi tanımamak.. Bunun sonucu olarak, Allah'a herhangi bir eksiklik izafe edilir ki, bu da tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah'ındır. O halde Allah'a bu isimlerle dua ediniz. O'nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin.. Yarın kıyamette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” (7/A'râf, 18)

E-) İbâdeti Allah'tan başkasına yapmak: “De ki şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız alemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (6/En'âm, 162). Allah'tan başkasına secde etmek, Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar.

F-) Allah'ın indirdiği emirlerle hükmetmemek ve Allah ve Resulü'nün hükmünü kabul etmemek. Allah'ın hükümlerini bir tarafa bırakıp, tağutların hükümlerini uygulamak ve onlara tabi olmak insanı tevhitten uzaklaştırır. “Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir” (5/Mâide, 44 )

G-) Allah'tan başkasına tevekkül etmek. “Mümin iseniz Allah'a tevekkül ediniz..” (5/Mâide, 23 )

H-) Allah'tan başkasını, Allah'ı sever gibi severek dost edinmek. “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah'a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.” (İbn Mâce)

Kur'an'da Tevhidle İlgili Önemli Vurgular​

Kur'ân-ı Kerim'de “İlâh” kelimesi, toplam 147 yerde geçer. “Allah” lafzı ise, tam 2697 yerde kullanılır. "Lâ ilâhe illâllah" şeklindeki tevhid kelimesi/cümlesi Kur'an'da iki yerde (37/Sâffât, 35; 47/Muhammed, 19) geçer. Aynı anlama gelen "Lâ ilâhe illâ Hû" şeklinde otuz yerde tekrarlanmaktadır. Tevhidi anlatan diğer âyetleri de göz önünde bulundurduğumuzda, Kur'an'ın Allah'ın tek bir ilâh olduğuna inanmaya ne kadar önem verdiğini ve bütün Kur'ânî esasların tevhid inancı esasına dayandığını görürüz.

Tevhid, yaratılıştan öncedir. Cenâb-ı Allah yaratılış esnâsında (ruhlar âleminde) yegâne Rab olduğunu bütün insanlığa onaylatmıştır: “Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti de) ‘Evet (Rabbimizsin) şâhit olduk' demişlerdi. (Bu) Kıyâmet günü ‘biz bundan habersizdir' dememeniz içindir. Ya da bizden önce atalarımız şirk koşmuştu da biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizleri helâm mı edersin?' dememeniz için...” (7/A'râf, 173). Âyette görüldüğü üzere Tevhid fikrinin temelleri insanlığın yaratılışı esnâsında atılmıştır. Yüce Allah biricik Rab olduunu bütün insanlara tasdik ettirmiş ve Kıyâmet günü yapılabilecek tüm itirazların geçersiz olduğunu daha ilk günden kendilerine bildirmiştir.

Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah'a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının' diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.” 16/Nahl, 36). Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah'ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah'ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.

“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm'da şer'î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin' diye vahyetmişizdir.” (21/Enbiyâ, 25). Aslında Kur'ân-ı Kerim Tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.

Tevhid akîdesinin, küçük bir şüpheye yer bırakmadan, saf ve katıksız bir şekilde yerleşmediği bir kalpte hakiki imandan bahsetmek mümkün değildir. Gerçek bir iman için de Allah'a imandan önce tâğutları tanımamak, onları reddetmek gerekir: “Kim tâğutu inkâr eder ve Allah'a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 256). Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsirinde bu âyetle ilgili şunları söylemektedir: “Muvahhid mü'min olmak için, Allah'a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tâğutları asla tanımamaya azmeylemektir. Bu sûretle ‘Kim tâğutu inkâr edip de Allah'a iman ederse' âyeti ‘Lâ ilâhe illâllah' kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.” (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. 2/871). Kur'an'a göre Allah'a iman etmekle, tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani tâğut reddedilmedikçe Allah'a iman tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiçbir zaman bir arada bulunamaz. Allah'a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda tâğuta tâbi olmamak demektir. (Mevdûdi, İslâm'da Hükümet, s. 245)

Mü'min olmanın, Allah'ı kabul etmenin anlamı, Tevhid akîdesinin net olarak, saf, arı ve duru olarak insan kalbine yerleşmesi ve buna bağlı olarak insan hayatında, yani pratikte tezâhür etmesidir. Buna Allah'ın insan hayatına hükmetmesi de diyebiliriz. İnsanın Allah'tan gayrı bütün sahte ilâhları reddetmesi, sadece Allah'ın kopmak bilmeyen sağlam kulpuna yapışarak, diğer bütün iplerin kesilmesi... İşte Tevhidin rûhu budur.

Tevhid, mü'minin hayat metodudur. Diğer İslâmî bütün rükünler bu genel prensibe bağlıdır. Bu itibarla Tevhid kavramı, yani “Lâ ilâhe illâllah” prensibi İslâm'da bütün anlayış ve yaşayış biçimlerinin kaynağını teşkil eder. Diğer bütün rükünler, prensipler ve fikirler bu yüce kavramın etrafında örülür. İnsan, Tevhid akîdesi konusunda net bir düşünceyi kazanıp bir karara varmadıkça, bu konuda sâbit bir görüşe ulaşmadıkça, diğer İslâmî hiçbir konuda sağlıklı bir sonuca ulaşamaz. Her zaman olduğu gibi, teknolojinin, materyalist ve kapitalist felsefelerin, beşerî ideolojilerin göz boyadığı ve kafa bulandırdığı günümüzde, bizi bu kargaşa ve zillet bataklığından kurtaracak yegâne prensip Tevhid akîdesidir. Tıpkı İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi...

O halde bize düşen, Tevhid akîdesini aslından öğrenmek ve yeniden ona dönmektir. Ancak bu şekilde câhiliyyenin bataklığından kurtulabilir ve yeniden dünya toplumları arasındaki izzetimizi kazanabiliriz. Kur'an Allah Teâlâ'nın varlığını isbat etmeyi değil; O'nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle Tevhid, yani Allah'ın bir tekliği üzerinde durularak Allah'ın şerîki ve benzeri olmadığı ifâde edilmiştir. Kur'an'a göre Tevhidin asıl mânâsı; Allah'ın birliğine, dengi ve ortağı olmadığına insanların iman etmesidir.

Kur'an Metodu: Kur'ân-ı Kerim, “Allah'ın varlığı” konusunda tâkip edilmesi gereken metodun, görünen tabiat olaylarından, maddî birtakım fenomenlerden yahut aklî ve mantıkî görünen bazı izahlardan hareketle O'nun varlığını ispat etmeye çalışmak değil; aksine, tutulacak yolun Allah'ın varlığına -hiçbir delile ihtiyaç duymadan- iman etmek olduğunu açıkça beyan eder. İman ile direkt bağlantılı görülen bu konu ile ilgili olarak Kur'an'ın serdettiği deliller “iknâî” oluşları ile dikkat çekerler. (Bekir Topaloğlu, İsbât-ı Vâcib, s. 26). Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ'dan bahsedilen âyetlerin çoğu, O'nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle “Tevhid” üzerinde önemle durulmuş, Allah'ın şerîki ve benzeri olmadığı sürekli vurgulanmıştır. Bu yüzden olsa gerekir ki, Kur'ân-ı Kerim şirk olayı üzerinde çokça durmuş, Allah'ın varlığını ispat yoluna gitmek yerine O'nun birliği konusunu sürekli işlemiştir. Tevhidi, odak kavram haline getirmiştir.

Kur'an'ın “Allah” konusunu, özellikle de akîde mevzûunu işleyen âyetleri dikkatle incelendiğinde bu gerçeğin çok açık bir şekilde ortaya çıktığı görülür. Kur'an âyetleri, hiçbir zaman direkt olarak Allah'ın varlığını ispat etmeyi hedef edinmemişlerdir. Çünkü Kur'an Allah'ın varlığına inanmayı açık ve kesin bir zorunluluk olarak kabul eder. Bu hususta insan fıtratı için kabul veya red sözkonusu değildir. Bu gerçek, Kur'an'da temel bir prensip olarak kabul edilir. Kur'an, selîm fıtrata hitap ettiği için Allah'ın varlığını herkesin bedîhî ve fıtrî olarak kabul ettiği bir gerçek olarak ele aldığından isbâtına çalışmaz.

Gerçekten de insanlık tarihi incelenince, hangi devir ve zamanda, hangi ırk ve toplumda olursa olsun, en ilkelinden en medenîsine kadar genel kabul halinde Allah'ı tanıdıkları görülür. Onun için Kur'an daha çok beşeriyetin en çok yanıldığı ve saptığı “şirk” olayı üzerinde durarak Allah'ın birliği ve diğer sıfatlarını tanıtmaya yönelir. Aynı şekilde müslümanların da “Allah” konusunda aynı yöntemi izlemelerini salık verir. Kur'ân-ı Kerim, direkt olarak isbat sadedinde hiçbir aklî delil kullanmamıştır. Kur'an'da Allah'ın isbatı ile ilgili olduğu iddia edilen âyet-i kerimeler, doğrudan doğruya Allah'ın varlığını isbat değil; ancak dolaylı olarak bu konuya temas etmektedir. Yani, sözkonusu âyetlerden doğrudan doğruya değil; bilâkis dolaylı olarak, kısacası Allah'ın varlığını ispat fikri bu konu ile ilgili bir netice değil; aksine metinlerin zorlanmasıyla o ortaya çıkan bir çıkarsamadır, denilebilir. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmamız mümkündür: Kur'an, apaçık, bedîhî ve fıtrî olan Allah fikri üzerinde aklî ve felsefî bazı yorumlar yaparak yahut maddî birtakım fenomenlerden hareketle yeniden izah ve isbat yoluna gitmeyi, emin olunan bir konu üzerinde tekrar tekrar çalışmak olarak görmektedir ki, bu anlamsız yahut lüks gibi kelimelerle ifade edilebilecek bir işle uğraşmak anlamına gelir. Bu uğraşı da en azından zaman israfı sayılır.

Allah İnancının Fıtrî Oluşu: Allah Teâlâ insanı, kendi varlığını algılayıp kavrayabilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Zira “fıtrat”, “insanın Allah Teâlâ'nın varlığını idrâk edebilecek yetilerle donatılmış olarak yaratılması veya Tevhid dinini kabul etmeye müsâit yaratılış” olarak tarif edilmiştir. Kur'an, selîm bir fıtratla yaratılan insanın normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde, kudret sahibi yüce bir yaratıcıyı kabul edeceğini belirtir: “Sen yüzünü ‘hanîf' olarak dine, yani Allah insanları hangi ‘fıtrat' üzere yaratmış ise o fıtrata çevirir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (30/Rûm, 30). Yine, Allah Teâlâ, elest bezminde Âdemoğullarının zürriyetini, Allah'ın kendilerinin rabbi ve mâliki olduğuna, O'ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şâhit olarak sülâlelelerinden kendilerini çıkardığını haber veriyor (7/A'râf, 172). Nitekim Allah Teâlâ onları bu fıtrat üzere yaratmıştır.

Evet, fıtratın bizzat kendisi Allah'ın varlığını bilir ve şânı yüce Allah, elest bezmi veya kaalû belâ denilen A'râf sûresi 172.âyetinde belirtildiği gibi Âdemoğullarından söz aldığı andan itibaren fıtrat, ibâdetle Allah'a yönelir. Bu konuyu Allah Rasûlü şu şekilde belirtir: “Her doğan, fıtrat üzere doğar. -Başka bir rivâyette ise ‘bu din üzere doğar'- (Fakat sonradan) ana-babası onu yahûdileştirir, hıristiyanlaştırır veya mecûsileştirir...” (Buhârî, Cenâiz 33, 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, II/315, 233, III/435, IV/9). Bu hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere Allah'ın varlığına inanmak, insanda doğal bir duygu ve şuurdur. Bu duygu ve şuur; gaflet, inat, kibir gibi bazı ârızî hallerle körelebilir. Fakat hiçbir zaman yok olmaz. Doğuştan Allah'ın varlığı fikrine ve itikadına sahip olan insan, bu fikir ve inancı, çalışarak kazanmış ve öğrenmiş değildir. Aksine, bu düşünce Allah tarafından yaratılmıştır. Yani Allah insanı, Kendisine inanma ve Kendisini bilme özelliğiyle yaratmıştır. Merhamet, şefkat hisleri, düşünme ve idrâk kabiliyetleri nasıl insanın mâhiyetini teşkil eden vasıflarsa, bu özelliklere sahip olmayan insan nasıl düşünülemezse, Allah'ı bilme ve O'na inanma vasfı da öyledir. İnsanın özelliğini teşkil eden vasıflardan biri de inançtır. Her insan, bu inancı kendi rûhunda, vicdânında duyar. Bu sebeple en medenî toplumlardan en ilkel kavimlere kadar herkeste bu itikada rastlanır. Bütün insanlar, hak veya bâtıl mutlaka ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişlerdir.

Allah'ın varlığını her insan içinde hisseder. İlhad ve inkârın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile, büyük bir felâketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Her insan, böyle bir durumda, fıtratının sevki ile hemen Allah'a sığınır, bildiği isim ve sıfatlarla O'na yalvarır. Bu her çeşit gözlemle sâbittir. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan bir insan, kaçacak ve kurtulacak bir yer arar ve nasıl ki küçük çocuk, annesinin memesine zarûretten ve yaratılıştan koşarsa, aynen öylece önemli anlarında insan da yaratanını arar, O'na sığınır. Kur'an, bolluk ve refah zamanlarında içlerinde fıtrî olarak mevcut olan Allah duygusunu gizleyen ve fakat başlarına bir felâket gelince Allah'a yönelen insanlardan şöyle sözeder: “O kâfirleri kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah'a has kılarak O'na yalvarır, duâ ederler. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır (diğerleri ise eski küfürlerine devam ederler).” (31/Lokman, 31). “(Mûcizelerin Allah tarafından olduğunu) Kalpleriyle yakînen bildikleri halde nefislerine zulmederek ve kibirlenerek bütün mûcizeleri (açıktan) inkâr ettiler.” (27/Neml, 14). Bu âyet-i kerimelerde açıkça ifade edildiği gibi, felâketlerle yüzyüze gelindiği ve sıkıntılarla karşılaşıldığı zamanlarda çoğu kez fıtrat nefse ve akla galebe çalar, üstün gelir ve insan kibri, gururu ve inadı bırakıp Allah'a yönelir, O'ndan istimdad ederek yardım ister. (5)


Alıntı
 

FERASETLİ

KF Ailesinden
Özel Üye
]
3.gif
[size=10pt]Emegine saglik kardesim[/size]
 
Üst