“(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Rasûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr/7) buyuruyordu.
Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlûv adına Kur’ân olsun, isterse vahy-i gayr-i metlûv adına kudsî hadîs ve hadîs olsun, Rasûl’ün getirip tebliğ ettiği her şeyi, edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacib olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur’an yoluyla, isterse içtihadları, yorumları ve tefsirleriyle Allah Rasûlü’nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: “Allah’tan korkun!” diyerek, bunun bir takvâ mes’elesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Rasûlullah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: “Şüphesiz, Allah’ın ikâbı çok şiddetlidir” tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahâbi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı.
Keza: “Şüphesiz, Rasûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misâl vardır” (Ahzâb, 33/21) âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu binbir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Rasûlullah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyordu ki, O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i kiram hazerâtı, ancak O’nun gemisine binmekle kurtulunacağını ve ötelerde O’nun gözlerinin içine bakılıp, O’nun işaretlerine göre hüküm verileceğini, kendisine: “Bunlar için sen ne diyorsun yâ Muhammed?” diye sorulduğunda, O’nun, başını yere koyup: “Ümmetî! Ümmetî!” diye onları isteyeceğini ve kendisine Huzûr-u İzzet’ten hitab tecellî edip: “Ya Muhammed, kaldır başını , iste verilecek, şefaat et, kabul olacak” denileceğini çok iyi biliyorlardı ve âdetâ, ellerindeki cennete girme varakalarını O’na vize ettirir gibi, O’nun kapısına yöneliyor.. berzahta, mahşerde, sıratta O’nun tanımadığı kişilerin takılıp yollarda kalacağından derin endişe duyuyorlardı. Bu itibarla, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar O’nu takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı. Zaten, bizzat O’nun fem-i mübarekinden şu müjdeyi de işitmişlerdi ki, başka türlü hareket etmeleri de mümkün değildi.
“Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün.”
Bir başka rivayette ise: “Allah, benim sözümü işitip, belledikten, (ruh ve vicdanının kültürü haline getirip, mahiyetiyle bütünleştirdikten) sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!”
Yukarıdaki hadîsinde de görüldüğü üzere Efendimiz, sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu. Çünkü, vazifesinin ve getirdiği dinin temâdisi ancak bununla mümkün olabileceği gibi, insanların kurtuluşu da buna bağlıydı.
Mekke’nin fethinden az önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-Kays heyeti Rasûlullah’a gelerek:“Yâ Rasûlallah, biz sana çok uzak mesâfelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabîle var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de cennete girelim” dediler. Allah Rasûlü (sav), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: “Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin.”
Yine, Vedâ Hutbesi’nin sonunda:“(Sözlerimi) Burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin” buyurdukları gibi, sahîh bir hadîslerinde de, bildiği bir şeyi gizleyip tebliğ etmeyeni: “Bir kimseye bildiği bir şeyden sorulur da, o da bunu gizlerse, kıyamet günü kendisine ateşten bir gem vurulur”şeklinde tehdit etmişlerdi. Sahâbe-i kirâm, sünnetin kıymetini takdir ettikleri gibi, onu tebliğ ve nakletmenin ehemmiyet ve lüzumuna da çok iyi inanmışlardı. Onlar Efendimiz’in teşvikleri karşısında coşup, tehditleri karşısında ürpermenin yanında bizzat Kur’ân-ı Kerim’in, bildiğini ketmedenlere tehditlerini de öyle anlıyor ve bu değişik sâiklerle sünnetin neşrine fevkalâde ihtimam gösteriyorlardı. Evet onlar: “Şüphesiz, Allah’ın kitabdan indirdiğini gizleyen ve onu az bir pahâ karşılığı satanlar var ya, işte onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler.”(Bakara/174) gibi âyetlerin şiddetli tehditlerini de iliklerine kadar duyuyor, hissediyor ve kitabı da sünneti de hakkıyla belleyip, hakkıyla edâ etmeye ve başkalarına tebliğe çalışıyorlardı.
Ayrıca Efendimiz, Kur’ân’ı talim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle talim buyururlardı. İbn Mes’ûd Hazretleri: “Bize, Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, Tahiyyât’ı da talim ederdi” bir başka ifadelerinde de: “Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını talim ederdi” demektedir.
Allah Rasûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi... Bu hususta Hz. Âişe Validemiz (ra): “Rasû-lullah (sav), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi”der. O, bununla da kalmaz, ashâbına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvîk ederlerdi. Bu mevzu ile alâkalı bir hadîs-i şeriflerinde mes’elenin ehemmiyetine parmak basarak şöyle buyururlar: “Herhangi bir cemaat, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitâbını tilâvet eder ve aralarında onu müzakere mevzûu haline getirirlerse, şüphesiz üzerlerine huzur ve sekine iner, rahmet kendilerini kaplar, melekler onları kuşatır ve Allahü Tealâ onları nezdindeki hayırlı topluluk arasında zikreder.”
Resûlullah Efendimiz (sav), bu şekilde değişik hadîsleriyle ashâbını Kur’ân ve Kurân’ın tefsiri mâhiyetindeki sünnetini belleme ve müşterek mütâlaa etme mevzuunda devamlı teşvik buyurmuşlardır.
Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlûv adına Kur’ân olsun, isterse vahy-i gayr-i metlûv adına kudsî hadîs ve hadîs olsun, Rasûl’ün getirip tebliğ ettiği her şeyi, edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacib olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur’an yoluyla, isterse içtihadları, yorumları ve tefsirleriyle Allah Rasûlü’nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: “Allah’tan korkun!” diyerek, bunun bir takvâ mes’elesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Rasûlullah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: “Şüphesiz, Allah’ın ikâbı çok şiddetlidir” tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahâbi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı.
Keza: “Şüphesiz, Rasûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misâl vardır” (Ahzâb, 33/21) âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu binbir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Rasûlullah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyordu ki, O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i kiram hazerâtı, ancak O’nun gemisine binmekle kurtulunacağını ve ötelerde O’nun gözlerinin içine bakılıp, O’nun işaretlerine göre hüküm verileceğini, kendisine: “Bunlar için sen ne diyorsun yâ Muhammed?” diye sorulduğunda, O’nun, başını yere koyup: “Ümmetî! Ümmetî!” diye onları isteyeceğini ve kendisine Huzûr-u İzzet’ten hitab tecellî edip: “Ya Muhammed, kaldır başını , iste verilecek, şefaat et, kabul olacak” denileceğini çok iyi biliyorlardı ve âdetâ, ellerindeki cennete girme varakalarını O’na vize ettirir gibi, O’nun kapısına yöneliyor.. berzahta, mahşerde, sıratta O’nun tanımadığı kişilerin takılıp yollarda kalacağından derin endişe duyuyorlardı. Bu itibarla, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar O’nu takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı. Zaten, bizzat O’nun fem-i mübarekinden şu müjdeyi de işitmişlerdi ki, başka türlü hareket etmeleri de mümkün değildi.
“Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün.”
Bir başka rivayette ise: “Allah, benim sözümü işitip, belledikten, (ruh ve vicdanının kültürü haline getirip, mahiyetiyle bütünleştirdikten) sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!”
Yukarıdaki hadîsinde de görüldüğü üzere Efendimiz, sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu. Çünkü, vazifesinin ve getirdiği dinin temâdisi ancak bununla mümkün olabileceği gibi, insanların kurtuluşu da buna bağlıydı.
Mekke’nin fethinden az önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-Kays heyeti Rasûlullah’a gelerek:“Yâ Rasûlallah, biz sana çok uzak mesâfelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabîle var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de cennete girelim” dediler. Allah Rasûlü (sav), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: “Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin.”
Yine, Vedâ Hutbesi’nin sonunda:“(Sözlerimi) Burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin” buyurdukları gibi, sahîh bir hadîslerinde de, bildiği bir şeyi gizleyip tebliğ etmeyeni: “Bir kimseye bildiği bir şeyden sorulur da, o da bunu gizlerse, kıyamet günü kendisine ateşten bir gem vurulur”şeklinde tehdit etmişlerdi. Sahâbe-i kirâm, sünnetin kıymetini takdir ettikleri gibi, onu tebliğ ve nakletmenin ehemmiyet ve lüzumuna da çok iyi inanmışlardı. Onlar Efendimiz’in teşvikleri karşısında coşup, tehditleri karşısında ürpermenin yanında bizzat Kur’ân-ı Kerim’in, bildiğini ketmedenlere tehditlerini de öyle anlıyor ve bu değişik sâiklerle sünnetin neşrine fevkalâde ihtimam gösteriyorlardı. Evet onlar: “Şüphesiz, Allah’ın kitabdan indirdiğini gizleyen ve onu az bir pahâ karşılığı satanlar var ya, işte onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler.”(Bakara/174) gibi âyetlerin şiddetli tehditlerini de iliklerine kadar duyuyor, hissediyor ve kitabı da sünneti de hakkıyla belleyip, hakkıyla edâ etmeye ve başkalarına tebliğe çalışıyorlardı.
Ayrıca Efendimiz, Kur’ân’ı talim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle talim buyururlardı. İbn Mes’ûd Hazretleri: “Bize, Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, Tahiyyât’ı da talim ederdi” bir başka ifadelerinde de: “Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını talim ederdi” demektedir.
Allah Rasûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi... Bu hususta Hz. Âişe Validemiz (ra): “Rasû-lullah (sav), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi”der. O, bununla da kalmaz, ashâbına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvîk ederlerdi. Bu mevzu ile alâkalı bir hadîs-i şeriflerinde mes’elenin ehemmiyetine parmak basarak şöyle buyururlar: “Herhangi bir cemaat, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitâbını tilâvet eder ve aralarında onu müzakere mevzûu haline getirirlerse, şüphesiz üzerlerine huzur ve sekine iner, rahmet kendilerini kaplar, melekler onları kuşatır ve Allahü Tealâ onları nezdindeki hayırlı topluluk arasında zikreder.”
Resûlullah Efendimiz (sav), bu şekilde değişik hadîsleriyle ashâbını Kur’ân ve Kurân’ın tefsiri mâhiyetindeki sünnetini belleme ve müşterek mütâlaa etme mevzuunda devamlı teşvik buyurmuşlardır.