Z
Ze'Mahşer
Ziyaretçi
TASAVVUFUN TEMEL KAVRAMLARI
1-ŞEYH
Bismi Teala;
" De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin" Al-i İmran 31
Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: " Muhammedin nefsi kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki: Siz isteseydiniz, Allah'ı kullarına, kulları da Allah' a sevdiren ve yeryüzünde insanlara nasihat için dolaşan insanların Allah'ın en sevgili kulu olduğuna yemin ederdim." (Avariful Mearif)
Burada Hz. Peygamber (SAV) 'in anlattığı husus, şeyhlik ve Allah (CC) 'a davet rütbesinin ta kendisidir.Çünkü şeyh, Allah'ı kullarına gerçek manada sevdiren, kullarını da Allah'a sevdiren ve yaklaştıran kişidir. Şeyhlik rütbesi; tarikat yolunun en yüce mertebesi, Allah'a davet konusunda peygamber vekilliğinin en üstün derecesidir.
Şeyhin kulları Allah'a yaklaştırması şöyle açıklanabilir. Şeyh, müridi, Resulullah (SAV)'a her konuda uyma yoluna götürür. Kimin Hz. Peygambere uyması dosdoğru olur, onun her davranış ve hareketini benimsemesi eksiksiz bulunursa Allah (CC) o kulunu sever. Bakınız Al-i İmran 31
Şeyhin Allah'ı kullarına sevdirmesine gelince, onu şöyle izah edebiliriz. Şeyh, müridi nefsini kötülüklerden tezkiye yoluna sokar. Nefs temizlenince kalbin yansıtıcı özelliğe sahip aynası parlar. Oradan çevreye ilahi azametin nurları aksetmeye başlar. Kalbe vahdeti ilahinin güzelliği gözükür. Basiretin göz bebeği Cenabi Hakk'ın kıdemi ve celalinin nurlarını seyretmeye dalar. Kemal-i ezeli'yi görür. Böylece kul, herşeyde gördüğü ve hissettiği Rabbını sever. Çünkü bu sevgi, nefsi tezkiye etme ve fıtratındaki kötülüklerden temizlenmenin bir neticesidir.
2-TARİKAT
Tarikat: Arabca tarik kelimesinin çoğuludur. Tarik yol demektir. Tarikat ise yollar manasına gelmektedir.
Ebu Nasr Serrac Tusi' nin El Luma'a ( İslam Tasavvufu- Prof Dr.H.Kamil YILMAZ) adlı eser inde tarikat şu şekilde anlatılmıştır.
" Fıkhi ve itikadi konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteplere de tarikat denir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması üçüncü ve dördüncü asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin (1) etrafında toplanan müridanın (2) tekke (3) ortamında muhtelif usüllerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdulkadir Geylani (KS) ve Ahmed Er Rufai (KS) nin yaşadığı hicri 6. ve miladi 12. asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatler irşad usüllerine göre genellikle üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur: Ahyar, Ebrar ve Şüttar.
Ahyar Tariki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun salikleri genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk' ka ulaşmaya çalışmışlardır. Bu yola ruhani yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır.
Ebrar Tariki: Riyazat (4) ve mücahede (5) yoludur. Bu yola nefsani tarikte denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaaga uğratıp onun ruha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de Halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücahedeyi esas alırlar.
Şüttar Tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd (6) ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarika süluk (7) edemez. Bu yolun yolcuları Beyazıd (KS) gibi coşkulu, taşkın, Mevlana (KS) gibi aşık insanlardır. "
3-ZİKİR
Bismihi Teala;Zikrin çoğuluna ezkar denilmiştir.
Zikir: Anma, düşünme, hatırlama. Allah (CC)' ı dil ve kalb ile anma. Belli duaları belli zamanlarda, belli sayı ve şekillerde okuma.
İmam Celaleddin Suyuti (Rh.A) Hazretlerinin " Neticetül Fikr fi Cehri bi Zikr " isimli eseri :
Rahman ve Rahim Olan Allah (CC)' ın adı ile başlarız.
Mesele: Zikir, tesbih ve dua beyanındadır. Bunlar belaların definde sadakaya eşit olurmu? onun makamına geçebilir mi?
El-Cevap: Bu hususta açık ayet ve hadisler vardır. Zikrin ve tesbihin sadakadan daha üstün olduğu hakkında da eserler vardır.
Ama zikrin belaların define sebep olması hususunda öyle bir delil vardır ki, ondan şek ve şüphe yoktur.Muayyen zikirler hakkında sayılmayacak kadar çok hadis varid olmuştur. Kim o zikirleri söylerse beladan, şeytandan, her türlü zarardan, zehirden akrep sokmasından ve onu rahatsız edecek her türlü zararlardan korunur.
Eş-Şeyh Muhyiddin en-Nevevi" nin " Kitabul Ezkar " isimli eseri o zikirlerle doludur.
Yine Taberani ve Beyhaki" nin eserleri olan " Kitab-ud Dua " da bu zikirlerle doludur.
Hal böyle iken sözü daha fazla uzatmaya gerek kalmaz.
Hadisi Sahihde gelmiştir ki;
-1-" La Havle vela Kuvvete İlla Billah " zikri, belalardan yetmiş kapıyı kapatır. Bunların en aşağısı " fakirliği ", diğer bir rivayette ise " gamı " giderir.
-2-Sevban (R.A)' den merfu olan hadisi Hakim rivayet etmiş ve onu tashih etmiştir.
" Kaderi hiçbir şey çeviremez, ancak dua çevirebilir. "
Yine Hz.Aişe (R.Anha)' den Hakim rivayet etmiştir. "Dua nazil olan ve olmayan belalara engel olur. Nüzul (inmekte) halinde olan bazı belalarla dua karşılaşır ve onlar birbirini kıyamete kadar geri çevirir."
-3-Ebi Davud ve başkaları İbni Abbas (R.A)' dan merfu' en rivayet ediyorlar.
" Kim istiğfara devam ederse; Cenab-ı Allah (CC) ona gam ve kederden bir esenlik verip, bütün sıkıntılardan kurtulmayı ihsan edip, hesapsız bir rızıkla rızıklandırır".
-4-Suveyd b. Cemil' den Ebi Şeyma rivayet ediyor. Buyurmuş ki;
" Kim ikindi namazından sonra (la İlahe İllallah Lehul Hamdu ve Huve Ala Kulli Şeyin Kadir) zikrini söylerse, o zikir ertesi günün ikindi vaktine kadar sahibine gelecek her türlü bela ve afetlere karşı savaşırlar."
-5-İshak b. Rahaviye, Mesnedinde Tarık ez-Zuhri' den rivayet ediyor. Buyurdu ki; Ebu Bekir Es-Sıddik' e kanatları sağlam bir karga getirildi. Ebu Bekir buyurdu ki; Ben Peygamber (SAV) den işittim buyurdu ki; " Avlanmaz bir av, yaralanmaz bir yaralı veya kesilmez bir kesilmiş ağaç, tesbihlerini azalttıklarından dolayı bu haller başlarına gelir".
Bu hadisi, Ebu eş-Şeyh " Kitalul Azame " isimli eserinde, İbni Avn b.Mehran tarikiyle Hz. Ebu Bekir' den mevkufen rivayet etmiştir.
4-TEKKE - ZAVİYE - DERGAH - HANKAH - ASİTANE
Tekke, Zaviye, Dergah, Hankah, Asitane;
Tasavvuf erbabının, oturup kalkmalarına, süluk çıkarmalarına, ayin yapmalarına mahsus yere, tekke denir.Taşradan gelecek dervişlerin kalabileceği özel odaları ve mutfağı bulunur.
Küçük Tekkelere "zaviye", büyüklerine "hankah" , "dergah", merkezi pozisyonda olanlara da "asitane" denir.
1- Bir Makale
2- Nevbe Vurmak (Tekke Musikisi)
BİR MAKALE
Belediyenin Gazanfer ağa Medresesinde, Tarikat kostümlerine ayrılan küçücük bir odanın içindeki bütün bir malzeme, yalnız İstanbul daki 360 dan fazla Tekke; Hankah ve Asitane den arabalarla, kamyonlarla çıkarılan ve bu gün tek yapıcısı kalmayan o fevkalade harikulade kıymettar, nadide, kutsi ve tarihi eşyaya karşılık şimdi tozlu raflarda göze çarpan, destarı bozulmuş, rengi atmış üç beş Halveti, yahut Celveti tacı ile nasılsa elde kalmış ve yıpranmış bir Mevlevi Tennuresi, bir de Bektaşi Fahri ve üç, dört tane de eski püskü kostüm ve (külah) tan ibarettir ki, bunların da artık teşhir ve temsile değer kıymet ve mahiyetleri ne yazık ki kalmamıştır.
Şimdi bir an düşünelim: Bir takım mesleki rümuzat ile süslü ve işlemeli (Takye) sinden yünlü, pamuklu hırkasına; Haydariye veya Hüseyniye dedikleri aba yeleğinden, şalından asa sına; Yol yol antarisinin beş parmak kıvrımından muayyen büklümlerine; deve tüyü abasından ridasına; hatta bunların dikişinden düğmesine ve örgüsüne kadar her biri, her yeri ve her yanı ayrı ayrı birer kıymet, birer mana ve ifade olan, her parçasında türlü semboller bulunan ve artık aranılmakla da ele geçiremeyeceğimiz bu emsalsiz eşyanın böyle hazin bir lakaydi sonunda ve hem de pek acıklı bir surette mahv-ü heder oluşundan kimin ve nerenin sorumlu ve ilgili tutulacağı, henüz öğrenilmiş değildir. Bize kalırsa evvela sorulacak ve araştırılacak nokta şudur:
Evkaf İdaresinin böyle bir, çoğu şahsi ve gayri mevkuf olan bu eşyayı olduğu gibi, istediği şekilde toplamağa, topladıktan sonra da muhafazası ile hiç alakadar olmayıp, her birini bir tarafa atıp çürütmeye, yahut güneş girmeyen havasız, rutubetli ambarlarda işe yaramayacak bir hale getirip imha etmeye hakkı var mıdır?
Ne kadar acınsa ve esef olunsa yeridir ki; mesela: 7 renk üzerine ham ipekten işlenmiş ve pek ustaca bezenmiş 4 veya 18 terk li Kaadiri taçları, yine Kaadiriye hulafasına mahsus siyah kadifeli, uzunca kanatlı müjganlı lar..Aynı şekilde yeşil, beyaz, kırmızı, mai, sarı ve lacivert renklerle işlenen ve icabına göre 12, 16, 18 ve ila...72 tığlı, nadide gül ler, gülbehar lar, kemer ler ..Çeşit, çeşit kan taşları elif i lame ler, güldeste ler, tomak lar...40 Elifli, 20 dallı Halveti taçları, türlü renkte ve şekilde Hüseyni, Cüneydi destarlar...Mihrablı Burma lar, Mücevveze ler, Elifi ler, Edhemi ler, Eşrefi ler, Dallı lar...Hülasa ecdad ve eslaf elinden çıkma iğne hünerinin, göz nurunun ancak şarka mahsus olan bu emsalsiz ibda ları ve artık üç beş mezar taşından başka da benzeri kalmayan bu eşşiz eserler, nefiseler- müzelerde saklanması vaadile- Evkaf tarafından, hem de pek zecri bir surette toplattırıldığı ve bu uğurda bütün Tekke ler boşaltıldığı halde, ne yazıkdır ki büyük Türk Hattatları nın şaheserleri ile birlikte o zamandan beri ortadan yok olmuş, yukarıda işaret ettiğim gibi bu işe tahsis olunan Belediye nin (İnkilap Müzesi) bile, fevkalade zengin ve mücehhez olması lazım gelir iken kuruttuğumuz çeşmeler, sebiller gibi- tam takır bırakılmıştır.
Halbuki yalnız Kadirihane den müsadere edilen, üç kamyonun taşımakla bitiremediği, mesela: Etvar-ı Seba renklerine bürünmüş tiftik Makam Postları, bunların önünde 12 İmam a işaret olarak yanan muhtelif boyda ve şekilde altun kakmalı, yahut sadece gümüşten ve prinçten dökülmüş, kenarlarında Türk Hattat ve Hakkakinin emsalsiz yazıları ve hünerleri bulunan şamdanlar, buhurdanlar, devamlı ve ahenkli, fevkalade bir tannaniyet temin etmesi için hususi surette yaptırılmış gayet ince, hassas ve altun döğmeli halile ler, mazhar lar, kuddüm ler..yine bunlar arasında çeşit çeşit renkten ve ipekten donanmış çeyiz ler, emanet ler, maksure ler, dolusu postlar, antika seccadeler ve tesbihlerle klasik bir müzeyi baştan başa ve pek ala ihya etmemiz mümkündü...
Bunları eşelemek, bu konuyu kırklamak, irticaı ayaklandırmakdır diyemeyiz. Böyle düşünenler varsa muhakkak ki yanılmış ve aldanmışlardır. Zira ehlinin malumu olduğu üzere taasubun ve kuru zühdün, öteden beri amansız bir düşmanı olan ve daima böyle tanınan tasavvuf teşkilatının, irtica ile zerre kadar ilgisi ve münasebeti yoktur. Zaten İslam medeniyetinin, İslam maarifinin ruhen ve fikren yükselmesi, gelişmesi demek olan, hasseten de bunun için kurulmuş bulunan Tasavvuf, Müslümanlıktaki batıl inançlardan doğan ve kökleşen kuruluğu, geriliği, gidermek için teessüs etmemiş midir?
Bundan dolayıdır ki her hamlesinde önüne çıkan taassubla, irtica ile daima mücadele halinde bulunmuş, Medresenin Ulama-yı Rusum denilen zahir ulamasının akide hayatına getirdiği Cennet sevdasına, Allah korkusuna karşılık O, her şeyden önce iç alemlere girerek gönüllere Allah sevgisini, Allah aşkını, kainatın felsefesini yerleştirmiş ve bunun neticesi olarak da insan-ı kamil dediğimiz insanlığa yarar insan yetiştirmenin yolunu ve gerçek sırrını öğretmiştir.
Yine bu mekteb, deruni ihtiyaçları da düşünerek Medresenin, Bab-ı Fetva nın kafa kafaya vererek asırlarca haram tanıtması yolunda sürüp giden ısrarına, ibrarına rağmen bir çok teviller, tefsirler ve arifane incelikler bularak İslam mabedlerine müziği yerleştirmiş, Mutrib denilen musiki mahfelinde sazı ile, sözü ile bütün teşkilat ve ihtişamı ile, Zakir Başı veya Ayinhan dediğimiz büyük hançere üstadının Şefliği altında muazzam, bedii bir terennüm ve teganni ihtifal ve ihtilali vücuda getirmiştir ki bütün bir Batının ve kilisenin bu gün bile başaramadığı fevkalade ve dahiyane bir inkilabdır.
Bununla da kalmıyarak (ayin) adını verdiği yine müzikle başlayıp müzikle biten ve kalpleri titreten: Kıyam, Kuud, Devran ve Sema halinde çeşit çeşit zikirler usul ler, mukabele ler, yani bir nevi estetik törenler, füğürler, dini ve lahuti rakslar, semavi danslar ve konserler tertib eylemişlerdir
Tarihin şehadeti ile de sabit olduğu üzere tarikat büyükleri yani Pir ler, Müctehid ler, bütün tasavvuf uleması daima ve daima her zaman bu yolda uğraşmışlardır. Onların ellerinden çıkmış ve bir hayli seçme parçası bugün mekteblerde okutturulan eserler ve kitablar meydandadır. Ayrıca kütüphaneleri tavanlarına kadar dolduran Ana Kitab dediğimiz Ummühat ve Muhalledat ehlinin malumudur. Edebiyat derslerinde, edebiyat tarihlerinde kendilerine geniş sahifeler ayrılan, erişilmez şahsiyetlerden önemle ve övünerek bahsettiğimiz büyük mutasavvuflar, mesela ilk hatıra gelen Hacı Bayram dan, Yunus dan, Eşrefoğlundan, Yesevi Ahmed den, Mısri Niyazi den tutunuz da Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüda-i ye onun Şeyhi Üftade ye hatta son zamanlardaki Erzurumlu İbrahim Hakkı ya, Seyyid Niğari ye kadar hangisinin şiirinde, eserinde ve tek satırında irticaın kokusu vardır? Zaten şimdiye kadar taassubla, Zühdü Mutlak la tarikat ve tasavvuf uzlaşabilmiş olsaydı, yüzyıllar boyunca uzayıp gelen tekke ve medrese geçimsizliği kökünden halledilir ve her bakımdan da ortadan kalkmış bulunurdu. Binaenaleyh şu vesile ile söylemek ve hatırlatmak lazımgelir ki klasik tekke müziği, tekke dansı veya ridmiyi dediğimiz şey, bu gün liselerde okutulan manen pek manidar, fakat cansız ve sessiz olduğundan şimdilik kuru ve yavan kalan- tasavvufi metinlerin didaktik parçaların sese ve besteye alınmış (melodi) lerinden ibaret bir kıyl-ü kal antolojisidir.
İşte bu melodilerden örülen canlı ve heyecanlı tabloyu gerek ibadet kasdiyle gerek hayret ve ibretle temaşaya gelenlerin dini ve deruni olduğu kadar bedii bir vecd içinde kalmaması da mümkün değildi, zira sadece seyre ve tetkike gelmiş olanları bile kalbinden ve kafasından yakalıyordu.
İnkarı kabil olmayan bu hakikat ve bedahat değilmidir ki Batının aydınını, tarihçisini, yıllarca ve yıllarca bıkmadan ve usanmadan, ardı arkası kesilmeden- biadli bir derviş gibi- Mevlevi ayininde bulunmak, yahud mükemmel bir Rifai veya Eşrefi usulü görmek için Londra dan, Paris ten hatta çok kerre Amerika dan Kulekapısı Mevlevihanesi ne, Üsküdardaki (Rifai Asitane) sine veya Tophanedeki (Kadirihane) meydanına, -şapkası elinde, medeni bir huzur ve ihtiram içinde daima zevkle, heyecanla bu güne kadar sevkede durmuş ve hatta ruhan intisab ve incizaba mecbur bırakmıştır.
Şu halde insaf ile düşünmek icabederse ilimle, tarihle pek ilgisi olmadığı halde sadece geçmişin ve göreneğin, bir bakımdan da güya Batı nın medeni bir eğlencesidir diye bir çok külfetler, zahmetler ve bir hayli de masraflara katlanarak defalarca ihyasına çalıştığımız ve hiç de usanmadığımız uydurma ve soysuz (festival) lere verilen önem ve değer kadar olsun bu işlerle de uğraşmak zamanı artık gelmiştir. Eğer mazimizi gerçekten seviyor ve onunla cidden övünüyorsak tarihteki servet ve emlakimizin değerini belirtelim. Geçmişteki bedii zevkin, estetik terbiyenin aşk meydanında kutsi ve ilahi heyecana nasıl terfik edildiğini ve bunların nasıl müstesna bir vecd içinde tezahür ve tebellür ettiğini, o anlatılmaz alemin ihtişam ve insicamını, semavi aşkın lahuti sesini, hatta tonunu, fonetiğini bütün nüansları ile- meçhulün ve metrukün karanlığından kurtarmamız iktiza etmektedir. Bunun içinde Baltacıoğlu nun, Türke Doğru da, yana yıkıla haykırdığı gibi bunları zaman geçirmeden plakla, filimle, kroki ile hatta mümkin ise- Revü halinde hemen tesbit ve teşhis edib, -aslını kaybetmeden- tarihe ve ebediyete vermemiz; hulasa bu yolda durmadan seferber olmamız lazımdır.
Eli kalem tutan iş başına......
NEVBE VURMAK
(Tekke Musikisi)
Klasik mabed musikimizin ilk büyük konservatuarı sayılan ve bu sahada en kuvvetli, en değerli üstadlan yetiştiren, bunları tarih ve insanlığa tanıtan Tekkeler musikisi ve onun pek azametli kültür ve edebiyatı olmasaydı, ve eğer bunlar ta'lim, telkin yolları ile, inceden inceye işlenmeseydi, kabul etmek lazım gelir ki, islam'ın ibadet dünya-sı, kuruluktan ve zevksizlikten kurtula-mıyacaktı. Yine hatırlamak yerinde olur ki, Medrese kültürünü selahiyetle temsil ve tedris eden zahir ulâmasının ve "Bab-ı Meşihat" de denilen "Fetvahane" nin aynı zihniyet ile kafa kafaya vererek bir ağızdan "Haramdır!" dedikleri musikiyi, devamlı, İsrarlı birçok mücadele ve fedakarlıklarla islam ma-bedlerine sokup yerleştiren ve bütün ihtişamile devam ettiren,
Tekke musikisi, Tekke musikişinasları olmuştur. Bunun çok güzel bir neticesi de şudur ki, çeşitli zikir şekiller inden meydana gelen ayin-i şeriflerin, "Mukabele" lerin arasına lâhutî konserler, semavî rakıslar, pek canlı ve cazip şekilde bediî figürler katarak, Müslümanlık â-leminde adeta ulvî ve ruhanî bir medeniyet kurmuşlardır. Zamanına göre dahiyane bir inkılap vuruda getirilmiş sayılabilir.
Yine dikkat edilirse görülür ki, zikirde, kalblere coşkunluk vermesi, ilahî zevki arttırması itibarile musikinin,ruhlarda ve gönüllerde yaptığı, bıraktığı tesir, çok kudretlidir. Bu hususun inkar edilemiyecek büyük ehemmiyeti vardır.
TEKKE MUSİKİSİ
Tekke musikisi de, klasik musikimizin saz fasılları gibi tavrını, seyrini değiştire değiştire ve ısındıra ısındıra başlar ve devam eder. Perde perde yük selir, alçalır, dolaşır, ilk girdiği, başladığı yerde, en sonra karar kılar. Koro'nun ses temposu, perdesi, zikrin tavrına ve hareketlerine göre ayarlandırılmıstır. Hiç falso vermeden böylece sürüp gider.
Zikrin "tavr-ı mahsusu" nda görülen figür ve ritim icaplarına göre Önce "pest" den, yavaş yavaş, ağır ağır başlar, perde perde inip çıkar, gittikçe artan büyük bir coşkunluk içinde, etrafı ve gönülleri sardıktan, yüksek perdeler üstünde bir müddet dolaşıp gezindikten sonra "Yıldız Perdesi" denilen hepsindendik ve daha yukardaki en üst perdeyi bulurdu.
Dergahlarda musikiye, bu derece e-hemmiyet verilmesi, Tarikat mensuplarının eski tabiri ile "meclûb-i mehasîn", "bedayı'perver" olmalarından ileri geliyordu, yani (güzelliklere vurgun, bediî zevklere düşkün), ince ruhlu insanların Tekke muhtinde ekseriyeti teşkil etmiş bulunmasından husule gelmekte idi.
Şöhretleri asırları kaplamış, büyük sanatkar ve bestekarların bu şekilde hemen daima Tekke ve Tarikat müntesibleri içinden çıkmış ve yetişmiş bulunması, eserlerinin kendi devrinden zamanımıza kadar gelmesi, her asırda tutunması, bu gerçeğin en kuvvetli misalidir.
MUSİKÎNİN İNSAN RUHU ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ
Tekkeler musikisinin, derunî hazlar ve ruhlar üzerinde husule getirdiği bir hususiyet de şu idi :
Camide yapılan ibadetlerde, cemaat tarafından mesela yüz defa "Allah!" denilirse. Tekkede dervişlerden, aşıklardan kurulan zikir halkasında en azı bin defa, yüz bin defa "Allah!" denilirdi ve pek de yürekten söylenirdi. Zira Tekkede "Zikr-i daimî", "vecd-i hakikî" vardı. Namaz gibi muayyen vakitlere mahsus olmayan bu devamlı zikir, eski edebiyatın "vecd-i vecd-â-vecd" dediği gayetle coşkun ve pek heyecanlı bir surette icra olunurdu. Bu doyulmaz ve anlatılmaz neş'eyi meydana getiren de musiki idi ve onun büyüleyen, sürükleyen kudreti idi. Zira kitaplara geçmiş hakikatler arasında görülmekte ve bilinmektedir ki, musiki, âşık'ın aşkını arttırır; duygulu kalblere ilham verir, ruhlara coşkunluk getirir. Bunun içindir ki, Tekkede zikir meydanına girip de post üstünde diz çöken her derviş, hatta derviş olmayan herkes, candan, gönülden ve bir ağızdan "Allah!" derdi;
"Allah!" demenin zevkine varırdı. Ve, zikrin en büyük ibadet olduğunu ruhunda yaşardı.
Musiki ile başlayıp, onunla beraber aynı tavırda, aynı perdede devam eden ve en önce "Estağfirullah!", "Lailahe illallah!", sonra da "Allah!", "Ya Allah!"veya "Hu Allah!", "Hayy Allah!" lâfz-ı şerifleri ile birbirini takip ve tekmil eyleyen İsm-i Celal ve Tevhid-i Şerif ler, "Kuud, Kıyam" veya "Devran" da, (oturarak, ayakta veya devrederek, dönerek) ne tarz-ı surette olursa olsun her defasında zikir meclisi bir kaç saat sürerdi. Bazan da hiç farkında olmadan sabahı bulurdu.
Böylece büyük bir âheng ve intizamla sürüp giden bu coşkunluğun basında, şeyh efendi, elinde sübha-i saddane (binlik veya beş yüzlük teşbih), Mekaam Postu önünde, zikr-i şerifi, a-yin-i şerifi birkaç defa devreder ve ettirirdi. Artık sayısını Allah bilir.
Allah ve Zikrullah aşkı ile kendinden geçmenin pâyânsız neşesine bu şekilde huzur ve heyecan katan Tekke mu-sikisinin en cazip, en muhteşem tarafı "Bayram Haftaları"nda, "Nevbe vurulduğu" zaman olurdu. Bu, bir musiki hadisesi idi. Bu hadise i fevkalade, Tekkelerde bir "saltanat-ı musikiye" ha-linde icra edilirdi.
NEVBE NEDİR ?
Nevbe, Tarikatlere aid saz topluluğunun adıdır. Bu, bir çeşit Tekke bandosu idi. Fakat daha ziyade "aktâb-i erbaa" denilen dört büyük kutbun kurduğu ana Tarikatlara mahsus idi. Yani Kaadirî'ler, Rıfaîler, Bedevî'ler, Disükî'ler ve ilaveten Sa'dî'ler, Dergahlarda, muayyen zamanlarda Nevbe vururlardı. Nevbe'nin icra şekli, evvelce de yazdığımız gibi "alat-i mutribe" denilen Şark'a mahsus an'anevî sazlardan "Nay - Ney, Nısfiye, Kuddüm, Çifte Kuddüm, El Kuddüm'u, Mazhar, Bendir, Kabran, Halîle (bando zili), Tabl-Tabıl (kocaman gövdeli davullar), Mehter Takımında olduğu gibi muayyen bir tarzda topluca çalınıp okunmasından meydana geliyordu. Kıyamî Tekkelerin de, Kandil ve Bayram günlerinden bir hafta önce başlardı. Buna, "istikbal Haftası" denilirdi.
Halvetiye Tarikatına mensubiyeti olan Tekke ve Zaviyelerde ise, ancak "eyyam-i mahsusa" ve "leyali-i mubareke" nin hululü münasebetiyle (Kandil ve Bayramların gelişi ile) o da pek nadir olarak Nevbe çıkar ve bazan bir hafta sürerdi. Bu haftanın içindeki zikir günlerinde ekseriyetle Nevbe vurulurdu. Büyük dergahların Hilafet Cermiyetlerinde, şayed Asitane Şeyhi (Pir evinin postnişini efendi) bulundu ise, o zaman ayin-i şerîf ve merasim, Nevbe'nin iştiraki ile yapılırdı.
Nevbe'nin çıkması ve çalınması iki suretle olurdu : Birisi oturulduğu yerde vurulurdu. Buna "Tulibî Nevbe" denilirdi. ikincisi de, ayakta vurulanıdır ki, bu da, Tulibî Nevbe'den sonra başlar ve daha az sürerdi.
Ramazan Bayramlarına rastlayan hafta günlerinde, bazan üç defa Nebve çıkardı. Kurban Bayramlarında ise, Nevbe merasimi iki defa yapılırdı.Nevbe'ler umumî olarak üç fasıldan ibaretti : Dergahın postnişini bulunan şeyh efendi ve bariz salahiyetli zakirbaşı, ellerinde pirinç halîle ile Nev-be'yi idare ederlerdi. Yaşlı dedeler ile diğer zâkirler Kuddüm vurur, dervişler Mazhar çalardı. Misafir olarak gelen kıdemli şeyh efendilere de, "El Kud-dümu" verilirdi.
MÜRİD
Arapça, isteyen demektir. Allah'a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan ( bey'at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufi anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1- Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Süfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan süfiye, vasıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:
Mutlak mürid: Şeyhine "niçin?" sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.
Mücaz mürîd: İç ve dışa ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.
Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konulara karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takva), edeb ve sıdk (doğruluk) üzere olması gerekir.
Tasavvuf Mecmuası 'ndan
1-ŞEYH
Bismi Teala;
" De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin" Al-i İmran 31
Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: " Muhammedin nefsi kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki: Siz isteseydiniz, Allah'ı kullarına, kulları da Allah' a sevdiren ve yeryüzünde insanlara nasihat için dolaşan insanların Allah'ın en sevgili kulu olduğuna yemin ederdim." (Avariful Mearif)
Burada Hz. Peygamber (SAV) 'in anlattığı husus, şeyhlik ve Allah (CC) 'a davet rütbesinin ta kendisidir.Çünkü şeyh, Allah'ı kullarına gerçek manada sevdiren, kullarını da Allah'a sevdiren ve yaklaştıran kişidir. Şeyhlik rütbesi; tarikat yolunun en yüce mertebesi, Allah'a davet konusunda peygamber vekilliğinin en üstün derecesidir.
Şeyhin kulları Allah'a yaklaştırması şöyle açıklanabilir. Şeyh, müridi, Resulullah (SAV)'a her konuda uyma yoluna götürür. Kimin Hz. Peygambere uyması dosdoğru olur, onun her davranış ve hareketini benimsemesi eksiksiz bulunursa Allah (CC) o kulunu sever. Bakınız Al-i İmran 31
Şeyhin Allah'ı kullarına sevdirmesine gelince, onu şöyle izah edebiliriz. Şeyh, müridi nefsini kötülüklerden tezkiye yoluna sokar. Nefs temizlenince kalbin yansıtıcı özelliğe sahip aynası parlar. Oradan çevreye ilahi azametin nurları aksetmeye başlar. Kalbe vahdeti ilahinin güzelliği gözükür. Basiretin göz bebeği Cenabi Hakk'ın kıdemi ve celalinin nurlarını seyretmeye dalar. Kemal-i ezeli'yi görür. Böylece kul, herşeyde gördüğü ve hissettiği Rabbını sever. Çünkü bu sevgi, nefsi tezkiye etme ve fıtratındaki kötülüklerden temizlenmenin bir neticesidir.
2-TARİKAT
Tarikat: Arabca tarik kelimesinin çoğuludur. Tarik yol demektir. Tarikat ise yollar manasına gelmektedir.
Ebu Nasr Serrac Tusi' nin El Luma'a ( İslam Tasavvufu- Prof Dr.H.Kamil YILMAZ) adlı eser inde tarikat şu şekilde anlatılmıştır.
" Fıkhi ve itikadi konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteplere de tarikat denir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması üçüncü ve dördüncü asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin (1) etrafında toplanan müridanın (2) tekke (3) ortamında muhtelif usüllerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdulkadir Geylani (KS) ve Ahmed Er Rufai (KS) nin yaşadığı hicri 6. ve miladi 12. asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatler irşad usüllerine göre genellikle üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur: Ahyar, Ebrar ve Şüttar.
Ahyar Tariki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun salikleri genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk' ka ulaşmaya çalışmışlardır. Bu yola ruhani yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır.
Ebrar Tariki: Riyazat (4) ve mücahede (5) yoludur. Bu yola nefsani tarikte denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaaga uğratıp onun ruha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de Halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücahedeyi esas alırlar.
Şüttar Tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd (6) ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarika süluk (7) edemez. Bu yolun yolcuları Beyazıd (KS) gibi coşkulu, taşkın, Mevlana (KS) gibi aşık insanlardır. "
3-ZİKİR
Bismihi Teala;Zikrin çoğuluna ezkar denilmiştir.
Zikir: Anma, düşünme, hatırlama. Allah (CC)' ı dil ve kalb ile anma. Belli duaları belli zamanlarda, belli sayı ve şekillerde okuma.
İmam Celaleddin Suyuti (Rh.A) Hazretlerinin " Neticetül Fikr fi Cehri bi Zikr " isimli eseri :
Rahman ve Rahim Olan Allah (CC)' ın adı ile başlarız.
Mesele: Zikir, tesbih ve dua beyanındadır. Bunlar belaların definde sadakaya eşit olurmu? onun makamına geçebilir mi?
El-Cevap: Bu hususta açık ayet ve hadisler vardır. Zikrin ve tesbihin sadakadan daha üstün olduğu hakkında da eserler vardır.
Ama zikrin belaların define sebep olması hususunda öyle bir delil vardır ki, ondan şek ve şüphe yoktur.Muayyen zikirler hakkında sayılmayacak kadar çok hadis varid olmuştur. Kim o zikirleri söylerse beladan, şeytandan, her türlü zarardan, zehirden akrep sokmasından ve onu rahatsız edecek her türlü zararlardan korunur.
Eş-Şeyh Muhyiddin en-Nevevi" nin " Kitabul Ezkar " isimli eseri o zikirlerle doludur.
Yine Taberani ve Beyhaki" nin eserleri olan " Kitab-ud Dua " da bu zikirlerle doludur.
Hal böyle iken sözü daha fazla uzatmaya gerek kalmaz.
Hadisi Sahihde gelmiştir ki;
-1-" La Havle vela Kuvvete İlla Billah " zikri, belalardan yetmiş kapıyı kapatır. Bunların en aşağısı " fakirliği ", diğer bir rivayette ise " gamı " giderir.
-2-Sevban (R.A)' den merfu olan hadisi Hakim rivayet etmiş ve onu tashih etmiştir.
" Kaderi hiçbir şey çeviremez, ancak dua çevirebilir. "
Yine Hz.Aişe (R.Anha)' den Hakim rivayet etmiştir. "Dua nazil olan ve olmayan belalara engel olur. Nüzul (inmekte) halinde olan bazı belalarla dua karşılaşır ve onlar birbirini kıyamete kadar geri çevirir."
-3-Ebi Davud ve başkaları İbni Abbas (R.A)' dan merfu' en rivayet ediyorlar.
" Kim istiğfara devam ederse; Cenab-ı Allah (CC) ona gam ve kederden bir esenlik verip, bütün sıkıntılardan kurtulmayı ihsan edip, hesapsız bir rızıkla rızıklandırır".
-4-Suveyd b. Cemil' den Ebi Şeyma rivayet ediyor. Buyurmuş ki;
" Kim ikindi namazından sonra (la İlahe İllallah Lehul Hamdu ve Huve Ala Kulli Şeyin Kadir) zikrini söylerse, o zikir ertesi günün ikindi vaktine kadar sahibine gelecek her türlü bela ve afetlere karşı savaşırlar."
-5-İshak b. Rahaviye, Mesnedinde Tarık ez-Zuhri' den rivayet ediyor. Buyurdu ki; Ebu Bekir Es-Sıddik' e kanatları sağlam bir karga getirildi. Ebu Bekir buyurdu ki; Ben Peygamber (SAV) den işittim buyurdu ki; " Avlanmaz bir av, yaralanmaz bir yaralı veya kesilmez bir kesilmiş ağaç, tesbihlerini azalttıklarından dolayı bu haller başlarına gelir".
Bu hadisi, Ebu eş-Şeyh " Kitalul Azame " isimli eserinde, İbni Avn b.Mehran tarikiyle Hz. Ebu Bekir' den mevkufen rivayet etmiştir.
4-TEKKE - ZAVİYE - DERGAH - HANKAH - ASİTANE
Tekke, Zaviye, Dergah, Hankah, Asitane;
Tasavvuf erbabının, oturup kalkmalarına, süluk çıkarmalarına, ayin yapmalarına mahsus yere, tekke denir.Taşradan gelecek dervişlerin kalabileceği özel odaları ve mutfağı bulunur.
Küçük Tekkelere "zaviye", büyüklerine "hankah" , "dergah", merkezi pozisyonda olanlara da "asitane" denir.
1- Bir Makale
2- Nevbe Vurmak (Tekke Musikisi)
BİR MAKALE
Belediyenin Gazanfer ağa Medresesinde, Tarikat kostümlerine ayrılan küçücük bir odanın içindeki bütün bir malzeme, yalnız İstanbul daki 360 dan fazla Tekke; Hankah ve Asitane den arabalarla, kamyonlarla çıkarılan ve bu gün tek yapıcısı kalmayan o fevkalade harikulade kıymettar, nadide, kutsi ve tarihi eşyaya karşılık şimdi tozlu raflarda göze çarpan, destarı bozulmuş, rengi atmış üç beş Halveti, yahut Celveti tacı ile nasılsa elde kalmış ve yıpranmış bir Mevlevi Tennuresi, bir de Bektaşi Fahri ve üç, dört tane de eski püskü kostüm ve (külah) tan ibarettir ki, bunların da artık teşhir ve temsile değer kıymet ve mahiyetleri ne yazık ki kalmamıştır.
Şimdi bir an düşünelim: Bir takım mesleki rümuzat ile süslü ve işlemeli (Takye) sinden yünlü, pamuklu hırkasına; Haydariye veya Hüseyniye dedikleri aba yeleğinden, şalından asa sına; Yol yol antarisinin beş parmak kıvrımından muayyen büklümlerine; deve tüyü abasından ridasına; hatta bunların dikişinden düğmesine ve örgüsüne kadar her biri, her yeri ve her yanı ayrı ayrı birer kıymet, birer mana ve ifade olan, her parçasında türlü semboller bulunan ve artık aranılmakla da ele geçiremeyeceğimiz bu emsalsiz eşyanın böyle hazin bir lakaydi sonunda ve hem de pek acıklı bir surette mahv-ü heder oluşundan kimin ve nerenin sorumlu ve ilgili tutulacağı, henüz öğrenilmiş değildir. Bize kalırsa evvela sorulacak ve araştırılacak nokta şudur:
Evkaf İdaresinin böyle bir, çoğu şahsi ve gayri mevkuf olan bu eşyayı olduğu gibi, istediği şekilde toplamağa, topladıktan sonra da muhafazası ile hiç alakadar olmayıp, her birini bir tarafa atıp çürütmeye, yahut güneş girmeyen havasız, rutubetli ambarlarda işe yaramayacak bir hale getirip imha etmeye hakkı var mıdır?
Ne kadar acınsa ve esef olunsa yeridir ki; mesela: 7 renk üzerine ham ipekten işlenmiş ve pek ustaca bezenmiş 4 veya 18 terk li Kaadiri taçları, yine Kaadiriye hulafasına mahsus siyah kadifeli, uzunca kanatlı müjganlı lar..Aynı şekilde yeşil, beyaz, kırmızı, mai, sarı ve lacivert renklerle işlenen ve icabına göre 12, 16, 18 ve ila...72 tığlı, nadide gül ler, gülbehar lar, kemer ler ..Çeşit, çeşit kan taşları elif i lame ler, güldeste ler, tomak lar...40 Elifli, 20 dallı Halveti taçları, türlü renkte ve şekilde Hüseyni, Cüneydi destarlar...Mihrablı Burma lar, Mücevveze ler, Elifi ler, Edhemi ler, Eşrefi ler, Dallı lar...Hülasa ecdad ve eslaf elinden çıkma iğne hünerinin, göz nurunun ancak şarka mahsus olan bu emsalsiz ibda ları ve artık üç beş mezar taşından başka da benzeri kalmayan bu eşşiz eserler, nefiseler- müzelerde saklanması vaadile- Evkaf tarafından, hem de pek zecri bir surette toplattırıldığı ve bu uğurda bütün Tekke ler boşaltıldığı halde, ne yazıkdır ki büyük Türk Hattatları nın şaheserleri ile birlikte o zamandan beri ortadan yok olmuş, yukarıda işaret ettiğim gibi bu işe tahsis olunan Belediye nin (İnkilap Müzesi) bile, fevkalade zengin ve mücehhez olması lazım gelir iken kuruttuğumuz çeşmeler, sebiller gibi- tam takır bırakılmıştır.
Halbuki yalnız Kadirihane den müsadere edilen, üç kamyonun taşımakla bitiremediği, mesela: Etvar-ı Seba renklerine bürünmüş tiftik Makam Postları, bunların önünde 12 İmam a işaret olarak yanan muhtelif boyda ve şekilde altun kakmalı, yahut sadece gümüşten ve prinçten dökülmüş, kenarlarında Türk Hattat ve Hakkakinin emsalsiz yazıları ve hünerleri bulunan şamdanlar, buhurdanlar, devamlı ve ahenkli, fevkalade bir tannaniyet temin etmesi için hususi surette yaptırılmış gayet ince, hassas ve altun döğmeli halile ler, mazhar lar, kuddüm ler..yine bunlar arasında çeşit çeşit renkten ve ipekten donanmış çeyiz ler, emanet ler, maksure ler, dolusu postlar, antika seccadeler ve tesbihlerle klasik bir müzeyi baştan başa ve pek ala ihya etmemiz mümkündü...
Bunları eşelemek, bu konuyu kırklamak, irticaı ayaklandırmakdır diyemeyiz. Böyle düşünenler varsa muhakkak ki yanılmış ve aldanmışlardır. Zira ehlinin malumu olduğu üzere taasubun ve kuru zühdün, öteden beri amansız bir düşmanı olan ve daima böyle tanınan tasavvuf teşkilatının, irtica ile zerre kadar ilgisi ve münasebeti yoktur. Zaten İslam medeniyetinin, İslam maarifinin ruhen ve fikren yükselmesi, gelişmesi demek olan, hasseten de bunun için kurulmuş bulunan Tasavvuf, Müslümanlıktaki batıl inançlardan doğan ve kökleşen kuruluğu, geriliği, gidermek için teessüs etmemiş midir?
Bundan dolayıdır ki her hamlesinde önüne çıkan taassubla, irtica ile daima mücadele halinde bulunmuş, Medresenin Ulama-yı Rusum denilen zahir ulamasının akide hayatına getirdiği Cennet sevdasına, Allah korkusuna karşılık O, her şeyden önce iç alemlere girerek gönüllere Allah sevgisini, Allah aşkını, kainatın felsefesini yerleştirmiş ve bunun neticesi olarak da insan-ı kamil dediğimiz insanlığa yarar insan yetiştirmenin yolunu ve gerçek sırrını öğretmiştir.
Yine bu mekteb, deruni ihtiyaçları da düşünerek Medresenin, Bab-ı Fetva nın kafa kafaya vererek asırlarca haram tanıtması yolunda sürüp giden ısrarına, ibrarına rağmen bir çok teviller, tefsirler ve arifane incelikler bularak İslam mabedlerine müziği yerleştirmiş, Mutrib denilen musiki mahfelinde sazı ile, sözü ile bütün teşkilat ve ihtişamı ile, Zakir Başı veya Ayinhan dediğimiz büyük hançere üstadının Şefliği altında muazzam, bedii bir terennüm ve teganni ihtifal ve ihtilali vücuda getirmiştir ki bütün bir Batının ve kilisenin bu gün bile başaramadığı fevkalade ve dahiyane bir inkilabdır.
Bununla da kalmıyarak (ayin) adını verdiği yine müzikle başlayıp müzikle biten ve kalpleri titreten: Kıyam, Kuud, Devran ve Sema halinde çeşit çeşit zikirler usul ler, mukabele ler, yani bir nevi estetik törenler, füğürler, dini ve lahuti rakslar, semavi danslar ve konserler tertib eylemişlerdir
Tarihin şehadeti ile de sabit olduğu üzere tarikat büyükleri yani Pir ler, Müctehid ler, bütün tasavvuf uleması daima ve daima her zaman bu yolda uğraşmışlardır. Onların ellerinden çıkmış ve bir hayli seçme parçası bugün mekteblerde okutturulan eserler ve kitablar meydandadır. Ayrıca kütüphaneleri tavanlarına kadar dolduran Ana Kitab dediğimiz Ummühat ve Muhalledat ehlinin malumudur. Edebiyat derslerinde, edebiyat tarihlerinde kendilerine geniş sahifeler ayrılan, erişilmez şahsiyetlerden önemle ve övünerek bahsettiğimiz büyük mutasavvuflar, mesela ilk hatıra gelen Hacı Bayram dan, Yunus dan, Eşrefoğlundan, Yesevi Ahmed den, Mısri Niyazi den tutunuz da Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüda-i ye onun Şeyhi Üftade ye hatta son zamanlardaki Erzurumlu İbrahim Hakkı ya, Seyyid Niğari ye kadar hangisinin şiirinde, eserinde ve tek satırında irticaın kokusu vardır? Zaten şimdiye kadar taassubla, Zühdü Mutlak la tarikat ve tasavvuf uzlaşabilmiş olsaydı, yüzyıllar boyunca uzayıp gelen tekke ve medrese geçimsizliği kökünden halledilir ve her bakımdan da ortadan kalkmış bulunurdu. Binaenaleyh şu vesile ile söylemek ve hatırlatmak lazımgelir ki klasik tekke müziği, tekke dansı veya ridmiyi dediğimiz şey, bu gün liselerde okutulan manen pek manidar, fakat cansız ve sessiz olduğundan şimdilik kuru ve yavan kalan- tasavvufi metinlerin didaktik parçaların sese ve besteye alınmış (melodi) lerinden ibaret bir kıyl-ü kal antolojisidir.
İşte bu melodilerden örülen canlı ve heyecanlı tabloyu gerek ibadet kasdiyle gerek hayret ve ibretle temaşaya gelenlerin dini ve deruni olduğu kadar bedii bir vecd içinde kalmaması da mümkün değildi, zira sadece seyre ve tetkike gelmiş olanları bile kalbinden ve kafasından yakalıyordu.
İnkarı kabil olmayan bu hakikat ve bedahat değilmidir ki Batının aydınını, tarihçisini, yıllarca ve yıllarca bıkmadan ve usanmadan, ardı arkası kesilmeden- biadli bir derviş gibi- Mevlevi ayininde bulunmak, yahud mükemmel bir Rifai veya Eşrefi usulü görmek için Londra dan, Paris ten hatta çok kerre Amerika dan Kulekapısı Mevlevihanesi ne, Üsküdardaki (Rifai Asitane) sine veya Tophanedeki (Kadirihane) meydanına, -şapkası elinde, medeni bir huzur ve ihtiram içinde daima zevkle, heyecanla bu güne kadar sevkede durmuş ve hatta ruhan intisab ve incizaba mecbur bırakmıştır.
Şu halde insaf ile düşünmek icabederse ilimle, tarihle pek ilgisi olmadığı halde sadece geçmişin ve göreneğin, bir bakımdan da güya Batı nın medeni bir eğlencesidir diye bir çok külfetler, zahmetler ve bir hayli de masraflara katlanarak defalarca ihyasına çalıştığımız ve hiç de usanmadığımız uydurma ve soysuz (festival) lere verilen önem ve değer kadar olsun bu işlerle de uğraşmak zamanı artık gelmiştir. Eğer mazimizi gerçekten seviyor ve onunla cidden övünüyorsak tarihteki servet ve emlakimizin değerini belirtelim. Geçmişteki bedii zevkin, estetik terbiyenin aşk meydanında kutsi ve ilahi heyecana nasıl terfik edildiğini ve bunların nasıl müstesna bir vecd içinde tezahür ve tebellür ettiğini, o anlatılmaz alemin ihtişam ve insicamını, semavi aşkın lahuti sesini, hatta tonunu, fonetiğini bütün nüansları ile- meçhulün ve metrukün karanlığından kurtarmamız iktiza etmektedir. Bunun içinde Baltacıoğlu nun, Türke Doğru da, yana yıkıla haykırdığı gibi bunları zaman geçirmeden plakla, filimle, kroki ile hatta mümkin ise- Revü halinde hemen tesbit ve teşhis edib, -aslını kaybetmeden- tarihe ve ebediyete vermemiz; hulasa bu yolda durmadan seferber olmamız lazımdır.
Eli kalem tutan iş başına......
NEVBE VURMAK
(Tekke Musikisi)
Klasik mabed musikimizin ilk büyük konservatuarı sayılan ve bu sahada en kuvvetli, en değerli üstadlan yetiştiren, bunları tarih ve insanlığa tanıtan Tekkeler musikisi ve onun pek azametli kültür ve edebiyatı olmasaydı, ve eğer bunlar ta'lim, telkin yolları ile, inceden inceye işlenmeseydi, kabul etmek lazım gelir ki, islam'ın ibadet dünya-sı, kuruluktan ve zevksizlikten kurtula-mıyacaktı. Yine hatırlamak yerinde olur ki, Medrese kültürünü selahiyetle temsil ve tedris eden zahir ulâmasının ve "Bab-ı Meşihat" de denilen "Fetvahane" nin aynı zihniyet ile kafa kafaya vererek bir ağızdan "Haramdır!" dedikleri musikiyi, devamlı, İsrarlı birçok mücadele ve fedakarlıklarla islam ma-bedlerine sokup yerleştiren ve bütün ihtişamile devam ettiren,
Tekke musikisi, Tekke musikişinasları olmuştur. Bunun çok güzel bir neticesi de şudur ki, çeşitli zikir şekiller inden meydana gelen ayin-i şeriflerin, "Mukabele" lerin arasına lâhutî konserler, semavî rakıslar, pek canlı ve cazip şekilde bediî figürler katarak, Müslümanlık â-leminde adeta ulvî ve ruhanî bir medeniyet kurmuşlardır. Zamanına göre dahiyane bir inkılap vuruda getirilmiş sayılabilir.
Yine dikkat edilirse görülür ki, zikirde, kalblere coşkunluk vermesi, ilahî zevki arttırması itibarile musikinin,ruhlarda ve gönüllerde yaptığı, bıraktığı tesir, çok kudretlidir. Bu hususun inkar edilemiyecek büyük ehemmiyeti vardır.
TEKKE MUSİKİSİ
Tekke musikisi de, klasik musikimizin saz fasılları gibi tavrını, seyrini değiştire değiştire ve ısındıra ısındıra başlar ve devam eder. Perde perde yük selir, alçalır, dolaşır, ilk girdiği, başladığı yerde, en sonra karar kılar. Koro'nun ses temposu, perdesi, zikrin tavrına ve hareketlerine göre ayarlandırılmıstır. Hiç falso vermeden böylece sürüp gider.
Zikrin "tavr-ı mahsusu" nda görülen figür ve ritim icaplarına göre Önce "pest" den, yavaş yavaş, ağır ağır başlar, perde perde inip çıkar, gittikçe artan büyük bir coşkunluk içinde, etrafı ve gönülleri sardıktan, yüksek perdeler üstünde bir müddet dolaşıp gezindikten sonra "Yıldız Perdesi" denilen hepsindendik ve daha yukardaki en üst perdeyi bulurdu.
Dergahlarda musikiye, bu derece e-hemmiyet verilmesi, Tarikat mensuplarının eski tabiri ile "meclûb-i mehasîn", "bedayı'perver" olmalarından ileri geliyordu, yani (güzelliklere vurgun, bediî zevklere düşkün), ince ruhlu insanların Tekke muhtinde ekseriyeti teşkil etmiş bulunmasından husule gelmekte idi.
Şöhretleri asırları kaplamış, büyük sanatkar ve bestekarların bu şekilde hemen daima Tekke ve Tarikat müntesibleri içinden çıkmış ve yetişmiş bulunması, eserlerinin kendi devrinden zamanımıza kadar gelmesi, her asırda tutunması, bu gerçeğin en kuvvetli misalidir.
MUSİKÎNİN İNSAN RUHU ÜZERİNDEKİ TESİRLERİ
Tekkeler musikisinin, derunî hazlar ve ruhlar üzerinde husule getirdiği bir hususiyet de şu idi :
Camide yapılan ibadetlerde, cemaat tarafından mesela yüz defa "Allah!" denilirse. Tekkede dervişlerden, aşıklardan kurulan zikir halkasında en azı bin defa, yüz bin defa "Allah!" denilirdi ve pek de yürekten söylenirdi. Zira Tekkede "Zikr-i daimî", "vecd-i hakikî" vardı. Namaz gibi muayyen vakitlere mahsus olmayan bu devamlı zikir, eski edebiyatın "vecd-i vecd-â-vecd" dediği gayetle coşkun ve pek heyecanlı bir surette icra olunurdu. Bu doyulmaz ve anlatılmaz neş'eyi meydana getiren de musiki idi ve onun büyüleyen, sürükleyen kudreti idi. Zira kitaplara geçmiş hakikatler arasında görülmekte ve bilinmektedir ki, musiki, âşık'ın aşkını arttırır; duygulu kalblere ilham verir, ruhlara coşkunluk getirir. Bunun içindir ki, Tekkede zikir meydanına girip de post üstünde diz çöken her derviş, hatta derviş olmayan herkes, candan, gönülden ve bir ağızdan "Allah!" derdi;
"Allah!" demenin zevkine varırdı. Ve, zikrin en büyük ibadet olduğunu ruhunda yaşardı.
Musiki ile başlayıp, onunla beraber aynı tavırda, aynı perdede devam eden ve en önce "Estağfirullah!", "Lailahe illallah!", sonra da "Allah!", "Ya Allah!"veya "Hu Allah!", "Hayy Allah!" lâfz-ı şerifleri ile birbirini takip ve tekmil eyleyen İsm-i Celal ve Tevhid-i Şerif ler, "Kuud, Kıyam" veya "Devran" da, (oturarak, ayakta veya devrederek, dönerek) ne tarz-ı surette olursa olsun her defasında zikir meclisi bir kaç saat sürerdi. Bazan da hiç farkında olmadan sabahı bulurdu.
Böylece büyük bir âheng ve intizamla sürüp giden bu coşkunluğun basında, şeyh efendi, elinde sübha-i saddane (binlik veya beş yüzlük teşbih), Mekaam Postu önünde, zikr-i şerifi, a-yin-i şerifi birkaç defa devreder ve ettirirdi. Artık sayısını Allah bilir.
Allah ve Zikrullah aşkı ile kendinden geçmenin pâyânsız neşesine bu şekilde huzur ve heyecan katan Tekke mu-sikisinin en cazip, en muhteşem tarafı "Bayram Haftaları"nda, "Nevbe vurulduğu" zaman olurdu. Bu, bir musiki hadisesi idi. Bu hadise i fevkalade, Tekkelerde bir "saltanat-ı musikiye" ha-linde icra edilirdi.
NEVBE NEDİR ?
Nevbe, Tarikatlere aid saz topluluğunun adıdır. Bu, bir çeşit Tekke bandosu idi. Fakat daha ziyade "aktâb-i erbaa" denilen dört büyük kutbun kurduğu ana Tarikatlara mahsus idi. Yani Kaadirî'ler, Rıfaîler, Bedevî'ler, Disükî'ler ve ilaveten Sa'dî'ler, Dergahlarda, muayyen zamanlarda Nevbe vururlardı. Nevbe'nin icra şekli, evvelce de yazdığımız gibi "alat-i mutribe" denilen Şark'a mahsus an'anevî sazlardan "Nay - Ney, Nısfiye, Kuddüm, Çifte Kuddüm, El Kuddüm'u, Mazhar, Bendir, Kabran, Halîle (bando zili), Tabl-Tabıl (kocaman gövdeli davullar), Mehter Takımında olduğu gibi muayyen bir tarzda topluca çalınıp okunmasından meydana geliyordu. Kıyamî Tekkelerin de, Kandil ve Bayram günlerinden bir hafta önce başlardı. Buna, "istikbal Haftası" denilirdi.
Halvetiye Tarikatına mensubiyeti olan Tekke ve Zaviyelerde ise, ancak "eyyam-i mahsusa" ve "leyali-i mubareke" nin hululü münasebetiyle (Kandil ve Bayramların gelişi ile) o da pek nadir olarak Nevbe çıkar ve bazan bir hafta sürerdi. Bu haftanın içindeki zikir günlerinde ekseriyetle Nevbe vurulurdu. Büyük dergahların Hilafet Cermiyetlerinde, şayed Asitane Şeyhi (Pir evinin postnişini efendi) bulundu ise, o zaman ayin-i şerîf ve merasim, Nevbe'nin iştiraki ile yapılırdı.
Nevbe'nin çıkması ve çalınması iki suretle olurdu : Birisi oturulduğu yerde vurulurdu. Buna "Tulibî Nevbe" denilirdi. ikincisi de, ayakta vurulanıdır ki, bu da, Tulibî Nevbe'den sonra başlar ve daha az sürerdi.
Ramazan Bayramlarına rastlayan hafta günlerinde, bazan üç defa Nebve çıkardı. Kurban Bayramlarında ise, Nevbe merasimi iki defa yapılırdı.Nevbe'ler umumî olarak üç fasıldan ibaretti : Dergahın postnişini bulunan şeyh efendi ve bariz salahiyetli zakirbaşı, ellerinde pirinç halîle ile Nev-be'yi idare ederlerdi. Yaşlı dedeler ile diğer zâkirler Kuddüm vurur, dervişler Mazhar çalardı. Misafir olarak gelen kıdemli şeyh efendilere de, "El Kud-dümu" verilirdi.
MÜRİD
Arapça, isteyen demektir. Allah'a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan ( bey'at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufi anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1- Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Süfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan süfiye, vasıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:
Mutlak mürid: Şeyhine "niçin?" sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.
Mücaz mürîd: İç ve dışa ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.
Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konulara karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takva), edeb ve sıdk (doğruluk) üzere olması gerekir.
Tasavvuf Mecmuası 'ndan