Kusura bakma İstanbul… Seninle aramıza bir hicran girdi bundan sonra… Şaire zûl gelen hayaline, bir güzelin çehresi karıştı neyleyim ? Neyleyim… Sana sakladıklarımı bir eşkıya talan eyledi…! Gönül adımlarım, bir meçhule doğru usul usul ilerlerken; senden alınmamış muradımı, sana bırakıyorum… Biliyor musun İstanbul; her sigaramı gönül ateşimle yakıyorum…?
Aklımın yetişemediği düşlerimin peşinden gitmekle hata yaptığımı, sende söyleme İstanbul ! Sende yüzüme vurma, bir yalnızlık beşgeninde kayboluşumu… Kim, nasıl ve ne zaman sağaltır bu yarayı ? O mu ? Şaka ediyorsun İstanbul… O kim ben kimim ? Rakım meselesi, çözüm dediğin… İstanbul ne olur sus ! Gelmez, gelmeyecek ! Hep beklediğin… Beklediğin…
İstanbul… Ah İstanbul ! Çocuk düşlerimin avutanı, her düştüğümde bomboş ellerimin yegane tutanı… Bu defa biçareyiz ikimiz de… O, benim tarafımdan aşkla sevilen olarak çiğneyedursun kaldırımlarını; sen bana ettiklerine rağmen hala bas o zalimi bağrına… Hicranın tarifinden ilham alsın gayrı satırlarım… İstanbul…! Milyon yıl geçse unutamam…! Kendimi unutur lâkin O’nu hatırlarım…
Sevdim İstanbul… Sevdim… İçimdeki sevdanın kuvvetiyle, aleme kafa tutan bir devdim… Gülün şebneminde durulan gökyüzü, mehtabın tutuşturduğu sularda alevdim… Sevdim… Sevdim İstanbul…! Ne bir zerre aşk düştü hisseme, ne de lütuf bâbından bir kabul…
İstanbul ! Düşme aklımın kenarına… Bırak örselenmiş dimağımın her kıvrımında, O’nun hayali salınsın bundan böyle… Tahtını terk et İstanbul ! Zâlimim geçip otursun başköşeye… Arzularım verem olsa da, uzansınlar hicrân adlı taş döşeğe… Musalla mı sanırsın hicranı İstanbul ? Yoksa bu sevdâyı, sende mi kıskanırsın destanlar şehri ? Sende mi yüz çevirirsin, idrâkiyle sarhoş olduğun asrın, garip Mecnûnunu ?
İstanbul… Şehriyarım ! Sevmenin kifayetsizleştiği bir devri yaşamaktayız seninle… Bikarar bir güzelin zülfünde salınır hayaletim… Dalgaların çağırdığı bir ecel değil benim ki… Sevda burçlarından, kahır dehlizlerine bırakıldığıma şahit olduğun o günden beri, ben o senin sevdiğin ben değilim… Şiirlerim firar halinde azabın tunç kapılarını aşındırmakta be yar !
İstanbul… Hatırlıyorsun değil mi? Hani o Fatih Camii’nin arka bahçesinde zavallı bir Oya Ağacı vardı… Hani o iklimini bulamamış, çiçeklerini baharın kollarına ulamamış garipçik… İşte ondan bir farkım kalmadı benim… Sevmekten yorulmuş yada usanmış değilim… Lakin reddedilmek perişan etti kalan ömrümün her lahzasını…
İstanbul… Ayrılık makamında inleyen tamburların, mızrap vurgunu tellerinden sıyrılıp da; sana esemem artık! Gözleriyle gönlümü avuntusuz kederlerin avucuna bırakan O… Beni bir küçük çocuk hüviyetiyle tasavvur ededursun; o kadar büyük ki sevdam… Bu sevda keza beni de büyütür Mecnunların nazarında… İş bu sebepten ötürü küsemem İstanbul !
Zeyrek’te, boylu boyunca Süleymaniye salınır her kuşluk vakti… İşte zamanın asude bir iklime kanat çırptığı o demlerde, ben, benden öte bir aleme gider de dönemem İstanbul… İçimdeki sevda kandilinin fitili ebediyete değerken; beyhude yanışıma söz söyleyip incitme beni, saadet ülkesinin sultanı… Ruhumu tutuşturan alevlerin, Erciyes’i için için kaynatan lavın hamurundan yoğrulmuş olduğunu unutma… Elimi O nazlı peri tutmadı ya… Ne olur İstanbul… Sen de tutma !
Biliyorum İstanbul… Dile gelmek istersin de gelemezsin… Biliyorum… Saatlerin gece yarısını vurduğu demlerde, O’nun kalbinde çınlamak arzusuyla vurursun başını taşlara… O taşlar ki Koca Sinan’ın gönül hendesesiyle abideleşmektedirler her an… Ve hayali karışırken gözümdeki yaşlara…
İstanbul… Ne olur sus… Ve dinle ıstırabımı…
Hicranımın sebebini kollarında uyutmaya devam et… Ki seni benden alana sitem olsun güzelliğin…
Güçer Kafa