Risaletinden Önce İnsanlığın ve Dünyanın Durumu

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
İnsanlığın ve Dünyanın Durumu

Kâinatın Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın manevî çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Resûlullah'ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!

Milâdî altıncı asır sonları...

Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asırdır. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır:

Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin v.s.

Bütün bu devletlerde;

A) Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi

İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ızdırabı içinde kıvranan zamanın insanları, âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.

Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah'a îman ve ibâdet yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere ve Yüce Kudret'in eseri olan eşyaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru ve ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık "İlâh!" diye secde ediyordu.

Ruh ve vicdanlar, tek Allah'a îmandan mahrum karanlıklara gömülü bulunduklarından "Her şey, İlâhî Kudret'in eseridir."

denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat, mânâsız, abes ve gayesiz mütalâa ediliyordu! îman, irfan ve basiretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde bin bir türlü esrar ve hikmeti muhafaza eden Kâinat Kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duruyorlardı.

Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, tevhid inancını, Allah'ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
İnsanlar, Sınıflara Ayrılmışlardı

İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zayıf, avam havas, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!

Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü İran'ın durumuna beraberce bir göz atalım: "Birçok ibtidaî kavimde olduğu gibi, İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan, dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa [kasta] ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi Kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen râhibler ve hâkimler, cengâverler ve resmî memurlardı. Rençber ve san'at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu. Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirlerden ve toprağa bağlı esir ve kölelerden [serflerden] mürekkepti ve bu sonuncuların vazifeleri, hiçbir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamıyla kendi hâllerine terkedilmiş, aşılmaz manialarla ayrılmış oldukları—mal ve mülkünden şerbetçe faydalanan—Dehkanlığa, yâni şehirliliğe bile yükselmeyi ümit edemezlerdi."150

Doğu Roma İmparatorluğunun hâli daha da acıklı ve ibretli idi: "Halk, kendiliğinden birçok talî sınıfa ayrılmıştı. Bunlar: 1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticarete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule [Kürül] denilen sınıf, 2) İran'daki benzerleri gibi, toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraç güzar [vergi veren] halk, 3) Askerî sınıftı. Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi, 'toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka bir şey değildi.""51

Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Roma'nın [Bizans'ın] o zamanki perişan durumunu, bakınız, nasıl hülâsa eder: "Jüstinyen'in ölümü (528565) ile Muhammed'in (s.a.v.) doğumu arasında geçen zaman zarfında olduğu gibi, belki tarihin hiçbir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bozulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irade ve faziletten mahrum milletler görülmüş değildir."152

Avrupa'da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elinde, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdır. İstenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satılırlardı. İtiraza hiçbir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse, efendisini beğenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sâdece şu vardı: Bazı barbar memleketlerde, hizmetçi, ilk efendisine muayyen bir kurtuluş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu, onlar için haliyle büyük bir lütuftu!

Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı!

Bu perişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah'ın en kıymetli mahlûku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tarağın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini doğuştan beraberinde getirdiğini ilân edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı! Hâl diliyle, âdeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu!
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
C) Kölelik, Bir Müessese Olarak Mevcuttu

İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir îman sayesinde mümkündür.

Gönülleri bu îmanın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları, elbete, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini parayla alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.

"Köle" diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp satmak gibi, açık artırmayla satılıyordu! Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti!

Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine, insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.

D) Mezhep Kavgaları Sürüp Gitmekteydi

Hıristiyan devletlerde, Hz. İsa'nın tebliğ ve telkin ettiği "tevhid" akîdesi, yerini bâtıl "teslis" inancına bırakmıştı.

Papazlar, Hz. İsa'nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, apayrı bir din meydana getirmişlerdi.

Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparatorluğunda din adına akıl almaz zülüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misâl olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas'ın, Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hâdisesini ibret nazarlarına sunarlar.153

İran'da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihanet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha germe, taşa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terketme, alışılagelmiş ölüm şekilleri arasında yer alıyordu.

Konfiçyüs'le Çin, medeniyette ilerlemişken, Saadet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılmayla karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları, dinmek bilmez bir hâl almıştı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.

Habeşistan, İslâm'ın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
E) Ahlâksızlık Kol Gezmekteydi

Allah'a îmanın verdiği haya ve korkudan mahrum, faziletten nasîbsiz insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışta, haysiyet ve namusları ayaklar altına alıcı âdi hareketlerde şerbetçe bulunuyordu.

Kumar, içki, zevk ve sefa âlemleri, günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zina, gasb ve baskın olayları, insanlık denilen kutsî ve ulvî mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.

İşte, tek bir misâli:

Bizans İmparatorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur hâline gelmişti ki, bizzat Konstantiniyye Patriği, İmparatorun, kendi öz yeğeniyle evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.154


Kadın, alınır satılır basit bir metadan öteye geçmiyordu.

Evet, Milât'tan sonra altıncı asır sonlan, yedinci asrın başları, işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehalet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inanç çeşitleri, sefahetin her türlüsü, en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.

İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ahlâksızlığa, vahşet ve dehşete şâhid ve sahne olmamıştı!

Manevî rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çâre olamayacaklarını söylüyor ve ve yüzüne kapatılıyordu.

Gerçek Yaratıcı Yüce Allah'ı bilmemiş, tanımamış ve O'nun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misâli, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarşi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı!

İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, her şey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telâkki ediliyordu!

Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vaveylaları arşı çınlatıyor, kâinat zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı hâline âdeta ağlıyordu!

Hülâsa, bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bulutu kaplamış bulunuyordu.

Bunun taptaze, manevî bir güneşin gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu!

O Saadet Güneşi, bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki, insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telâkki edilmekten kurtulsun. Her şeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arzedilmiş, Allah'ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrak edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz îman, zulmün yerini adalet, huzursuzluğun yerini huzur, cehaletin yerini ilim, ızdırabın yerini saadet alsın. İnanan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök, aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.

İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarında varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin, Cenâbı Hakk'ı tanımak ve O'na îman edip, ibâdet etmek olduğunu bilsin. Böylece, hakikî huzur ve gerçek saadete kavuşmuş olsun!


--------------------------------------------------------------------------------

150 Prof. Harun Han Şirvanî, İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Tere: Kemâl Kuşçu, s. 8.

151 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 10.

152 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 11.

153 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 11.

154 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 11.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Arabistan'nın Durumu

Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan'ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da—lisan ve edebiyat istisna edilirse—her şey çağırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.

Kısaca göz atalım:

DİNÎ DURUM

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garib itikadlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkarcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar, "Bizim için dünya hayatın

dan başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir."155 diyerek, güya keyiflerince hayat sürüyorlardı!

Resûli Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur'ânı Kerîm'inde Cenâbı Hakk, bu inancı taşıyanlara şöyle hitab edecektir:

"Ey Resulüm!.. Onlara de ki:

'"Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda şüphe olmayan Kıyamet Günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O'dur. Fakat, insanların çoğu bu gerçeği bilmez.'"156


Yine, o zaman Arapların bir kısmı Allah'a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.

Kur'ân, şu âyetiyle, bu inanç sahiplerinin hâllerini anlatıyor:

"Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur'ân'la geldiği zaman, insanların îman etmelerine, ancak şöyle demeleri mâni oldu:

'"Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?'"157


Peygamber'in insan nev'inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu güruha, yine Kur'ân, şu âyetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:

(Ey Resulüm!.. Mekkelilere) Şöyle de:

'"Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.'"158


Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.

Kur'ânı Kerîm, bu gruba da şu âyetiyle işaret eder:

"(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: 'Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?..' dedi."159


Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:

"(Ey Resulüm!..) De ki:

'"Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.'"160


Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:

"Biz, putlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!"161

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah'ı, bu inançlarının eseri olaraK 360 adet putla doldurmuşlardı.

]İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömerû'lFaruk (r.a.), Cahiliyye devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:

"Cahiliyye devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim!

"Beni ağlatan hâdise şu idi:

"Kız evlâdlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkate muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem! Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.

"Beni güldüren hâdiseye gelince... Cahiliyye devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır, yerdik! Bundan daha gülünç bir hâdise var mı? Bunu hatıladıkça da, Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim!"


Bütün bunlar yanında, Arabistan'da Hz. İbrahim'in tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim'e nisbetle "Hanifler" denilirdi. Zîra, Kur'ânı Kerîm'de "Hanif' tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır: "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan... O, Hanif Müslüman idi."162

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah'ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim, putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilân etmişlerdi.163

Yine, akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arab'ın meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan biriydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terkederek Hz. İbrahim'in dinine girmişti.

"Bismike Allahümme" tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kat'î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini, geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binâendir ki, Efendimize risâlet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hattâ, Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.164

Hicret'in 2. senesinde îman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz. Resûli Ekrem'den birkaç hadîs de rivayet olunmuştur.

Efendimiz, bir gün, terkisinde Şerid b. Süveyd'le gidiyordu. Sahabîye, "Ümeyye'nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?" diye sordu.

"Evet, biliyorum." cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye'nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz, Şerid'den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.

Sahabî, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine
Resûli Ekrem, şöyle buyurdular:

"Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.'"65

Bir diğer rivayete göre ise, "Ümeyye'nin şiiri îman etmiş, fakat kendisi dalâlette kalmıştır."166 buyurdular.


Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da, şüphesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide'dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Putlar

Mekke'ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:

Amr b. Luhay, şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.167

Amr, Şam'a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh'un sülâlesinden bir kabîlenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, "Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz." cevabını alır.

Bunun üzerine Amr, Mekke'ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.168

Amr, Hübel'i Mekke'ye getirir ve diker; halkı, bu puta tapmaya teşvik eder. Câhil halk, bu teşvike kapılarak, Hübel'e tapmaya başlar.

İşte, Mekke'ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikâyesi böylece başlamış oldu.

Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke'de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı.

Kureyş, en büyük put olarak Uzza'yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.

Evs ve Hazreç Kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabîle Menat'tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.

Kelb Kabilesinin putu Ved idi ve Dûmetû'lCendel denilen mevkide bulunuyordu.

Huzeyl Kabilesi, Suva putuna tapar ve bu put Gatafan mevkiinde idi.

Hemdan Kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tazim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.

Tayy ve Mezhiç Kabilelerinin putu, Yağus idi; Himyerîlerinki ise, Nesr...

Bekr Oğulları ve Kinane Kabilelerinin putu ise, Sa'd idi.169

İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.

Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet...

Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.

İşte, Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidâyet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
AHLÂKÎ DURUM

Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefalet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.

Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaîf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar, işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.

Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki eiliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hattâ zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur'ân, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehyediyordu:

"...Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele, iffetli olmak isterlerken... Kim onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr'dur [çok affedicidir], Rahîm'dir."170

Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilân ediyordu.

Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula mîras olarak intikal ediyordu.

Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti

Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca, bâzan kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.

Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyorlardı:

Diyorlardı ki:


"Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz."171

Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.

Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince, güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.

Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.

Kur'ânı Kerîm, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu âyetiyle bize haber verir:

"Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki, hüküm verdikleri şeyler ne kötü!'"72

Câhiliyye zamanında bu çikin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İslâmiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resûlullah'a bu durumunu şöyle anlatmıştı:

"Yâ Resûlallah!.. Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.

"Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim.

"Onun, bana son sözleri şu oldu: "'Babacığım!.. Babacığım!..'"

Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:

"Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslâmiyet devrine geçirmez."173

İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zâten, Kâinat Sultanına gerçek îmanın bulunmadığı bir kalbte, o sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!..
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
SİYASÎ NİZAM

Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabîlelere bölünmüşlerdi.

Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.

Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme hâlinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, âdeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabîleye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.

Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabîle de aynıyla yapmaya uğraşırdı.

Harb, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabîleler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, "Kardeşlerimizden olan Bekr'lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız!"174 bej/tiyle anlatmak ister.

Öteden beri, kabîleler ve aşiretler hâlinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini, gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları dâima yanına kâr kalırdı.175

EDEBÎ DURUM

Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki, İslâmiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek, yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.

Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zîra, yegâne gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine, bu şâirin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Eski zamanda şiire, "Arab'ın Defteri" deniliyordu. Zîra, Arab'ın ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akideleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.

Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.

Yine, muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.

Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.

Taif le Nahle arasında bulunan Sukı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.

Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, 20 gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, dâvasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe îrad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. "Şiire bu derece önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır." Böylece, İslâm'ın zuhuru sırasında Arabistan'da edebiyat, fesahat ve belagat, zirveye ulaşmıştı. Âdeta, görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur'ânı Mu'cizû'lBeyan'ın insanüstü üslûbuna hazırlıyordu.

Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur'ânı Azîmüşşan, edebiyat, belagat ve fesahatin zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgati, i'caz [mûcizeliği] ve icazı [vecizliği] ile, Arap edip, şâir ve hatiblerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur'ân'm üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Bir gün, bedevi Arap ediplerinden biri, u> fWas

j*jj âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.

Hâdise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: "Sen de mi Müslüman oldun?"

"Hayır..." diye cevap verdi bedevi edip: "Ben sâdece bu âyetin belagatına secde ettim!'"77

İmrû'1Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi, âyetini işitince, doğruca Kabe'ye vardı ve, "Artık

kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belagat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!" diyerek, kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.179

Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz "Muallakatı Seb'a [Yedi Askı]" şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadû'rRaviye tarafından toplanmıştır.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Şiirleri Kabe duvarına asılan şâirler şunlardır:

İmrû'lKays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris b. Hiliza (veya A'şâ).180

İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed'e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan'ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.

Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette ihtiyaç vardı. O zât da Ezelî Kader'in hükmüyle tesbit edilmişti: Hz. Muhammed (s.a.v.).

O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî manevî şeklini değiştirecekti, insanların yüzlerini dünyadan âhirete, fânî sevgililerden Mahbubu Bâkî'ye çevirecek ve bununla insanı maddî manevî saadete erdirecekti.

Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kâinatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilân edecek olan zâttı.

Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.

Bu zât, "Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gelmiş, niçin gelmiş ve nereye gidecekler?" gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.

Bu zât, insanın sahibi Allah'ın, insanlardan neleri istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.

Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah'tan aldığı emirleri bildirecek, ilân edecekti.

İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu!


--------------------------------------------------------------------------------

156 Câsiye, 26.

157 isrâ, 94.

158 isrâ,95.

159 Yasin, 78.

160 Yasin, 79.

161 Zümer, 3.

162 Âlİ Imrân, 67.

163 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 237238.

164 Bağdadî, Muhammed Fehmi, Tarihi Edebiyyatı Arabiyye, c. 1, s. 19.

165 ezZebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 3839.

166 Bağdadî, Muhammed Fehmi, A.g.e., c. 1, s. 43.

167 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 79.ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 79.

169 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 8084.

170 Nur, 33.

171 En'am, 151.

172 Nahl, 5859.

173 Darimî, Sünen, c. 1, s. 34.

174 Ahmed Emin, Fecrû'llslânn, Tere: Ahmed Serdaroğlu, s. 37.

175 Ahmed Emin, Fecrû'llslâm, s. 3738.

177 Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, A.g.e., s. 350.

179 Ahmed Cevdet Paşa, A.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 416.

180 Ahmed Emin, A.g.e., s. 102.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Kuss B.Saide Efendimizi Haber Veriyor

Kâinatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.



Arab'ın Câhiliyye devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz'daki "Sukı Ukaz," renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı.

İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı.

Bu sırada, kızıl tüylü bir deve üstünde 100 yaşını aşmış bir pîri fânî peydahlandı.

Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad Kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi.

Cenâbı Hakk'ın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şâiri, hatibi ve hakimi idi. Fesahatıyla dillere destan olmuş bu zât, dikkat kesilmiş ve derin bir sükûta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitabediyordu:


"Ey insanlar!.. Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır.

Derken, hepsi ölüp gider! Hâdiselerin ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük dîvan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur.

Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa, orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?

Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir! Ve Allah'ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır.

Gölgesi başınızın üstüne geldi! Ne mutlu o kimseye ki, ona îman eder; o da kendisine hidâyet eyleye! Yazıklar olsun, ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!.. Yazıklar olsun, ömürleri gafletle geçen ümmetlere!..


"Ey insanlar!.. Hani ya babalar, dedeler, atalar?.. Nerede soy sop?..

Hani o süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semud kavimleri?.. Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, 'Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?' diyen Firavunla Nemrud?

Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin!

Her şey fânidir; bakî olan, ancak Allah'tır. Ki O, birdir, şeriki ve nâziri yoktur! İbâdet edilecek, ancak O'dur. Doğmamış ve doğurmamıştır!

Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur! Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük küçük hep göçüp gidiyor! Giden geri gelmiyor! Kat'î bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır."181


Garibtir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hatemû'lEnbiya'nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss b. Saide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında, geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersizdi!


Câhiliyye devrinde Cenâbı Hakk'ın kalblerine hidâyet ihsan ettiği bahtiyarlardan biri olan Kuss b. Saide'nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi.


Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasîb olmadı.


Aradan yıllar geçti.

Beni İyad'ın müvahhid ve Hz. İsa'nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud b. Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte, vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı.

Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, senin vasfını İncil'de buldum. Seni, Meryem'in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah'a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen, Allah'ın resulüsün!" diyerek Müslüman oldu.

Onu takiben de diğer arkadaşları İslâmiyete girdiler.182

Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahri Kâinat Efendimiz, sordu: "İçinizde Kuss b. Saide'yi bilen var mı?"


Carud, "Elbette yâ Resûlallah!.." dedi, "Hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim!"


Bunun üzerine Resûli Zîşan Efendimiz şöyle buyurdular:

"Kuss b. Saide'nin bir zamanlar Sukı Ukaz'da bir deve üzerinde, 'Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!' diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun!"


Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ben de o gün Sukı Ukaz'da hazırdım. Kuss b. Saide'nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!"

Sonra da mezkûr hutbeyi başından sonuna kadar Huzuru Risâlet'te okudu.


Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss'un şiirlerinden birkaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Haremi Şerifte, Haşîm Oğullarından Muhammed'in (s.a.v.) peygamber gönderileceğini açıkça zikr ve beyan etmişti.


Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Câhiliyye devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:

"Ümit ederim ki, Cenâbı Hakk, Kıyamet Gününde Kuss b. Saide'yi ayrı bir ümmet olarak hasreder!"183

181 Ahmed Cevdet Paşa, Kısası Enbiya, c. 1, s. 62.
182 ibni Hişam, Sîre, c. 4, s. 221; İbni Sa'd Tabakat, c. 6, s. 560; Taberî, Tarih, c. 3, s. 161.
183 Ahmed Cevdet Paşa, A.g.e., c. 1, s. 62.
 
Üst