Söyler misin, suçlarını niçin itiraf ediyorsun?

AhDe_VeFaLi

KF Ailesinden
Özel Üye
Cenevreli düşünür Jean-Jacques Rousseau (öl. 1778) ünlü itiraflarına şu sözlerle başlar:- Je forme une entreprise qui n’eut jamais d’exemple, et dont l’exécution n’aura point d’imitateur. Je veux montrer à mes semblables un homme dans toute la vérité de la nature; et cet homme, ce sera moi. Moi seul. (Les Confessions: 1712-1728)

Yani, yazar, şimdiye değin eşi-benzeri görülmemiş bir işe kalkışmak ve kimsenin taklid edemeyeceği bir teşebbüsü gerçekleştirmek niyetindeymiş: Bizim gibilere, tüm çıplaklığıyla bir insanı tanıtacakmış: kendisini yani. Sadece kendisini.

Rousseau bu girişin ardından, görüp tanıdığı hiçbir insana benzemediğini ve hemcinslerinden, daha iyi olmasa bile tamamen farklı olduğunu iddia ediyor.

Ne cüret değil mi kişinin kendisini tüm çıplaklığıyla anlatabileceğini ve/veya tanıtabileceğini iddia etmesi? Başkalarına benzememek ve başkalarından farklı olmak hoş bir duygu, güven verici. Bu tür sanılar sıradan insanların nefsine itimad telkin eder; yazar takımının nefsine ise hoş ve boş bir kibir...

Burada durup düşünmeliyiz: Hakikaten insanoğlu kendisini "tüm çıplaklığıyla" ve "tüm doğallığıyla" anlatabilir mi? Başkalarına değil, bizâtihi kendisine kendisini "tüm çıplaklığıyla" (dans toute la vérité de la nature) anlatmayı başarabilir mi?

Hiç sanmıyoruz.

Başkaları ne düşünür bilemeyiz ama biz yukarıdaki soruya verilmiş benzer cevaplardan birini görebilmek amacıyla Rousseau’yu iki asır öncesinde bırakıp günümüze gelecek ve Japon yönetmen Akira Kurosawa’ya (öl. 1998) kulak vermeyi tercih edeceğiz:

Kendisi, anılarında, "En İyi Yabancı Film" dalında Amerikan Akademi ödülünü aldığı ünlü filmi Raşamon’un hazırlıkları sırasında, asistanlarının bile senaryoyu anlamakta nasıl güçlük çektiklerini anlatır. Genç asistanlar bir akşam toplanarak yanına gelirler; çaresizdirler, çünkü bu işin içinden nasıl çıkacaklarını bilememektedirler. Kurosawa da alır onları karşısına ve bu filmde neyi anlatmak istediğini sakin sakin izah eder:

- "İnsanoğlu kendisine karşı bile dürüst davranmakta zorlanır. Kendinden söz ederken birtakım hayal ürünü yalanlar ekleyerek daha ilginç görünmeye çalışır. Bu senaryo, işte bu tür insanların portresini çiziyor. Bunlar kendilerini olduklarından daha iyi göstermek için yalan söylemeden yaşamlarını sürdüremeyenlerdir; hatta ölüp bu dünyadan geçmiş olsalar bile -filmdeki karakterlerden biri gibi- bir aracı ile dünyada yaptıklarını anlatırken gene yalan söylerler. Egoizm, insanoğlunun doğuştan gelen ve kefareti en güç ödenen günahıdır." (Kurbağa Yağı Satıcısı, s. 223-224)

Asistanlardan biri yine hiçbir şey anlamadığını itiraf ederse de film başarıyla tamamlanır. Nitekim bizler bu filmi bugün dünya sinemasının klasiklerinden biri olarak tanıyoruz.

İnsanoğlunun kendisini olduğundan daha iyi göstermek için söylediği yalanlar, "gerçeğin tam da aksini ifade eden sözler" anlamında birer ’yalan’ değildir. İnsan ne kadar doğru söylediğine inanırsa inansın, hatta bizatihi ne kadar doğru söylerse söylesin, yine de söyledikleri kendi gerçeğinin sadece bir kısmıdır; süzgeçten geçirilmiş, onarılmış, düzeltilmiş bir kısmı hem de.

- "Egoizm, insanoğlunun doğuştan gelen ve kefareti en güç ödenen günahıdır."

Kurosawa’nın mütercimine bağlı kalmak adına böyle aktardım. Ben çevirseydim ’egoizm’ yerine hiç tereddüt etmez şu sözcüğü kullanırdım: kibir.

Evet, ’bencillik’ değil, ’hodgâmlık’ da değil, tamıtamına ’kibir’... Fakat "üstünlük taslamak", "büyüklenmek", "kendini beğenmek" mânâsında kibir değil, bilâkis kişinin kendisini korumaya, zaaflarını örtmeye çalışması, kendisine yaklaştığı ölçüde özüne yabancı kalması anlamında kibir...

"Kim, hafızasının aynasında sâdık akisler bulabilir?" Sâdık, yani kendisini hiç çarpıtmadan, aynen, olduğu gibi yansıtan akisler.

Bakın, işte bu mümkün değil. O halde ne yapmalı, bir insanı tanımak için nereye bakmalı?

Kurosawa’nın, anılarına son verirken yaptığı şu tesbit, sanırım, gerçeği arayanlara yardımcı olacak nitelikte:

- "Hiçbir şey, bir insanla ilgili gerçekleri onun yapıtları kadar iyi sergileyemez."

Biz de öyle yapmalıyız: bir insanın düşüncelerini anlamaya, kavramaya çalışırken, bu nedenle kendi sözlerine bile bütünüyle güvenmeyip onun en sâdık aksini yapıtlarında bulmayı denemeliyiz. Çünkü çocuk terbiyesi hakkında o kadar yazmış olan Rousseau, beş çocuğunu da kendi elleriyle yetimhaneye bıraktığını güya hiç utanmadan itiraf eder.

Acaba niçin?
Niçin olsun, hiç çocuk sahibi ol(a)madığını itiraf etmekten utandığı için.
Dücane CÜNDİOĞLU
 
Üst