Muhabbetteki Sır
"Biz insanın sırrıyız,
insan da bizim sırrımızdır."
Hadîs-i Kudsî
"Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim de bu kâinâtı yarattım." beyânında ifâde edilen gizli hazînenin en yüce vasıflarından biri de, mutlak güzellik idi.
İşte Cenâb-ı Hakk, bu esrârlı ve nâmütenâhî idrâk ötesi güzelliğin gizli kalmasını arzu etmedi ve kâinâtı yarattı.
Bu yaratışta O'nun sonsuz güzellik ve nûr deryâsından bir damlacık, bu âleme ve toprağa nasîb oldu. Böylelikle toprak, diğer varlıklardan ayrı bir üstünlük ve meziyet kazandı. Öyle ki Allâh Teâlâ, varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insanı da topraktan halketti.
Bütün varlıkları ilâhî muhabbetle yaratan Allâh -celle celâlühû-, onların herbirini kendisinin san'at ve kemâline delîl kıldı. İlâhî bir san'at hârikası olan insanın varlığı da, aşk ve muhabbetin kâmil bir tezâhürü oldu. Zîrâ Hakk'ın gizli hazînesinden taşıp coşarak tezyin ettiği bu âlem ve topraktan murad, yalnız alabildiğine engin yeşil kırlar, vâdîler, ulu sahrâlar ve dağlar değildir. Toprağın ve bütün mahlukatın yaratılışına vesîle olan aşk, muhabbet menbaı ve kâinâtın özü olan insandır. Bu itibarla insanın mükerremliği, yaratılış gâyesini koruyabildiği nisbettedir.
Diğer taraftan var oluş sebebinin "muhabbet" olduğundan her canlıda bu vasıf, fıtrî bir temâyül arzeder. Bir akrebin bile yavrularını sırtında taşıması, bu muhabbetin bir neticesidir.
Bu temâyül, varlıkların en şereflisi olan insanda zirvededir. Bununla beraber insan, bu imtihân âleminde muhabbet ettiği varlığın buna liyâkati nisbetinde bir netice elde eder. Bu demektir ki, sonsuz bir muhabbet kâbiliyeti ile yaratılmış olan insan kalbi, fıtrî olan sevme temâyül ve vasfını ancak Cenâb-ı Hakk'a yönelttiği takdirde muhabbette kemâle ulaşabilir! Aksi hâlde süflî ve boş gâyeler peşinde koşmaktan kurtulamaz. Ömür, bir hüsrân çalkantıları içinde nihâyet bulur. Yâni insanoğlu, tabiî ve fıtrî olan sevme meylini Rabbine ve O'nun sevdiklerine hasrettiği nisbette ve rûhâniyetinin şiddeti derecesinde mânen yükselme nîmetine sahiptir.
Nitekim insanın tâbî tutulduğu ilâhî imtihânlar, bir nevî muhabbeti nasıl kullandığı ile alâkalıdır. Bunun için Allâh Teâlâ, insanın yapısına müsbet temâyüllerin yanında menfî husûsiyetler de vermiştir. Bu istikâmette Cenâb-ı Hakk, mutlak varlık, mutlak güzellik ve mutlak hayır gibi üç büyük sıfatından insana nasîb bahşetmiş ve onu bunların zıdları olan mutlak yokluk, mutlak çirkinlik ve mutlak şer ile de mâlul kılmıştır. Âyette buyurulur:
"(Allâh,) ona (yâni insana) iyilikleri de kötülükleri de ilhâm etmiştir." (eş-Şems, 8)
İşte insanın bir ömür câzibesine kapıldığı biri menfî, diğeri müsbet iki sonsuz zıt kutup!
Ancak bilmelidir ki, insan için asıl ve büyük iptilâ, menfî kutba yöneliştir. Zîrâ bu kutba meyledenler, öyle bir körlük yaşarlar ki, sırf kendisini ve yaptıklarını beğenirler. Bu ise, beşerî aczi farkettirmeyen büyük bir gaflet ve zaaftır. Hattâ rûh hastalıklarının en zararlısıdır. Bu, ilâhî kudrete yabancı kalıp kendi kudreti vehmiyle "ben" diyerek kibirlenmek ve gururlanmaktır.
Bu itibarla hadîs-i şerîfte buyurulan:
"Ölmeden evvel ölünüz!" hitabının yüklendiği hakîkî mânâ, insandaki menfî kutba âid kötü sıfatların tuzağına düşmemeyi ve nefsin girdaplarından kurtulmayı ifâde eder. Lâkin bunun için takip edilecek metod, nefsi öldürmek değil, ona hâkim olmaktır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
"Şâyet su, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat geminin içine girerse, onu helâk eder. Aynı hâli, gemiyi yürüten ateşle de misâllendirebiliriz. Kazandaki ateş, gemiyi yürütür. O ateş, kazandan taşıp güverteye yayılır ise, gemiyi yakar."
O halde kul, menfî sıfatları ne ölçüde asgarîye indirebilirse, o ölçüde Rabbine yakınlaşmış olur. Buna muvaffakıyet için de yegâne âmil, hiç şüphesiz muhabbeti, kalbin istidadı nisbetinde yalnız Allâh'a yöneltmektir. Ancak muhabbetin birdenbire Cenâb-ı Hakk'a yöneltilmesinde beşer için birçok tehlikeler mevcûddur. Kalb, bir an gelir yüksek voltaja tutulmuşçasına yanmaya başlar. Bu ise, beşerî hayatı ve onun îcâblarını alt-üst eder. Mûsâ -aleyhisselâm-'daki tecellî, bu hâle güzel bir misâldir:
Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr-i Sînâ'da Cenâb-ı Hakk'ın ezeldeki "kelâm" sıfatına muhatab oldu. Rabbiyle beşer idrâkinin ötesinde harfsiz, kelimesiz, değişik bir hâl ile konuşmasının mânevî câzibesi içinde büyük bir aşk ve muhabbetle kendini kaybetti. Isrârla Cenâb-ı Hakk'ı görmek istedi. Ancak "len-terânî" (Beni göremezsin!) hitabına muhatab oldu. Buna rağmen ısrar edince Cenâb-ı Hakk, hicablar arkasından dağa nazar edeceğini bildirdi. Dağ, Rabb'den gelen zerre bir nûr tecellîsi karşısında infilâk ile darmadağın oldu. Bu müthiş hâl karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı ve istiğfâr etti.
Ülû'l-azm bir peygamberin bile tâkatini eriten bu büyük ve ânî tecellî de gösteriyor ki, muhabbette kademeleşme zarurîdir. Kalbin ilâhî aşka kabiliyet ve meylini arttırıcı ve güçlendirici temrînler lâzımdır. Bu ise, nefsin sultasından uzaklaşarak Hakk dostlarının ruhâniyetine sarılma ile tedrîcî bir mümâreseyi gerektirir. Zîrâ kalb, ancak böyle mümâreselerle kabiliyet ve muhabbet temâyülünü artırır, menfîliklerden sıyrılıp berraklaşır, bütün fânî bağlantı ve nefsî takıntılardan kurtulup seviye kazanır ve cilâlı bir ayna gibi ilâhî muhabbete ma'kes olabilme yolunda tâkat kazanır.
"Biz insanın sırrıyız,
insan da bizim sırrımızdır."
Hadîs-i Kudsî
"Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim de bu kâinâtı yarattım." beyânında ifâde edilen gizli hazînenin en yüce vasıflarından biri de, mutlak güzellik idi.
İşte Cenâb-ı Hakk, bu esrârlı ve nâmütenâhî idrâk ötesi güzelliğin gizli kalmasını arzu etmedi ve kâinâtı yarattı.
Bu yaratışta O'nun sonsuz güzellik ve nûr deryâsından bir damlacık, bu âleme ve toprağa nasîb oldu. Böylelikle toprak, diğer varlıklardan ayrı bir üstünlük ve meziyet kazandı. Öyle ki Allâh Teâlâ, varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insanı da topraktan halketti.
Bütün varlıkları ilâhî muhabbetle yaratan Allâh -celle celâlühû-, onların herbirini kendisinin san'at ve kemâline delîl kıldı. İlâhî bir san'at hârikası olan insanın varlığı da, aşk ve muhabbetin kâmil bir tezâhürü oldu. Zîrâ Hakk'ın gizli hazînesinden taşıp coşarak tezyin ettiği bu âlem ve topraktan murad, yalnız alabildiğine engin yeşil kırlar, vâdîler, ulu sahrâlar ve dağlar değildir. Toprağın ve bütün mahlukatın yaratılışına vesîle olan aşk, muhabbet menbaı ve kâinâtın özü olan insandır. Bu itibarla insanın mükerremliği, yaratılış gâyesini koruyabildiği nisbettedir.
Diğer taraftan var oluş sebebinin "muhabbet" olduğundan her canlıda bu vasıf, fıtrî bir temâyül arzeder. Bir akrebin bile yavrularını sırtında taşıması, bu muhabbetin bir neticesidir.
Bu temâyül, varlıkların en şereflisi olan insanda zirvededir. Bununla beraber insan, bu imtihân âleminde muhabbet ettiği varlığın buna liyâkati nisbetinde bir netice elde eder. Bu demektir ki, sonsuz bir muhabbet kâbiliyeti ile yaratılmış olan insan kalbi, fıtrî olan sevme temâyül ve vasfını ancak Cenâb-ı Hakk'a yönelttiği takdirde muhabbette kemâle ulaşabilir! Aksi hâlde süflî ve boş gâyeler peşinde koşmaktan kurtulamaz. Ömür, bir hüsrân çalkantıları içinde nihâyet bulur. Yâni insanoğlu, tabiî ve fıtrî olan sevme meylini Rabbine ve O'nun sevdiklerine hasrettiği nisbette ve rûhâniyetinin şiddeti derecesinde mânen yükselme nîmetine sahiptir.
Nitekim insanın tâbî tutulduğu ilâhî imtihânlar, bir nevî muhabbeti nasıl kullandığı ile alâkalıdır. Bunun için Allâh Teâlâ, insanın yapısına müsbet temâyüllerin yanında menfî husûsiyetler de vermiştir. Bu istikâmette Cenâb-ı Hakk, mutlak varlık, mutlak güzellik ve mutlak hayır gibi üç büyük sıfatından insana nasîb bahşetmiş ve onu bunların zıdları olan mutlak yokluk, mutlak çirkinlik ve mutlak şer ile de mâlul kılmıştır. Âyette buyurulur:
"(Allâh,) ona (yâni insana) iyilikleri de kötülükleri de ilhâm etmiştir." (eş-Şems, 8)
İşte insanın bir ömür câzibesine kapıldığı biri menfî, diğeri müsbet iki sonsuz zıt kutup!
Ancak bilmelidir ki, insan için asıl ve büyük iptilâ, menfî kutba yöneliştir. Zîrâ bu kutba meyledenler, öyle bir körlük yaşarlar ki, sırf kendisini ve yaptıklarını beğenirler. Bu ise, beşerî aczi farkettirmeyen büyük bir gaflet ve zaaftır. Hattâ rûh hastalıklarının en zararlısıdır. Bu, ilâhî kudrete yabancı kalıp kendi kudreti vehmiyle "ben" diyerek kibirlenmek ve gururlanmaktır.
Bu itibarla hadîs-i şerîfte buyurulan:
"Ölmeden evvel ölünüz!" hitabının yüklendiği hakîkî mânâ, insandaki menfî kutba âid kötü sıfatların tuzağına düşmemeyi ve nefsin girdaplarından kurtulmayı ifâde eder. Lâkin bunun için takip edilecek metod, nefsi öldürmek değil, ona hâkim olmaktır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
"Şâyet su, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat geminin içine girerse, onu helâk eder. Aynı hâli, gemiyi yürüten ateşle de misâllendirebiliriz. Kazandaki ateş, gemiyi yürütür. O ateş, kazandan taşıp güverteye yayılır ise, gemiyi yakar."
O halde kul, menfî sıfatları ne ölçüde asgarîye indirebilirse, o ölçüde Rabbine yakınlaşmış olur. Buna muvaffakıyet için de yegâne âmil, hiç şüphesiz muhabbeti, kalbin istidadı nisbetinde yalnız Allâh'a yöneltmektir. Ancak muhabbetin birdenbire Cenâb-ı Hakk'a yöneltilmesinde beşer için birçok tehlikeler mevcûddur. Kalb, bir an gelir yüksek voltaja tutulmuşçasına yanmaya başlar. Bu ise, beşerî hayatı ve onun îcâblarını alt-üst eder. Mûsâ -aleyhisselâm-'daki tecellî, bu hâle güzel bir misâldir:
Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr-i Sînâ'da Cenâb-ı Hakk'ın ezeldeki "kelâm" sıfatına muhatab oldu. Rabbiyle beşer idrâkinin ötesinde harfsiz, kelimesiz, değişik bir hâl ile konuşmasının mânevî câzibesi içinde büyük bir aşk ve muhabbetle kendini kaybetti. Isrârla Cenâb-ı Hakk'ı görmek istedi. Ancak "len-terânî" (Beni göremezsin!) hitabına muhatab oldu. Buna rağmen ısrar edince Cenâb-ı Hakk, hicablar arkasından dağa nazar edeceğini bildirdi. Dağ, Rabb'den gelen zerre bir nûr tecellîsi karşısında infilâk ile darmadağın oldu. Bu müthiş hâl karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı ve istiğfâr etti.
Ülû'l-azm bir peygamberin bile tâkatini eriten bu büyük ve ânî tecellî de gösteriyor ki, muhabbette kademeleşme zarurîdir. Kalbin ilâhî aşka kabiliyet ve meylini arttırıcı ve güçlendirici temrînler lâzımdır. Bu ise, nefsin sultasından uzaklaşarak Hakk dostlarının ruhâniyetine sarılma ile tedrîcî bir mümâreseyi gerektirir. Zîrâ kalb, ancak böyle mümâreselerle kabiliyet ve muhabbet temâyülünü artırır, menfîliklerden sıyrılıp berraklaşır, bütün fânî bağlantı ve nefsî takıntılardan kurtulup seviye kazanır ve cilâlı bir ayna gibi ilâhî muhabbete ma'kes olabilme yolunda tâkat kazanır.