MUHABBET
Kâinatın mayası muhabbettir. İnsan yaratılışında, incilerden en büyük hikmet, muhabbettir. Yaratılış incisinin adı Muhammed (sav) se soyadı muhabbettir. Bilûmum ermişlerin; O'nun bulduğunu bulmuşların bu yolda cehdlerinin zembereği dahi muhabbettir. Safilerde ve saf gönüllerde, hissizlerin ve gönülsüzlerin yakın gelecekte çekecekleri azaba tahammülsüzlüktür ki onları, duyduğunu duyurma tevkiyle bîkarar etmittir.
Evet dört bucakta, asırlar boyu duyulan tarrakaların gerçek yüzü budur. Hattâ ucundan kan damlayan kılınçlar, göğüslere saplanan mızraklar ve süngüler, insanlığa sevgi taşıma uğrunda bu dedikodulu, bu bizzat güzel olmayan yolda, yıllar yılı ağlattı ve inlettiler. Halık sevgisiyle bu "devran"ı sona erdirme gayesi, dışı çirkin daha nice şeyleri pek çoklarına sevdirmişti.
İnsan, sevdiği nisbette insandır. Gönül muhabbetle dolup taştığı nisbette ihsan ehlidir. Bu, kullukta "Hakkı" gibi olma şuuruna ulaşmaktır. İşte "îmân" ve "İslâm"dan sonra en büyük derece...
Mahlûkatı sevmemek, "Halık"a nisbeti bilmemekten olur. "Halık" sevilir de ondan ötürü "Mahlûk"u sevilmez mi? Esasen sevmeyenler, peygamberlik anlayışından haberdar olmıyan nâdanlardır. Bütün inceliğiyle veralar ötesi "Melekût" cennetine ulaşan varlığın özü, ne o havanın füsunkârlığına, ne Cennet'in güzelliğine ve ne de hurilerin perdedarlığına kapılmamıştı. O, gizliliklerle dolu, nâz ile gidip niyåz ile döndüğü o gece yolculuğunda dudağı tebessümle süslü, gönlü halka muhabbetle kaynayıp durduğu anda dahi "Ümmeti"ni dilemişti.
Peygamber deyip de, "Muhabbet"i hatırlamamaya imkân var mı? Sevgiyi hatırlamadan, gerçek "Vahdet"i düşünmeden, bir saadet devri nasıl düşünülür? O, âleme muhabbet dellâlı olarak geldi ve dört bir bucağı şefkat anahtarıyla açtı. Dostu, düşmanı O'ndan mürüvvet gördü, kîll ü kale mahal kalmadı. O kadar ki Allah (cc) O'na, cezaların tatbikinde şefkate kapılmamasını söylüyor, ümmetinin ızdırabından ve çok kere onların duygusuzluğundan hissettiği teessürü başına kakıyordu.
Bir defasında o eşsiz varlık, İslâmî bir cezanın tatbikine mâruz eski bir yârân'ın, ceza esnasında tahammül edemeyip kaçtığını; fakat yine de cezaya çarptırıldığını duyunca, rahmet bulutları gibi dolmuş ve şefkatle seslenmişti: "O'nu taşlamadan vazgeçip bana getirseydiniz ya." Mukaddes ruh Hazret-i İsâ'nın recmedilen birinin yanına yaklaşarak söylediği "İlk taşı hiç günahı olmayan atsın" sözüyle menba birliğine sahiptir yukarıdaki söz... İşte burada, büyük sevgi iddiacıları hümanistlerden bahsetmek hem ölçü bilgisizliğinin hem de bir yönde kör hayranlığın ifadesidir. Evet, yığın yığın nazariyeler hammalı, bitmez bir "Gidiş" yolcusu mütefelsif dimağla, lâhût âlemi turfandalarıyla daimi "Geliş" yolcusu, "Hakk" esrarının habercisi peygamber arasındaki serâ-süreyyâ farkı, bu sırla tezahür eder.
O'nun herkesten daha yakını, Kur'ân'ın "İkinciliği" kulağına küpe diye taktığı "Saadet asrı"nın Sıddîk'ı: "Vücudumu cihanlar kadar büyüt de Cehennem'i ben doldurayım; tâ kullarına yer kalmasın" diyerek, nefretin kalbinde yer bulamayışını, muhabbetin bütün varlık dünyasını istilâ edişini ne güzel anlatır. O günden devrimize kadar, ulu dağlar gibi başı dumanlı nice büyükler vardır ki, etrafın derdiyle daima gözleri nemli ve içi muhabbetle dolu yaşamışlardır. Asrımızın âfâkında, yangınlar hâlinde gönlümüzün derinliklerine kadar nüfuz eden, "Milletimin imânını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü, vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur." sözleri, önüne geçilmez hudutsuz bir muhabbetin ifadesidir ki, O'na doksan küsur senelik hayatında, her türlü zevki haram etmiştir. Dünyayı aşıp verâsındaki zevkleri dahi ayağının altına alan bir hasbî için fedakârlığın bu kadarı, o kâmet–i bâlâyı küçük gösterir. O muhabbet deyip girdiği şu ziyafet evinden, muhabbet deyip bir hamlede rıza diyarına uçmuştur. Yığın yığın "Düstur" o misal varlıktan geriye kalan kuşların kanatlarında, bulutların üstünde, rüzgârların sırtında hep uçuşan bir muhabbettir. İnsanları sevmek... Mü'minleri sevmek... Omuz omuza koştuğu, savaştığı cihad arkadaşını sevmek... Derecesine göre bütün varlıkları sevmek... O'nda sevgi his ve mizaç istikametidir. "Kin, bir mizaç bozukluğu, nefret, kanser hastalığı, husumet, içtimaî bir vebâdır" sözü ve sesi tu cümlede tam tonunu bulmuttur: "Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur."
Yıkılışların birbirini takip ettiği, viranesinde baykuşların öttüğü şu son asrın fitne ve fesadına karşı en faydalı ilâç, sevmeyi sevmek, nefretten nefret etmek, kin dolu bir kâlbi sinede yük sayıp atmaktır. Allah rızasına ve rahmetine mazhar oluş, kâlblerin vahdetine bağlıdır. Sevmeyen bir kâlb garazlardan kurtulamadığı, sefil hisleri başından atamadığı için, nasıl "Rıza" semasına yükselebilir? Sevmeyen bir gönül rahmet tecellisinden nasipsizdir. Zira, yerde, rahmet asıl, nefret arızî olmalı. En büyük muhabbet sebebi "Yaratıcı" alâkalarıyla sevmek ve yine O'nun hatırı için iç burkuntusuyla nefret etmek... İşte vahdet şuuru. Evet ne sevgi, ne de nefret mutlak olmamalı; tâ ki, her iki hâlde de pişmanlık duyulduğu zaman mahcubiyet olmasın. Sevdiğini, bir gün düşmanın olur mülâhazasıyla mukayyed sevmen emredildiği gibi, nefret ettiğini de bu mülâhaza içinde kabul etmen emrolunmuştur. Bugün kin ve nefretle karşıladığınız kimseler, yarın bir nedametle karşınıza çıkacak olsalar acaba kızarmaz mısınız? Hele ittiğiniz ve attığınız, mü'min kardeşiniz olursa...
"Ey insanlar! Birbirinize buğzetmeyiniz, yekdiğerinizi kıskanmayınız, birbirinize arka çevirip alâkanızı kesmeyiniz! Ey Allah'ın kulları! Hepiniz kardeş olun, fermanına kulak verin" diyen İslâm büyüğü, şu dağınıklığa şirâze vurduktan sonra yetiştirdiği fidanları nefret ve kinin kemirmesi karşısında pek dâğidar ve pek üzgündür.
Ey en küçük haşereye kıymayacak kadar şefkat gösterisi yapanlar! Ey en ehemmiyetsiz şeyler karşısında çocuk gibi ağlayanlar! Nasıl hamurunuzdan bir parça sayılan insanlardan nefret ediyorsunuz? Nasıl bülbül dilli olmayı, yılan gönüllülükle birleştirebiliyorsunuz? Gözlerinizden akseden o şefkat ne? Ya ağzınızdan dökülen o nefret ne? Nedir, bir an için o melekler kadar incelik ve sonra bütün hislere ve gönüllere sevk ettiğiniz yıldırımlar ve tufanlar? Muhabbet ışığı gecenizde bir fecr-i kâzipse, nifak ocaklarından çıkan nefret hissiyle onu kirletmeyiniz.
Allah'ım!... Kendini bize sevdir. Sevdiklerini bize sevdir. Bizi bize sevdir!...
Kâinatın mayası muhabbettir. İnsan yaratılışında, incilerden en büyük hikmet, muhabbettir. Yaratılış incisinin adı Muhammed (sav) se soyadı muhabbettir. Bilûmum ermişlerin; O'nun bulduğunu bulmuşların bu yolda cehdlerinin zembereği dahi muhabbettir. Safilerde ve saf gönüllerde, hissizlerin ve gönülsüzlerin yakın gelecekte çekecekleri azaba tahammülsüzlüktür ki onları, duyduğunu duyurma tevkiyle bîkarar etmittir.
Evet dört bucakta, asırlar boyu duyulan tarrakaların gerçek yüzü budur. Hattâ ucundan kan damlayan kılınçlar, göğüslere saplanan mızraklar ve süngüler, insanlığa sevgi taşıma uğrunda bu dedikodulu, bu bizzat güzel olmayan yolda, yıllar yılı ağlattı ve inlettiler. Halık sevgisiyle bu "devran"ı sona erdirme gayesi, dışı çirkin daha nice şeyleri pek çoklarına sevdirmişti.
İnsan, sevdiği nisbette insandır. Gönül muhabbetle dolup taştığı nisbette ihsan ehlidir. Bu, kullukta "Hakkı" gibi olma şuuruna ulaşmaktır. İşte "îmân" ve "İslâm"dan sonra en büyük derece...
Mahlûkatı sevmemek, "Halık"a nisbeti bilmemekten olur. "Halık" sevilir de ondan ötürü "Mahlûk"u sevilmez mi? Esasen sevmeyenler, peygamberlik anlayışından haberdar olmıyan nâdanlardır. Bütün inceliğiyle veralar ötesi "Melekût" cennetine ulaşan varlığın özü, ne o havanın füsunkârlığına, ne Cennet'in güzelliğine ve ne de hurilerin perdedarlığına kapılmamıştı. O, gizliliklerle dolu, nâz ile gidip niyåz ile döndüğü o gece yolculuğunda dudağı tebessümle süslü, gönlü halka muhabbetle kaynayıp durduğu anda dahi "Ümmeti"ni dilemişti.
Peygamber deyip de, "Muhabbet"i hatırlamamaya imkân var mı? Sevgiyi hatırlamadan, gerçek "Vahdet"i düşünmeden, bir saadet devri nasıl düşünülür? O, âleme muhabbet dellâlı olarak geldi ve dört bir bucağı şefkat anahtarıyla açtı. Dostu, düşmanı O'ndan mürüvvet gördü, kîll ü kale mahal kalmadı. O kadar ki Allah (cc) O'na, cezaların tatbikinde şefkate kapılmamasını söylüyor, ümmetinin ızdırabından ve çok kere onların duygusuzluğundan hissettiği teessürü başına kakıyordu.
Bir defasında o eşsiz varlık, İslâmî bir cezanın tatbikine mâruz eski bir yârân'ın, ceza esnasında tahammül edemeyip kaçtığını; fakat yine de cezaya çarptırıldığını duyunca, rahmet bulutları gibi dolmuş ve şefkatle seslenmişti: "O'nu taşlamadan vazgeçip bana getirseydiniz ya." Mukaddes ruh Hazret-i İsâ'nın recmedilen birinin yanına yaklaşarak söylediği "İlk taşı hiç günahı olmayan atsın" sözüyle menba birliğine sahiptir yukarıdaki söz... İşte burada, büyük sevgi iddiacıları hümanistlerden bahsetmek hem ölçü bilgisizliğinin hem de bir yönde kör hayranlığın ifadesidir. Evet, yığın yığın nazariyeler hammalı, bitmez bir "Gidiş" yolcusu mütefelsif dimağla, lâhût âlemi turfandalarıyla daimi "Geliş" yolcusu, "Hakk" esrarının habercisi peygamber arasındaki serâ-süreyyâ farkı, bu sırla tezahür eder.
O'nun herkesten daha yakını, Kur'ân'ın "İkinciliği" kulağına küpe diye taktığı "Saadet asrı"nın Sıddîk'ı: "Vücudumu cihanlar kadar büyüt de Cehennem'i ben doldurayım; tâ kullarına yer kalmasın" diyerek, nefretin kalbinde yer bulamayışını, muhabbetin bütün varlık dünyasını istilâ edişini ne güzel anlatır. O günden devrimize kadar, ulu dağlar gibi başı dumanlı nice büyükler vardır ki, etrafın derdiyle daima gözleri nemli ve içi muhabbetle dolu yaşamışlardır. Asrımızın âfâkında, yangınlar hâlinde gönlümüzün derinliklerine kadar nüfuz eden, "Milletimin imânını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü, vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur." sözleri, önüne geçilmez hudutsuz bir muhabbetin ifadesidir ki, O'na doksan küsur senelik hayatında, her türlü zevki haram etmiştir. Dünyayı aşıp verâsındaki zevkleri dahi ayağının altına alan bir hasbî için fedakârlığın bu kadarı, o kâmet–i bâlâyı küçük gösterir. O muhabbet deyip girdiği şu ziyafet evinden, muhabbet deyip bir hamlede rıza diyarına uçmuştur. Yığın yığın "Düstur" o misal varlıktan geriye kalan kuşların kanatlarında, bulutların üstünde, rüzgârların sırtında hep uçuşan bir muhabbettir. İnsanları sevmek... Mü'minleri sevmek... Omuz omuza koştuğu, savaştığı cihad arkadaşını sevmek... Derecesine göre bütün varlıkları sevmek... O'nda sevgi his ve mizaç istikametidir. "Kin, bir mizaç bozukluğu, nefret, kanser hastalığı, husumet, içtimaî bir vebâdır" sözü ve sesi tu cümlede tam tonunu bulmuttur: "Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur."
Yıkılışların birbirini takip ettiği, viranesinde baykuşların öttüğü şu son asrın fitne ve fesadına karşı en faydalı ilâç, sevmeyi sevmek, nefretten nefret etmek, kin dolu bir kâlbi sinede yük sayıp atmaktır. Allah rızasına ve rahmetine mazhar oluş, kâlblerin vahdetine bağlıdır. Sevmeyen bir kâlb garazlardan kurtulamadığı, sefil hisleri başından atamadığı için, nasıl "Rıza" semasına yükselebilir? Sevmeyen bir gönül rahmet tecellisinden nasipsizdir. Zira, yerde, rahmet asıl, nefret arızî olmalı. En büyük muhabbet sebebi "Yaratıcı" alâkalarıyla sevmek ve yine O'nun hatırı için iç burkuntusuyla nefret etmek... İşte vahdet şuuru. Evet ne sevgi, ne de nefret mutlak olmamalı; tâ ki, her iki hâlde de pişmanlık duyulduğu zaman mahcubiyet olmasın. Sevdiğini, bir gün düşmanın olur mülâhazasıyla mukayyed sevmen emredildiği gibi, nefret ettiğini de bu mülâhaza içinde kabul etmen emrolunmuştur. Bugün kin ve nefretle karşıladığınız kimseler, yarın bir nedametle karşınıza çıkacak olsalar acaba kızarmaz mısınız? Hele ittiğiniz ve attığınız, mü'min kardeşiniz olursa...
"Ey insanlar! Birbirinize buğzetmeyiniz, yekdiğerinizi kıskanmayınız, birbirinize arka çevirip alâkanızı kesmeyiniz! Ey Allah'ın kulları! Hepiniz kardeş olun, fermanına kulak verin" diyen İslâm büyüğü, şu dağınıklığa şirâze vurduktan sonra yetiştirdiği fidanları nefret ve kinin kemirmesi karşısında pek dâğidar ve pek üzgündür.
Ey en küçük haşereye kıymayacak kadar şefkat gösterisi yapanlar! Ey en ehemmiyetsiz şeyler karşısında çocuk gibi ağlayanlar! Nasıl hamurunuzdan bir parça sayılan insanlardan nefret ediyorsunuz? Nasıl bülbül dilli olmayı, yılan gönüllülükle birleştirebiliyorsunuz? Gözlerinizden akseden o şefkat ne? Ya ağzınızdan dökülen o nefret ne? Nedir, bir an için o melekler kadar incelik ve sonra bütün hislere ve gönüllere sevk ettiğiniz yıldırımlar ve tufanlar? Muhabbet ışığı gecenizde bir fecr-i kâzipse, nifak ocaklarından çıkan nefret hissiyle onu kirletmeyiniz.
Allah'ım!... Kendini bize sevdir. Sevdiklerini bize sevdir. Bizi bize sevdir!...