Peygamberimiz Doğduğunda Arabistanın Durumu

cenneteyn

Yolcu..
Kademeli
Peygamberimiz Doğduğunda Arabistanın Durumu

Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da —lisan ve edebiyat istisna edilirse— her şey çağırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.

Kısaca göz atalım:

Dinî Durum
İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manasıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikadlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,“Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir”[1]diyerek, güya keyiflerince hayat sürüyorlardı!

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’an-ı Kerim’inde Cenab-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

“Ey Resûlüm! Onlara de ki:

“‘Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda şüphe olmayan kıyamet günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O’dur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmez.’”[2]

Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve ahiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.

Kur’an, şu ayetiyle, bu inanç sahiplerinin hallerini anlatıyor:

“Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur’an’la geldiği zaman, insanların iman etmelerine, ancak şöyle demeleri mani oldu:

“‘Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?’”[3]

Peygamberin insan nev’inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu gürûha yine Kur’an, şu ayetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilan ediyordu:

“(Ey Resûlüm! Mekkelilere) Şöyle de:

“‘Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.’”[4]

Diğer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.

Kur’an-ı Kerim, bu gruba da şu ayetiyle işaret eder:

“(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: ‘Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?’ dedi.”[5]

Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:

“(Ey Resûlüm!) De ki:

“‘Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.’”[6]

Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hatta zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:

“Biz, putlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!”[7]

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah’ı, bu inançlarının eseri olarak 360 adet putla doldurmuşlardı.

İslam şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömerü’l-Fârûk (r.a.), Câhiliyye devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hadiseyi şöyle anlatır:

“Câhiliyye devrinde yaptığımız iki iş vardı ki onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim!

“Beni ağlatan hadise şu idi:

“Kız evlatlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkate muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl revâ görürdük, bilmem! Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.

“Beni güldüren hadiseye gelince... Câhiliyye devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır, yerdik! Bundan daha gülünç bir hadise var mı? Bunu hatırladıkça da, Câhiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim!”

Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. İbrahim’in tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’an-ı Kerim’de “Hanif” tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan... O, Hanif Müslüman idi.”[8]

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah’ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizâtında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.[9]

Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arapların meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan biriydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim’in dinine girmişti.

“Bismike Allahümme” tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kat’î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini, geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki Efendimize risâlet vazifesi verilince, haset ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesi’nde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.[10]

Hicret’in 2. senesinde iman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz. Resûl-i Ekrem’den birkaç hadis de rivayet olunmuştur.

Efendimiz bir gün, terkisinde Şerîd b. Süveyd’le gidiyordu. Sahabeye, “Ümeyye’nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?” diye sordu.

“Evet, biliyorum” cevabında bulunan sahabe, arkasından da Ümeyye’nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz, Şerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.

Sahabe, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, şöyle buyurdular:

“Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.”[11]

Bir diğer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin şiiri iman etmiş, fakat kendisi dalâlette kalmıştır”[12]buyurdular.

Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüphesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide’dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.

Putlar
Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:

Amr b. Luhay, şehre ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.[13]

Amr Şam’a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh’un sülâlesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz” cevabını alır.

Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.[14]

Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker; halkı, bu puta tapmaya teşvik eder. Câhil halk bu teşvike kapılarak Hübel’e tapmaya başlar.

İşte, Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikâyesi böylece başlamış oldu.

Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı
Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı.

Kureyş, en büyük put olarak Uzzâ’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.

Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Menat’tan başka, Lât ve Uzzâ putlarına da tapmaya başlamışlardı.

Kelb kabilesinin putu Vedd idi ve Dûmetü’l-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.

Huzeyl kabilesi, Suva putuna tapardı ve bu put Gatafan mevkiinde idi.

Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tâzim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.

Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu, Yeğûs idi; Himyerîlerinki ise, Nesr...

Bekroğulları ve Kinâne kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.[15]

İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer talep ederlerdi. İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.

Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet...

Ne var ki o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.

İşte, Allah Resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.

Ahlâkî Durum
Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefâlet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.

Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zayıf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar, işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.

Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’an, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehyediyordu:

“... Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele iffetli olmak isterlerken... Kim onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr’dur [çok affedicidir], Rahîm’dir.”[16]

Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.

Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.

Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti
Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.

Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyorlardı:

Diyorlardı ki:

”Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefâlete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz.”[17]

Bazen de anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.

Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince, güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.

Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrit etme yoluna giderlerdi.

Kur’an-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu ayetiyle bize haber verir:

“Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki hüküm verdikleri şeyler ne kötü!”[18]

Câhiliyye zamanında bu çirkin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İslamiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resûlullah’a bu durumunu şöyle anlatmıştı:

“Yâ Resûlallah! Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.

“Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim.

“Onun, bana son sözleri şu oldu:

“‘Babacığım! Babacığım!’”

Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:

“Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez.”[19]

İşte, o zamanlar şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalp ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kâinat Sultanına gerçek imanın bulunmadığı bir kalpte, o sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!

Siyasî Nizam
Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi.

Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.

Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.

Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.

Harp, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, “Kardeşlerimizden olan Bekrlerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız!”[20]beytiyle anlatmak ister.

Öteden beri, kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükûmet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini, gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları daima yanına kâr kalırdı.[21]

Edebî Durum

Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belâgat ve fesahat konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek, yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.

Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegâne gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bu şâirin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Eski zamanda şiire, “Arabın Defteri” deniliyordu. Zira, Arapların ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akîdeleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.

Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.

Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.

Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kâbe duvarına asılırdı.

Taif’le Nahle arasında bulunan Sûk-i Ukâz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.

Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, yirmi gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe irad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. “Şiire bu derece önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.” Böylece, İslam’ın zuhuru sırasında Arabistan’da edebiyat, fesâhat ve belâgat, zirveye ulaşmıştı. Adeta, görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın insanüstü üslûbuna hazırlıyordu.

Arapların bu mümtaz hususîyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, edebiyat, belâgat ve fesahatin zirvesinde nâzil oluyordu. Bu fesahat ve belâgati, i’caz [mucizeliği] ve icazı [vecizliği] ile Arap edip, şâir ve hatiblerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur’an’ın üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Bir gün, bedevî Arap ediplerinden biri, فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُayetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.

Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: “Sen de mi Müslüman oldun?”

“Hayır...” diye cevap verdi bedevî edip: “Ben sadece bu ayetin belâgatine secde ettim!”[22]

İmriü’l-Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi

ayetini işitince, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Artık kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!” diyerek, kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.[23]

Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz “Muallakat-ı Seb’a [Yedi Askı]” şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü’r-Râviye tarafından toplanmıştır.

Şiirleri Kâbe duvarına asılan şâirler şunlardır:

İmriü’l-Kays, Tarafe, Lebîd, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antere (veya Nâbiğa), Hâris b. Hiliza (veya A’şâ).[24]

İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan’ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.

Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette ihtiyaç vardı. O zât da ezelî kaderin hükmüyle tespit edilmişti: Hz. Muhammed (a.s.m.).

O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî mânevî şeklini değiştirecekti. insanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Bâkî’ye çevirecek ve bununla insanı maddî mânevî saadete erdirecekti.

Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kâinatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galâksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilan edecek olan zâttı.

Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.

Bu zât, “Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gelmiş, niçin gelmiş ve nereye gidecekler?” gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.

Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediğini, râzı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.

Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.

İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst