Soru
Soruyu aklıma getiren birı yazı oldu. Yazıda Hz. Cebrail, Hz Peygamberimize Kuran'ı getirirken aldığı manayı kelime kalıplarına dökme işini de yapıyor güya. Kur'an manasıyla önce Hz. Cebrail'e sonra lafzıyla Hz. Peygamberimize mi vahy olmuştur? Yoksa Hz Cebrail'e de lafzıyla bildirilip sonra Hz Peygamberimize nazil olmuştur? Kur'an "Allah'ın kelâmı" olarak ne ifade etmektedir? Vahyin metnini teşkil eden husus, sadece mânâ mıdır? veya sadece lâfız mıdır? Yoksa her ikisinin toplamından mı ibarettir?
Cevabımız
Değerli Kardeşimiz;
Konu ile ilgili âlimlerin görüşlerini belirtecek ve netice itibariyle kendi tercihimizi de ortaya koyacağız.
Kur'an'ın vahyi konusunda Allah, Cebrâil ve Hz. Muhammed (a.s)in tebliğ ve tebellüğu söz konusudur. Vahyin asıl sahibi olan yüce Allah, Kur'an'ı Hz. Cebrâil vasıtasıyla Hz. Muhammed (a.s)'e indirmiştir. Bu hususta müslümanlar arasında en küçük bir ihtilaf yoktur. Ancak âlimler bu vahyin nasıl geldiği ve bu iletişimin nasıl kurulduğu hususunda farklı görüşler bildirmişlerdir:
a) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı doğrudan doğruya Allah'tan almış ve Hz. Muhammed (a.s)'e aynı lafızlarla aktarmıştır.
b) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı Levh-i Mahfûzdan ezberlemiş ve olduğu gibi Hz. Muhammed (as)'e aktarmıştır.
c) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı lafız olarak değil, sadece mânâ olarak almıştır. (bk. Mennâ', el-Kattân, Mebahis, fi ulûmi'l-Kur'an, 35)
İlk iki görüşe göre elimizdeki Kur'an, lafzı ve mânâsı ile birlikte vahiy edilmiş Allah'ın kelâmıdır. Ne Hz. Cebrâil'in ve ne de Hz. Muhammed (a.s)'in, tebliğ ve tebellüğden başka hiç bir müdaheleleri sözkonusu değildir. Bu iki görüş arasındaki tek fark, Hz. Cebrâil'in Kur'an'ı doğrudan Allah'tan mı, yoksa Levh-i Mahfûzdan mı aldığı hususudur.
Alimler, vahyin Levh-i Mahfûzdan alındığına dâir görüşe itibar etmemektedir. Bunun müşahhas bir delili olmadığı gibi, Kur'an'ın diğer gaybî şeyler gibi Levh-i Mahfûzda yer alması da vahyin oradan alındığını göstermez. (bk. ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân, I/49; el-Kattân, 36)
Son görüşe göre ise Kur'an, Allah tarafından Hz. Cebrâil'e mânâ olarak telkin edilmiş; lafzı ise, ya melek tarafından, ya da Hz. Peygamber(a.s) tarafından vaz'edilmiştir.
Özetlersek: Kur'an'ın bir vahiy mahsulu olarak anatomisini teşkil eden unsurları belirlemeye çalışan iki görüş vardır: Birinci görüşe göre Kur'an, yalnız mânâdan ibarettir. İkinci görüşe göre ise, Kur'an hem lafız, hem de mânâdır.
Önce birinci görüşün dayanağını teşkil eden delillere bakalım:
a) Diyorlar ki: "Şüphesiz O (Kur'an), değerli, güçlü ve Arş'ın Sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrâil'in) getirdiği sözdür." (Tekvîr, 81/19-20.) "Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, hiç şüphesiz O (Kur'an), çok şerefli bir elçinin (Peygamber'in) sözüdür. Ve O, bir şâir sözü değildir." (Hâkka, 69/38-48) âyetlerinde geçen ve elçilere (Hz. Cebrâil ve Hz. peygamber (a.s)'e atfen "Kur'an şerefli bir elçinin sözüdür" ifadesinde yer alan "Söz" (kavil) sözcüğü, Kur'an lafzının bu elçilere âit olduğunu gösteriyor.
b) Diyorlar ki: "O (Kur'an), şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır" (Şuarâ, 26/196) âyetine göre, Kur'an daha öncekilerin kitaplarında da mevcuttur. Kur'an'ın o kitaplarda lafzı ile bulunması mümkün olmadığına göre, mânâsıyla bulunmuş olması gerekir. Buna göre Kur'an, vahiy itibariyle yalnız mânâdan ibarettir. Çünkü âyette "mânâ" ya Kur'an adı verilmiştir.
1)Birinci Görüşe Ait Deliller Ve Değerlendirilmesi
(a) Birinci şıkta ifade edilen ve âyetlerde geçen "Söz" (Kavil) tâbiri, Kur'an lafzının Allah'tan gelen bir vahiy olmadığını yahut elçilerin sözü olduğunu göstermez. Aksine, "elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür" gerçeğini, yani elçinin tebliğden başka hiç bir müdahelesinin olmadığını ifade etmektedir. (krş. Yazır, Hak Dini, VIII/324) Türkçemizdeki "elçiye zevâl olmaz" deyimi de bu gerçeğin bir ifadesidir.
Sözkonusu iki âyette geçen "Saygıdeğer elçi" tâbiri, Tekvir Sûresinin 19. âyetinde Hz. Cebrâil'e; Hâkka Sûresinin 40. âyetinde ise Hz. Peygamber (a.s)'e âittir. Ayetlerin siyak ve sibakından bunu anlamak mümkündür. (bk. el-Kurtubî, XVII /152; Yazır, a.g.y) Hakkâ Sûresindeki âyetin Hz. Muhammed (a.s)'e delâlet ettiğini söyleyenler de olmuşsa da, (bk. el-Beydâvî, VII/350; el-Kurtubî, XVIII/ 274) ayetin bulunduğu yerdeki ipuçları, "Saygıdeğer elçi" den maksadın Hz. Muhammed (a.s) olduğunu göstermektedir. Nitekim, Tekvir Sûresinde "Kuşkusuz, o saygıdeğer bir elçinin sözüdür.." ifadesinden sonra, "Ve Kur'an, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir" ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade ise, sözkonusu "Elçi"den maksadın Cebrâil olduğunu göstermektedir. Böylece Melek ile Şeytanın karşılaştırılması yapılmıştır. Hâkkâ Sûresinde ise, "saygıdeğer elçi" tâbirinden sonra, "O ne bir şâir, ne de bir kâhin sözü değildir" ifadesine yer verilmesi, âyetin Hz. Muhammed (a.s)'den bahsettiğinin bir delilidir. Çünkü burada Hz. Cebrâil kast edilirse, onun bir şâir veya kâhin olabilme ihtimalini akla getirir ki yanlış olur. Çünkü hiç kimse böyle bir ihtimali düşünmez. "Biz O'na şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) âyeti nazara alındığında, buradaki "saygıdeğer elçi" nin Hz. Muhammed (a.s) olduğu anlaşılır. (bk. ez-Zemahşerî, IV/606,607; Yazır, VII/324-325; Taberî, Cebrâil ihtimalini hiç kale bile almamış. bk. Et-Taberî, XIV/66.)
Bu âyetlerden yola çıkarak, Kur'an lafzının vahiy meleği veya Hz. Peygamber (a.s)'e ait olduğunu söylemek büyük bir çelişkiyi beraberinde getirir. Çünkü vahiy, bir âyette Cebrâil'in, diğer bir âyette ise Hz. Peygamber (a.s)'in sözü olarak geçer. Eğer "a" şıkkında ifade edildiği şekilde anlaşılmazsa, bu takdirde Kur'an lafzının her iki elçiye âit olması gerekir ki, bu açık bir tezattır.
Ayrıca, başka âyetlerde "Söz" tâbiri, Allah'a da izâfe edilmiştir. Nisâ Sûresinin 122. âyetinde : "Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak va'd etti. Sözünü tutmada Allah'tan daha doğru kim olabilir?" ifadesine yer verilmiştir. Ayette "Söz" kavramı, Kur'an'ın söylediği gerçeklerin doğruluğunu isbat sadedinde söylendiği için, Kur'anla ilgili olmakla beraber, genel olarak bütün sözlerinin doğru olduğunun bir ifadesi olarak Allah'a da izâfe edilmiştir.
"Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz" (Müzzemmil, 73/5) âyetinde Kur'an'ın, doğrudan Allah, vahyi olarak ifade edilmiş ve aynı zamanda "ağır bir söz" olarak nitelendirilmiştir.
Bu durumda Kur'an'ın lafzına işaret eden "Söz"(Kavil) sözcüğü, hem Allah'a, hem Cebrâil (a.s)'e, hem de Hz. Muhammed (a.s)'e izâfe edilmiş olduğu görülmektedir.
Kur'an'ın ifadesi doğru olduğuna göre, "Söz" kavramının Allah'a izâfesini hakikat, diğerlerine ise mecâz mânâda almaktan başka hiç bir çıkış yolu sözkonusu değildir.
Lafzın Allah'a âidiyetini engelleyen dinî veya aklî hiç bir mâni yok iken, nassın zâhirinden yüz çevirmenin de hiç bir anlamı yoktur. Kur'an'ın mânâsını bilmediğimiz bir keyfiyetle vahyeden Allah, lafzını da bilmediğimiz bir şekilde vahyetmiştir.
(b) İkinci görüşün de tutarlı olmadığı şöyle açıklanabilir: Evvelâ âyette "O (Kur'an), şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır." ifadesinden, onun bizzat orada var olduğunu düşünmek ve " Kur'an'ın yalnız mânâdan ibaret olduğu tezini ona bina etmek yanlıştır. Çünkü her şeyden önce birinci hüküm/önerme yanlıştır. Eskilerin eskimez deyimiyle "Bâtıl, makîsün aleyh olamaz". Yanlışlar, ölçü değildir.
Önceki kitaplarda yer aldığı ifade edilen Kur'an'dan maksat, Onun Hz. Muhammed(a.s)'e indirileceği haberi; ya da onun özü ve ana prensipleri demektir; yoksa Kur'an'ın kendisi değildir. Çünkü Kur'an, daha öncekilere vahyedilmemiştir. (krş. İbn Teymiyye, el-Fetâvâ'l-Kubrâ, V/144)
Kur'an'da yer alan, " (kitap ehli), O'nu (Muhammed'i) yanlarındaki Tevrat ve İncilde bulurlar" (A'raf, 7/157) ifadesinde, Hz. Muhammed (a.s)'in bizzat kendisinin kastedilmiş olması mümkün olmadığı gibi, Kur'an'ın da bizzat kendisinin o kitaplarda bulunması imkânsızdır.
Müfessirlerden Alûsî de böyle bir düşüncenin doğru olmadığına dikkat çekmekte ve bunun, Kur'an'ın mânâsının namazlarda okunmasının cevâzına dâir delil getirilmesinin yanlış olduğunu, bu düşüncenin çürüklüğünden dolayı, İmam A'zam'ın konu ile ilgili verdiği fetvasından geri döndüğünü ve bu geri dönüş konusuna dâir bir çok tahkik ehli âlimlerin görüş bildirdiğini ifade etmektedir. (bk. el-Alûsî, XIX/ 125-126)
Sözün özü: Rûhaniyeti ile vahye mazhar olan Hz. Muhammed (a.s) için, "O cesedi ile değil de sadece rûhu ile peygamberdir" demek ne kadar yanlış ise, Kur'an'ın sadece mânâsıyla Kur'an olduğunu iddia etmek de o kadar anlamsızdır. (bk. İbn Teymiyye, V/149-150)
2) İkinci Görüşe Ait Deliller Ve Değerlendirmesi:
(a) İslâm âlimlerinin ezici çoğunluğuna göre, Kur'an hem lafız hem de mânâ cihetiyle Allah'ın kelâmıdır. (bk. İbn Teymiyye, V/146)
"Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8; Dârımî, Mukaddime, 8) hadisine göre, islâm âlimlerinin ittifakı doğruluğun bir işaretidir.
(b) Ayette yer alan "(Rahman) Kur'an'ı öğretti" (Rahman, 55/2) ifadesi, Kur'an'ın Allah tarafından ta'lim edildiğini göstermektedir. Buna göre "Kur'an"ın tarifi yapılırsa, vahyin de bu açıdan geliş şekli anlaşılır. Dilcilere göre, "Kur'an" kelimesi, "KRE" kökünden, gufrân ve şükrân gibi "Fu'lân" vezninde bir masdardır. Bu kelime hem toplama hem de kıraat (okuma) anlamındadır. (bk. el-Alûsî,I/8) "Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu takip et" (Kıyâme, 17-18) âyetlerinde geçen "Kur'an" kelimesi, kıraat anlamında kullanılmıştır.
Bir masdar olan "Kur'an" kelimesi, Kur'an'ın özel ismi olduğu zaman, ism-i mef'ul anlamında "okunan kitap", ya da ism-i fâil mânâsında "Sûre ve âyetleri içinde toplayan" veyahut "Daha önceki kitapları ihtiva eden" anlamında olur. (bk. er-Râğıb, (KRE) maddesi; el-Alûsî, I/8) Kur'an'a "Kur'an" adının verilmesi, onun "lisanlarda okunması", "Kitap" adının verilmesi ise, "kalemle yazılması" özelliğinden dolayıdır. (bk. Dıraz, Nebeu'l-Azîm (trc. Suad Yıldırım: En büyük mesaj Kur'an) 3)
İsrâ Sûresinin 78. âyetinde "Sabah namazı" için kullanılan "Kur'ane'l-Fecr" tâbiri de, "Kur'an"ın kıraat anlamına işaret etmektedir.
Yine vahyin ilk kelimesinin "İkra" (Oku) olması, Kur'an'ın okunan bir kitap olduğuna delâlet ettiği gibi, vahyin de kıraat olunan bir söz, bir kelâm olduğunu gösterir. Bilindiği gibi "kıraat", talaffuzda bazı kelimeleri bazısına eklemek demektir. Demek ki, "Okunan kitap" anlamında olan "Kur'an", lafız ve mânânın mecmuundan ibarettir.
(c) "Vahyi çarçabuk bellemek için, dilini kımıldatma. Onu toplamak ve onu okutmak bize âittir. O halde biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et." (kıyâme) âyeti açıkça şunu gösteriyor: Hz. Muhammed (a.s), gelen vahyi unutmamak için, henüz kendisine okunup bitirilmeden onu acele olarak tekrarlamaya çalışıyordu. Ayet, onun bu telaşını gidermeyi amaçlamaktadır.
Ayette geçen "dilini kımıldatma" ifadesi, açıkça vahyin bir söz olduğunu göstermektedir. Çünkü mânâlar dil ile okunmaz. "Biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et." tâbiri de aynı şekilde Kur'an'ın hem lafız hem de mânâ yönünden Allah'ın kelâmı olduğunu göstermektedir. Çünkü okuma işi, "söz"e âit bir tâbirdir. "Kâinat kitabını okumak", "Kalbini okumak", "(adamın) yüzünden okumak" gibi tâbirler, mecâz ifadelerdir. Kavram olarak "okuma" nın gerçek anlamı, sadece yazı ve söz için geçerlidir.
Ayette Allah'ın, kıraatı kendine izâfe etmesi, "Biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et" şeklinde buyurması, Kur'an'ın tebliğinde Hz. Cebrâil'in (a.s) de Hz. Peygamber (a.s) gibi sadece bir elçi olduğunu ve hiç bir müdahalesinin sözkonusu olmadığının bir diğer delilini teşkil etmektedir.
(d) Kur'an'ın tarifi şöyledir: "Hz. Muhammed (a.s)'e vahyedilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve tilâvetiyle taabbüd olunan mu'ciz, Allah'ın kelâmıdır." (krş. ez-Zerkânî, I/22; Muhammed Dıraz, 5; Cerrahoğlu, Tefsir usulü, 34)
Burada üzerinde duracağımız hususlardan biri, Kur'an'ın "tilavetiyle taabbüd olunması" yani manası anlaşılmasa da sadece asıl metni olan arapça lafızlarıyla okunmasının bile ibadet olması keyfiyetidir. Hz. Muhammed (a.s)'in hadislerinin sırf lafızları ile taabbüd edilmediğine göre, Kur'an'ın lafızları da Allah'a âittir.
Tarifte geçen önemli bir nokta da "Allah'ın kelâmı" tâbiridir. Bu tâbir, Kur'an'da üç defa tekrarlanmıştır. (bk. el-Bakara,75; et-tevbe, 6; el-Fetih,15)
"Ve Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu" (Nisâ, 4/164) âyeti gibi daha pek çok âyette, kelâm sıfatı açıkça Allah'a izâfe edilmiştir. İbn Hacer'in de ifde ettiği gibi, konuşanın (mütekellimin) sözü (kelâmı), yalnız ona nisbet edilir. Birinin sözü bir başkasına izâfe edilemez. Her konuşanının sözü kendi sözüdür. Bu sebeple, yüce Allah, İbn Müğire'nin Kur'an için "O bir insan sözüdür" (el-Müddessir,74/25) ifadesini reddetmiş ve onun büyük bir azaba uğrayacağını haber vermiştir. (krş. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII/454)
"Kelâm" kavramı, bir anlam ifade eden söz dizimi demektir. (bk. er-Râğıb, (KLM) maddesi) Ne Allah'ın kelâmı, ne de insanların kelâmı, sözden mucerret bir mânâdan ibaret değildir. Bunun içindir ki İslâm ümmeti; Kur'an'ın hem lafız hem de mânâ açısından Allah'ın kelâmı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. (krş. İbn Teymiyye, IV/146)
(e) Kur'an'da Hz. Peygamber (a.s)'e hitaben "De ki:" anlamına gelen "kul" kelimesinin üçyüzden fazla kullanılması, iki yönden konumuza ışık tutmaktadır.
Birincisi, bu ifadede dışarıdan bir emir sözkonusudur. Halbuki elçiler, kendilerini gönderenlerin söylediklerini farklı bir tarzda ifade ederler. Meselâ biri diğerine "Git filan adama de ki: Allah birdir", dese, elçi olan kimse, vardığı yerde herhalde aynı cümleyi tekrarlamaz. Aksine, eğer gönderen kimseyi de işe katarsa, "Beni gönderen kimse, Allah'ın bir olduğunu size söylememi istedi" der. Şimdi bu küçük misâli gözönünde bulunduralım ve Kur'an'ın üslubuna dikkat edelim! "De ki: Allah birdir", "De ki: eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var" (Furkân, 25/77), "De ki: ben kendime bile, Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim" (Yunus, 10/49)
İkincisi: "kul" tâbiri, "söz" anlamını çağrıştırdığından, Kur'an'da çokça kullanılmasının bir hikmeti de, Kur'an'ın hem mânâ hem de lafız olarak Allah'tan gelen bir vahiy olduğuna delâlet etmek içindir.
(f) "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dâir ne varsa, hepsini Musa için levhalarda yazdık." (A'râf, 7/145) âyetinde, açıkça Hz. Musa'ya (a.s), levhalarda yazılı olan ve dolayısıyla sözlerden ibaret olan vahiy verildiği ifade edilmiştir. Şüphesiz ne Hz. Muhammed (a.s)'e, ne de Hz. Musa'ya (a.s) veya diğer peygamberlere gelen vahyin iletişim şeklini idrâk edemeyiz. Ancak bu vahiylerin hem mânâ hem de lafız olarak geldiğini âyetlerden anlamak mümkündür.
(g) Zerkânî'nin belirttiği gibi, Kur'an'ın sadece mânâsı Allah'tan olduğu iddiası, hem kitap hem de sünnete ters düşmektedir. Lafzı, melek Cibril veya Hz. Muhammed (a.s)'e ait olduğu kabul edilirse, Kur'an'ın üslubu nasıl mu'cize olabilir? Ve Kur'an'a nasıl Allah kelâmı denilebilir? (bk. ez-Zerkânî, I/50-51)
(h) Kudsî hadisin en meşhûr tariflerinden biri : "Mânâsı Allah'a lafzı ise, Hz. Muhammed (a.s)'e âit olan vahiy" şeklindedir. Buna göre, eğer Kur'an için de aynı şey düşünülürse, ikisi arasında ne gibi bir fark kalır? Bu takdirde Hz . Peygamber (a.s)'in, Kur'an'ın yazı ile tesbiti için gösterdiği titizliği, kudsî hadis için de göstermemesi ne ile izah edileblir? (bk. el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, 84-85; Aliyyü'l-Kârî, el-Ahadisü'l-kudsiyye, 2; ebu'l-Bekâ, el-külliyât, 288; Accâc Muhammed, es-Sünne kable't-tedvîn, 22 ; el-kasımî, Kavaidu't-tahdis, 64-65; Varol, Ahmed, Kudsî Hadisler, I/11-16)
(ı) "Kur'an'ın yalnız mânâdan ibaret olduğu kabul edilirse, bu takdirde Kur'an'ın lafzı, insan aklının ürünü olması gerekir ki, bunun yanlışlığı ortadadır. Bu sebepledir ki, ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve cemaat, Kur'an'ın lafız ve mânâ toplamından ibaret olduğunda birleşmişlerdir. (krş. el-Alûsî, I/13)
(i) "(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" (İbrâhim, 14/4) âyetinde; risâlet dilinin, peygamberin gönderildiği kavmin dili olduğu ifade edilmektedir. Buna göre âyet, Kur'an'ın arapça olarak vahyedildiğini göstermektedir. Çünkü mukarrer bir kâidedir ki, "Hüküm muştak üzerine yapılırsa, iştikakın me'hazi o hükmün illetini gösterir" (bk. Nursi, Asâr-ı Bediiyye, 434) Bu kâideye göre, âyette geçen "her peygamberi (Resûlü) yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" ifadesinde yer alan "Resûl"'den maksat "Risalet" tir. Aksi takdirde bir insan olarak her peygamberin, içinde bulunduğu topluluğun dilini konuşması tabiîdir. Bunun risaletle bir ilişkisi yoktur. O halde vurgulanmak istenen husus, peygamber değil peygamberliktir. Peygamberliğin özü ise, vahiydir. Konumuzla ilgili olan vahiy ise, Kur'an'dır. Buna göre âyetten, "Kur'an dili Arapçadır" neticesini çıkarmak gerekir. Ayette "kavmin dili", " lisan" kelimesiyle ifade edilmiştir ve "Lisan"ın bir söz manzumesi olduğunda da dilciler arasında herhangi bir ihtilaf yoktur.
(j) Allah'a ve ümmî peygamber olan Resûlüne - ki O, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf, 7/158) âyetinde geçen " ki O (peygamber), Allah'a ve onun sözlerine inanır" ifadesi, Kur'an'ın hem lâfız hem de mânâ bakımından Allah'ın sözü olduğunu göstermektedir. Adetâ yalnız bu hususa işaret etmek için, burada bu ifadeye yer verilmiştir.
"Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah bâtılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir." (Şûrâ, 42/24) âyetinde işlenen temâlar çerçevesinde, "Allah sözleriyle hakkı ortaya koyar" ifadesine dikkat edilirse, Kur'an'ın lafızlarının da Allah'a âit olduğu gerçeği görülür. "Allah dilerse senin kalbini de mühürler" ifadesi ile, "sözler"in Allah'a izâfe edilmesi arasında çarpıcı bir ilişki sözkonusudur. Buna göre, Hz. Muhammed (a.s)'in kalbi, sadece gelen vahiylere karşı alıcı konumundadır. Başka hiç bir müdahelesi sözkonusu değildir. Bu sebeple eğer kalbi mühürlenirse, gelen vahyin ne mânâsını ve ne de lafızlarını anlayıp ezberinde tutabilir.
(k) İbn Müğire'nin "Bu Kur'an, insan sözünden başka bir şey değil" şeklindeki sözünü hatırlatan yüce Allah, böyle söylemenin büyük bir suç unsuru teşkil ettiğini ve büyük bir iftira olduğunu, bu sebeple de dehşet verici bir cezayı hakkettiğini ifade etmek üzere: "Ben onu sakar'a (Cehenneme) sokacağım" (Müddessir, 74/25-26) buyurmuştur. Bu da Kur'an'ın, Hz. Muhammed dahil hiç bir bir insanın sözü olmadığını ortaya koymaktadır.
Bütün bu deliller gösteriyor ki Kur'an, "Kur'an'ı Rahman olan Allah öğretti", "Muhakkak ki o (Kur'an), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu'l-emin (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir."(Şuarâ, 26/192-195), "(Resûlüm!) Şüphesiz ki bu Kur'an, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından sana verilmektedir" (Neml, 27/6) âyetlerinin delâlet ettikleri gibi, Kur'an sonsuz ilâhî ilimden gelen, sonsuz mânâları bulunan ve eşsiz söz dizimine sahip mu'ciz bir kitaptır.
Yrd. Doç. Dr. Niyazi Beki
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet Editör
Soruyu aklıma getiren birı yazı oldu. Yazıda Hz. Cebrail, Hz Peygamberimize Kuran'ı getirirken aldığı manayı kelime kalıplarına dökme işini de yapıyor güya. Kur'an manasıyla önce Hz. Cebrail'e sonra lafzıyla Hz. Peygamberimize mi vahy olmuştur? Yoksa Hz Cebrail'e de lafzıyla bildirilip sonra Hz Peygamberimize nazil olmuştur? Kur'an "Allah'ın kelâmı" olarak ne ifade etmektedir? Vahyin metnini teşkil eden husus, sadece mânâ mıdır? veya sadece lâfız mıdır? Yoksa her ikisinin toplamından mı ibarettir?
Cevabımız
Değerli Kardeşimiz;
Konu ile ilgili âlimlerin görüşlerini belirtecek ve netice itibariyle kendi tercihimizi de ortaya koyacağız.
Kur'an'ın vahyi konusunda Allah, Cebrâil ve Hz. Muhammed (a.s)in tebliğ ve tebellüğu söz konusudur. Vahyin asıl sahibi olan yüce Allah, Kur'an'ı Hz. Cebrâil vasıtasıyla Hz. Muhammed (a.s)'e indirmiştir. Bu hususta müslümanlar arasında en küçük bir ihtilaf yoktur. Ancak âlimler bu vahyin nasıl geldiği ve bu iletişimin nasıl kurulduğu hususunda farklı görüşler bildirmişlerdir:
a) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı doğrudan doğruya Allah'tan almış ve Hz. Muhammed (a.s)'e aynı lafızlarla aktarmıştır.
b) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı Levh-i Mahfûzdan ezberlemiş ve olduğu gibi Hz. Muhammed (as)'e aktarmıştır.
c) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı lafız olarak değil, sadece mânâ olarak almıştır. (bk. Mennâ', el-Kattân, Mebahis, fi ulûmi'l-Kur'an, 35)
İlk iki görüşe göre elimizdeki Kur'an, lafzı ve mânâsı ile birlikte vahiy edilmiş Allah'ın kelâmıdır. Ne Hz. Cebrâil'in ve ne de Hz. Muhammed (a.s)'in, tebliğ ve tebellüğden başka hiç bir müdaheleleri sözkonusu değildir. Bu iki görüş arasındaki tek fark, Hz. Cebrâil'in Kur'an'ı doğrudan Allah'tan mı, yoksa Levh-i Mahfûzdan mı aldığı hususudur.
Alimler, vahyin Levh-i Mahfûzdan alındığına dâir görüşe itibar etmemektedir. Bunun müşahhas bir delili olmadığı gibi, Kur'an'ın diğer gaybî şeyler gibi Levh-i Mahfûzda yer alması da vahyin oradan alındığını göstermez. (bk. ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân, I/49; el-Kattân, 36)
Son görüşe göre ise Kur'an, Allah tarafından Hz. Cebrâil'e mânâ olarak telkin edilmiş; lafzı ise, ya melek tarafından, ya da Hz. Peygamber(a.s) tarafından vaz'edilmiştir.
Özetlersek: Kur'an'ın bir vahiy mahsulu olarak anatomisini teşkil eden unsurları belirlemeye çalışan iki görüş vardır: Birinci görüşe göre Kur'an, yalnız mânâdan ibarettir. İkinci görüşe göre ise, Kur'an hem lafız, hem de mânâdır.
Önce birinci görüşün dayanağını teşkil eden delillere bakalım:
a) Diyorlar ki: "Şüphesiz O (Kur'an), değerli, güçlü ve Arş'ın Sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrâil'in) getirdiği sözdür." (Tekvîr, 81/19-20.) "Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, hiç şüphesiz O (Kur'an), çok şerefli bir elçinin (Peygamber'in) sözüdür. Ve O, bir şâir sözü değildir." (Hâkka, 69/38-48) âyetlerinde geçen ve elçilere (Hz. Cebrâil ve Hz. peygamber (a.s)'e atfen "Kur'an şerefli bir elçinin sözüdür" ifadesinde yer alan "Söz" (kavil) sözcüğü, Kur'an lafzının bu elçilere âit olduğunu gösteriyor.
b) Diyorlar ki: "O (Kur'an), şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır" (Şuarâ, 26/196) âyetine göre, Kur'an daha öncekilerin kitaplarında da mevcuttur. Kur'an'ın o kitaplarda lafzı ile bulunması mümkün olmadığına göre, mânâsıyla bulunmuş olması gerekir. Buna göre Kur'an, vahiy itibariyle yalnız mânâdan ibarettir. Çünkü âyette "mânâ" ya Kur'an adı verilmiştir.
1)Birinci Görüşe Ait Deliller Ve Değerlendirilmesi
(a) Birinci şıkta ifade edilen ve âyetlerde geçen "Söz" (Kavil) tâbiri, Kur'an lafzının Allah'tan gelen bir vahiy olmadığını yahut elçilerin sözü olduğunu göstermez. Aksine, "elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür" gerçeğini, yani elçinin tebliğden başka hiç bir müdahelesinin olmadığını ifade etmektedir. (krş. Yazır, Hak Dini, VIII/324) Türkçemizdeki "elçiye zevâl olmaz" deyimi de bu gerçeğin bir ifadesidir.
Sözkonusu iki âyette geçen "Saygıdeğer elçi" tâbiri, Tekvir Sûresinin 19. âyetinde Hz. Cebrâil'e; Hâkka Sûresinin 40. âyetinde ise Hz. Peygamber (a.s)'e âittir. Ayetlerin siyak ve sibakından bunu anlamak mümkündür. (bk. el-Kurtubî, XVII /152; Yazır, a.g.y) Hakkâ Sûresindeki âyetin Hz. Muhammed (a.s)'e delâlet ettiğini söyleyenler de olmuşsa da, (bk. el-Beydâvî, VII/350; el-Kurtubî, XVIII/ 274) ayetin bulunduğu yerdeki ipuçları, "Saygıdeğer elçi" den maksadın Hz. Muhammed (a.s) olduğunu göstermektedir. Nitekim, Tekvir Sûresinde "Kuşkusuz, o saygıdeğer bir elçinin sözüdür.." ifadesinden sonra, "Ve Kur'an, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir" ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade ise, sözkonusu "Elçi"den maksadın Cebrâil olduğunu göstermektedir. Böylece Melek ile Şeytanın karşılaştırılması yapılmıştır. Hâkkâ Sûresinde ise, "saygıdeğer elçi" tâbirinden sonra, "O ne bir şâir, ne de bir kâhin sözü değildir" ifadesine yer verilmesi, âyetin Hz. Muhammed (a.s)'den bahsettiğinin bir delilidir. Çünkü burada Hz. Cebrâil kast edilirse, onun bir şâir veya kâhin olabilme ihtimalini akla getirir ki yanlış olur. Çünkü hiç kimse böyle bir ihtimali düşünmez. "Biz O'na şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) âyeti nazara alındığında, buradaki "saygıdeğer elçi" nin Hz. Muhammed (a.s) olduğu anlaşılır. (bk. ez-Zemahşerî, IV/606,607; Yazır, VII/324-325; Taberî, Cebrâil ihtimalini hiç kale bile almamış. bk. Et-Taberî, XIV/66.)
Bu âyetlerden yola çıkarak, Kur'an lafzının vahiy meleği veya Hz. Peygamber (a.s)'e ait olduğunu söylemek büyük bir çelişkiyi beraberinde getirir. Çünkü vahiy, bir âyette Cebrâil'in, diğer bir âyette ise Hz. Peygamber (a.s)'in sözü olarak geçer. Eğer "a" şıkkında ifade edildiği şekilde anlaşılmazsa, bu takdirde Kur'an lafzının her iki elçiye âit olması gerekir ki, bu açık bir tezattır.
Ayrıca, başka âyetlerde "Söz" tâbiri, Allah'a da izâfe edilmiştir. Nisâ Sûresinin 122. âyetinde : "Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak va'd etti. Sözünü tutmada Allah'tan daha doğru kim olabilir?" ifadesine yer verilmiştir. Ayette "Söz" kavramı, Kur'an'ın söylediği gerçeklerin doğruluğunu isbat sadedinde söylendiği için, Kur'anla ilgili olmakla beraber, genel olarak bütün sözlerinin doğru olduğunun bir ifadesi olarak Allah'a da izâfe edilmiştir.
"Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz" (Müzzemmil, 73/5) âyetinde Kur'an'ın, doğrudan Allah, vahyi olarak ifade edilmiş ve aynı zamanda "ağır bir söz" olarak nitelendirilmiştir.
Bu durumda Kur'an'ın lafzına işaret eden "Söz"(Kavil) sözcüğü, hem Allah'a, hem Cebrâil (a.s)'e, hem de Hz. Muhammed (a.s)'e izâfe edilmiş olduğu görülmektedir.
Kur'an'ın ifadesi doğru olduğuna göre, "Söz" kavramının Allah'a izâfesini hakikat, diğerlerine ise mecâz mânâda almaktan başka hiç bir çıkış yolu sözkonusu değildir.
Lafzın Allah'a âidiyetini engelleyen dinî veya aklî hiç bir mâni yok iken, nassın zâhirinden yüz çevirmenin de hiç bir anlamı yoktur. Kur'an'ın mânâsını bilmediğimiz bir keyfiyetle vahyeden Allah, lafzını da bilmediğimiz bir şekilde vahyetmiştir.
(b) İkinci görüşün de tutarlı olmadığı şöyle açıklanabilir: Evvelâ âyette "O (Kur'an), şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır." ifadesinden, onun bizzat orada var olduğunu düşünmek ve " Kur'an'ın yalnız mânâdan ibaret olduğu tezini ona bina etmek yanlıştır. Çünkü her şeyden önce birinci hüküm/önerme yanlıştır. Eskilerin eskimez deyimiyle "Bâtıl, makîsün aleyh olamaz". Yanlışlar, ölçü değildir.
Önceki kitaplarda yer aldığı ifade edilen Kur'an'dan maksat, Onun Hz. Muhammed(a.s)'e indirileceği haberi; ya da onun özü ve ana prensipleri demektir; yoksa Kur'an'ın kendisi değildir. Çünkü Kur'an, daha öncekilere vahyedilmemiştir. (krş. İbn Teymiyye, el-Fetâvâ'l-Kubrâ, V/144)
Kur'an'da yer alan, " (kitap ehli), O'nu (Muhammed'i) yanlarındaki Tevrat ve İncilde bulurlar" (A'raf, 7/157) ifadesinde, Hz. Muhammed (a.s)'in bizzat kendisinin kastedilmiş olması mümkün olmadığı gibi, Kur'an'ın da bizzat kendisinin o kitaplarda bulunması imkânsızdır.
Müfessirlerden Alûsî de böyle bir düşüncenin doğru olmadığına dikkat çekmekte ve bunun, Kur'an'ın mânâsının namazlarda okunmasının cevâzına dâir delil getirilmesinin yanlış olduğunu, bu düşüncenin çürüklüğünden dolayı, İmam A'zam'ın konu ile ilgili verdiği fetvasından geri döndüğünü ve bu geri dönüş konusuna dâir bir çok tahkik ehli âlimlerin görüş bildirdiğini ifade etmektedir. (bk. el-Alûsî, XIX/ 125-126)
Sözün özü: Rûhaniyeti ile vahye mazhar olan Hz. Muhammed (a.s) için, "O cesedi ile değil de sadece rûhu ile peygamberdir" demek ne kadar yanlış ise, Kur'an'ın sadece mânâsıyla Kur'an olduğunu iddia etmek de o kadar anlamsızdır. (bk. İbn Teymiyye, V/149-150)
2) İkinci Görüşe Ait Deliller Ve Değerlendirmesi:
(a) İslâm âlimlerinin ezici çoğunluğuna göre, Kur'an hem lafız hem de mânâ cihetiyle Allah'ın kelâmıdır. (bk. İbn Teymiyye, V/146)
"Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8; Dârımî, Mukaddime, 8) hadisine göre, islâm âlimlerinin ittifakı doğruluğun bir işaretidir.
(b) Ayette yer alan "(Rahman) Kur'an'ı öğretti" (Rahman, 55/2) ifadesi, Kur'an'ın Allah tarafından ta'lim edildiğini göstermektedir. Buna göre "Kur'an"ın tarifi yapılırsa, vahyin de bu açıdan geliş şekli anlaşılır. Dilcilere göre, "Kur'an" kelimesi, "KRE" kökünden, gufrân ve şükrân gibi "Fu'lân" vezninde bir masdardır. Bu kelime hem toplama hem de kıraat (okuma) anlamındadır. (bk. el-Alûsî,I/8) "Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu takip et" (Kıyâme, 17-18) âyetlerinde geçen "Kur'an" kelimesi, kıraat anlamında kullanılmıştır.
Bir masdar olan "Kur'an" kelimesi, Kur'an'ın özel ismi olduğu zaman, ism-i mef'ul anlamında "okunan kitap", ya da ism-i fâil mânâsında "Sûre ve âyetleri içinde toplayan" veyahut "Daha önceki kitapları ihtiva eden" anlamında olur. (bk. er-Râğıb, (KRE) maddesi; el-Alûsî, I/8) Kur'an'a "Kur'an" adının verilmesi, onun "lisanlarda okunması", "Kitap" adının verilmesi ise, "kalemle yazılması" özelliğinden dolayıdır. (bk. Dıraz, Nebeu'l-Azîm (trc. Suad Yıldırım: En büyük mesaj Kur'an) 3)
İsrâ Sûresinin 78. âyetinde "Sabah namazı" için kullanılan "Kur'ane'l-Fecr" tâbiri de, "Kur'an"ın kıraat anlamına işaret etmektedir.
Yine vahyin ilk kelimesinin "İkra" (Oku) olması, Kur'an'ın okunan bir kitap olduğuna delâlet ettiği gibi, vahyin de kıraat olunan bir söz, bir kelâm olduğunu gösterir. Bilindiği gibi "kıraat", talaffuzda bazı kelimeleri bazısına eklemek demektir. Demek ki, "Okunan kitap" anlamında olan "Kur'an", lafız ve mânânın mecmuundan ibarettir.
(c) "Vahyi çarçabuk bellemek için, dilini kımıldatma. Onu toplamak ve onu okutmak bize âittir. O halde biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et." (kıyâme) âyeti açıkça şunu gösteriyor: Hz. Muhammed (a.s), gelen vahyi unutmamak için, henüz kendisine okunup bitirilmeden onu acele olarak tekrarlamaya çalışıyordu. Ayet, onun bu telaşını gidermeyi amaçlamaktadır.
Ayette geçen "dilini kımıldatma" ifadesi, açıkça vahyin bir söz olduğunu göstermektedir. Çünkü mânâlar dil ile okunmaz. "Biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et." tâbiri de aynı şekilde Kur'an'ın hem lafız hem de mânâ yönünden Allah'ın kelâmı olduğunu göstermektedir. Çünkü okuma işi, "söz"e âit bir tâbirdir. "Kâinat kitabını okumak", "Kalbini okumak", "(adamın) yüzünden okumak" gibi tâbirler, mecâz ifadelerdir. Kavram olarak "okuma" nın gerçek anlamı, sadece yazı ve söz için geçerlidir.
Ayette Allah'ın, kıraatı kendine izâfe etmesi, "Biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et" şeklinde buyurması, Kur'an'ın tebliğinde Hz. Cebrâil'in (a.s) de Hz. Peygamber (a.s) gibi sadece bir elçi olduğunu ve hiç bir müdahalesinin sözkonusu olmadığının bir diğer delilini teşkil etmektedir.
(d) Kur'an'ın tarifi şöyledir: "Hz. Muhammed (a.s)'e vahyedilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve tilâvetiyle taabbüd olunan mu'ciz, Allah'ın kelâmıdır." (krş. ez-Zerkânî, I/22; Muhammed Dıraz, 5; Cerrahoğlu, Tefsir usulü, 34)
Burada üzerinde duracağımız hususlardan biri, Kur'an'ın "tilavetiyle taabbüd olunması" yani manası anlaşılmasa da sadece asıl metni olan arapça lafızlarıyla okunmasının bile ibadet olması keyfiyetidir. Hz. Muhammed (a.s)'in hadislerinin sırf lafızları ile taabbüd edilmediğine göre, Kur'an'ın lafızları da Allah'a âittir.
Tarifte geçen önemli bir nokta da "Allah'ın kelâmı" tâbiridir. Bu tâbir, Kur'an'da üç defa tekrarlanmıştır. (bk. el-Bakara,75; et-tevbe, 6; el-Fetih,15)
"Ve Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu" (Nisâ, 4/164) âyeti gibi daha pek çok âyette, kelâm sıfatı açıkça Allah'a izâfe edilmiştir. İbn Hacer'in de ifde ettiği gibi, konuşanın (mütekellimin) sözü (kelâmı), yalnız ona nisbet edilir. Birinin sözü bir başkasına izâfe edilemez. Her konuşanının sözü kendi sözüdür. Bu sebeple, yüce Allah, İbn Müğire'nin Kur'an için "O bir insan sözüdür" (el-Müddessir,74/25) ifadesini reddetmiş ve onun büyük bir azaba uğrayacağını haber vermiştir. (krş. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII/454)
"Kelâm" kavramı, bir anlam ifade eden söz dizimi demektir. (bk. er-Râğıb, (KLM) maddesi) Ne Allah'ın kelâmı, ne de insanların kelâmı, sözden mucerret bir mânâdan ibaret değildir. Bunun içindir ki İslâm ümmeti; Kur'an'ın hem lafız hem de mânâ açısından Allah'ın kelâmı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. (krş. İbn Teymiyye, IV/146)
(e) Kur'an'da Hz. Peygamber (a.s)'e hitaben "De ki:" anlamına gelen "kul" kelimesinin üçyüzden fazla kullanılması, iki yönden konumuza ışık tutmaktadır.
Birincisi, bu ifadede dışarıdan bir emir sözkonusudur. Halbuki elçiler, kendilerini gönderenlerin söylediklerini farklı bir tarzda ifade ederler. Meselâ biri diğerine "Git filan adama de ki: Allah birdir", dese, elçi olan kimse, vardığı yerde herhalde aynı cümleyi tekrarlamaz. Aksine, eğer gönderen kimseyi de işe katarsa, "Beni gönderen kimse, Allah'ın bir olduğunu size söylememi istedi" der. Şimdi bu küçük misâli gözönünde bulunduralım ve Kur'an'ın üslubuna dikkat edelim! "De ki: Allah birdir", "De ki: eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var" (Furkân, 25/77), "De ki: ben kendime bile, Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim" (Yunus, 10/49)
İkincisi: "kul" tâbiri, "söz" anlamını çağrıştırdığından, Kur'an'da çokça kullanılmasının bir hikmeti de, Kur'an'ın hem mânâ hem de lafız olarak Allah'tan gelen bir vahiy olduğuna delâlet etmek içindir.
(f) "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dâir ne varsa, hepsini Musa için levhalarda yazdık." (A'râf, 7/145) âyetinde, açıkça Hz. Musa'ya (a.s), levhalarda yazılı olan ve dolayısıyla sözlerden ibaret olan vahiy verildiği ifade edilmiştir. Şüphesiz ne Hz. Muhammed (a.s)'e, ne de Hz. Musa'ya (a.s) veya diğer peygamberlere gelen vahyin iletişim şeklini idrâk edemeyiz. Ancak bu vahiylerin hem mânâ hem de lafız olarak geldiğini âyetlerden anlamak mümkündür.
(g) Zerkânî'nin belirttiği gibi, Kur'an'ın sadece mânâsı Allah'tan olduğu iddiası, hem kitap hem de sünnete ters düşmektedir. Lafzı, melek Cibril veya Hz. Muhammed (a.s)'e ait olduğu kabul edilirse, Kur'an'ın üslubu nasıl mu'cize olabilir? Ve Kur'an'a nasıl Allah kelâmı denilebilir? (bk. ez-Zerkânî, I/50-51)
(h) Kudsî hadisin en meşhûr tariflerinden biri : "Mânâsı Allah'a lafzı ise, Hz. Muhammed (a.s)'e âit olan vahiy" şeklindedir. Buna göre, eğer Kur'an için de aynı şey düşünülürse, ikisi arasında ne gibi bir fark kalır? Bu takdirde Hz . Peygamber (a.s)'in, Kur'an'ın yazı ile tesbiti için gösterdiği titizliği, kudsî hadis için de göstermemesi ne ile izah edileblir? (bk. el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, 84-85; Aliyyü'l-Kârî, el-Ahadisü'l-kudsiyye, 2; ebu'l-Bekâ, el-külliyât, 288; Accâc Muhammed, es-Sünne kable't-tedvîn, 22 ; el-kasımî, Kavaidu't-tahdis, 64-65; Varol, Ahmed, Kudsî Hadisler, I/11-16)
(ı) "Kur'an'ın yalnız mânâdan ibaret olduğu kabul edilirse, bu takdirde Kur'an'ın lafzı, insan aklının ürünü olması gerekir ki, bunun yanlışlığı ortadadır. Bu sebepledir ki, ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve cemaat, Kur'an'ın lafız ve mânâ toplamından ibaret olduğunda birleşmişlerdir. (krş. el-Alûsî, I/13)
(i) "(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" (İbrâhim, 14/4) âyetinde; risâlet dilinin, peygamberin gönderildiği kavmin dili olduğu ifade edilmektedir. Buna göre âyet, Kur'an'ın arapça olarak vahyedildiğini göstermektedir. Çünkü mukarrer bir kâidedir ki, "Hüküm muştak üzerine yapılırsa, iştikakın me'hazi o hükmün illetini gösterir" (bk. Nursi, Asâr-ı Bediiyye, 434) Bu kâideye göre, âyette geçen "her peygamberi (Resûlü) yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" ifadesinde yer alan "Resûl"'den maksat "Risalet" tir. Aksi takdirde bir insan olarak her peygamberin, içinde bulunduğu topluluğun dilini konuşması tabiîdir. Bunun risaletle bir ilişkisi yoktur. O halde vurgulanmak istenen husus, peygamber değil peygamberliktir. Peygamberliğin özü ise, vahiydir. Konumuzla ilgili olan vahiy ise, Kur'an'dır. Buna göre âyetten, "Kur'an dili Arapçadır" neticesini çıkarmak gerekir. Ayette "kavmin dili", " lisan" kelimesiyle ifade edilmiştir ve "Lisan"ın bir söz manzumesi olduğunda da dilciler arasında herhangi bir ihtilaf yoktur.
(j) Allah'a ve ümmî peygamber olan Resûlüne - ki O, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf, 7/158) âyetinde geçen " ki O (peygamber), Allah'a ve onun sözlerine inanır" ifadesi, Kur'an'ın hem lâfız hem de mânâ bakımından Allah'ın sözü olduğunu göstermektedir. Adetâ yalnız bu hususa işaret etmek için, burada bu ifadeye yer verilmiştir.
"Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah bâtılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir." (Şûrâ, 42/24) âyetinde işlenen temâlar çerçevesinde, "Allah sözleriyle hakkı ortaya koyar" ifadesine dikkat edilirse, Kur'an'ın lafızlarının da Allah'a âit olduğu gerçeği görülür. "Allah dilerse senin kalbini de mühürler" ifadesi ile, "sözler"in Allah'a izâfe edilmesi arasında çarpıcı bir ilişki sözkonusudur. Buna göre, Hz. Muhammed (a.s)'in kalbi, sadece gelen vahiylere karşı alıcı konumundadır. Başka hiç bir müdahelesi sözkonusu değildir. Bu sebeple eğer kalbi mühürlenirse, gelen vahyin ne mânâsını ve ne de lafızlarını anlayıp ezberinde tutabilir.
(k) İbn Müğire'nin "Bu Kur'an, insan sözünden başka bir şey değil" şeklindeki sözünü hatırlatan yüce Allah, böyle söylemenin büyük bir suç unsuru teşkil ettiğini ve büyük bir iftira olduğunu, bu sebeple de dehşet verici bir cezayı hakkettiğini ifade etmek üzere: "Ben onu sakar'a (Cehenneme) sokacağım" (Müddessir, 74/25-26) buyurmuştur. Bu da Kur'an'ın, Hz. Muhammed dahil hiç bir bir insanın sözü olmadığını ortaya koymaktadır.
Bütün bu deliller gösteriyor ki Kur'an, "Kur'an'ı Rahman olan Allah öğretti", "Muhakkak ki o (Kur'an), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu'l-emin (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir."(Şuarâ, 26/192-195), "(Resûlüm!) Şüphesiz ki bu Kur'an, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından sana verilmektedir" (Neml, 27/6) âyetlerinin delâlet ettikleri gibi, Kur'an sonsuz ilâhî ilimden gelen, sonsuz mânâları bulunan ve eşsiz söz dizimine sahip mu'ciz bir kitaptır.
Yrd. Doç. Dr. Niyazi Beki
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet Editör