Kavrulurken ayrı bir kokusu vardır, pişince ayrı. Hele tadına gelince söylenecek söz yoktur doğrusu. Sohbete vesiledir. Uzun dostlukların başlangıcıdır. Hem de yıllarca sürecek kalıcı dostlukların.
Ahde vefa duygularımızla, “Bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” deriz. Bir dostumuza rastladığımızda, “bir kahvemi içmeye gelmedin” diye sitem ederiz. Kimimiz sade severiz, kimimiz şekerli. Kimimiz de orta. Hasılı hoş bir tattır kahve. “Kahve Yemenden gelir, bülbül çemenden” diye şarkılarımıza, türkülerimize konu olmuştur.
Tabi ki bahsettiğimiz kahve, yabancıların kupa ve maşrapalarla içtiği kahve değil de, bizim küçük fincanlarda yudum yudum, tadını çıkararak içtiğimiz köpüklü ve telveli Türk kahvesidir. Görücüye çıkan gelin adayı kızlarımızın ikram ettiği ve içilene kadar tepsi elinde, ayakta beklediği kahvedir. Çat kapı gelen komşumuza ikram ettiğimiz sabah kahvesidir.
Kahvenin vatanı Habeşistan'dır. Şimdiki adı Etiyopya olan bu Afrika ülkesinde çalı görünümlü ağaçlarda yetişen, kiraz gibi kırmızı taneli bir bitki olup, ilk zamanlar yiyecek olarak, sonraları da suyu kaynatılarak ilâç olarak değerlendirilmiş. İçinde bulunan kafein dolayısıyla uyarıcı özelliği olan ve zihin açan kahve, dini törenlerde geceleri geç saatlere kadar süren zikir ayinleri esnasında uyarıcı olarak kullanılmış.
On beşinci yüzyılda Yemen'e, On altıncı yüzyılın başlarında Mekke ve Kahire'ye götürülen kahve, yine on altıncı yüzyılın ortalarında İstanbul'a getirilmiş ve bizim bildiğimiz Türk kahvesi doğmuş.
Çekirdek halinde olan kahve önce kavrulur, soğutulur ve kahve değirmeninde çekilerek toz haline getirilir. Bu işler için o zamanlarda çeşit çeşit kahve tavaları, kavurduktan sonra soğutma için, soğutma tablaları ve çekmek için kahve değirmenleri yapılmış..
Kahvenin, Osmanlı sarayına girişi Kanuni döneminde olmuş, Dördüncü Mehmet zamanında ise tam bir saray ve ikram içeceği haline gelmiş. O dönemde ikramda kullanılan kahve fincanları İznik ve daha sonraları Kütahya çinilerinden mamul imiş. Bugün müzelerde gördüğümüz altın ve gümüş zarflı fincanlar, o dönemlerde kahveye olan değerin ifadesi olsa gerek. Osmanlı döneminde kahvenin bir başka ikram şeklinde ise misafirlere kahveden önce lokum veya şeker tutulur, ardından kahve verilirmiş.
Sabah yemeği olan kahvaltı'ya sabah kahvesinden önce yenilen yemek olarak kahve altı sözcüklerinden dolayı kahvaltı denildiği söylentisi yaygındır.1863 Viyana kuşatması sonrasında Avusturya'nın tanıştığı Türk kahvesi, Osmanlı elçileri ve İstanbul'a gelen gezginler, tüccarlar vasıtasıyla önce Avrupa'ya sonra da dünyaya yayılmış.
Kahveyi köpüklü olarak sunmak bir maharet olup, ikram edilene verilen değerin ifadesi kabul edilir. Eski usul kahve yapmak için, kalın dipli bakır cezveye konulan soğuk suya, fincan başına bir tatlı kaşığı kahve ve yeteri kadar şeker konulur. Orta şekerli için kahve miktarı, yani bir tatlı kaşığı şeker uygun olur. Az şekerli veya çok şekerlisi buna göre ayarlanır. Makbul olan ateş, küllü kömür ateşidir. Karıştırılarak ateşe konan kahve, kaynayıp köpüklenince ateşten alınır. İlk köpük fincanlara paylaştırılır. Tekrar ateşe sürülür. Bir taşım daha pişirilip fincanlar tamamlanarak servis yapılır. Kahve tadı damak zevkine göre değişse de, kahve tiryakileri, kahve tadını sade kahvede bulduklarını söylerler. Türk kahvesi su ile birlikte ikram edilir. Bundan maksat, ağızda kalan önceki tatların giderilip, sadece kahve tadının alınmasıdır. Ancak bu tadı alabilmek için günümüz modern hayatında kahve pişirilecek, ne bakır cezve kaldı ne de kömür ateşi.
Ulviye YILDIZ
Ahde vefa duygularımızla, “Bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” deriz. Bir dostumuza rastladığımızda, “bir kahvemi içmeye gelmedin” diye sitem ederiz. Kimimiz sade severiz, kimimiz şekerli. Kimimiz de orta. Hasılı hoş bir tattır kahve. “Kahve Yemenden gelir, bülbül çemenden” diye şarkılarımıza, türkülerimize konu olmuştur.
Tabi ki bahsettiğimiz kahve, yabancıların kupa ve maşrapalarla içtiği kahve değil de, bizim küçük fincanlarda yudum yudum, tadını çıkararak içtiğimiz köpüklü ve telveli Türk kahvesidir. Görücüye çıkan gelin adayı kızlarımızın ikram ettiği ve içilene kadar tepsi elinde, ayakta beklediği kahvedir. Çat kapı gelen komşumuza ikram ettiğimiz sabah kahvesidir.
Kahvenin vatanı Habeşistan'dır. Şimdiki adı Etiyopya olan bu Afrika ülkesinde çalı görünümlü ağaçlarda yetişen, kiraz gibi kırmızı taneli bir bitki olup, ilk zamanlar yiyecek olarak, sonraları da suyu kaynatılarak ilâç olarak değerlendirilmiş. İçinde bulunan kafein dolayısıyla uyarıcı özelliği olan ve zihin açan kahve, dini törenlerde geceleri geç saatlere kadar süren zikir ayinleri esnasında uyarıcı olarak kullanılmış.
On beşinci yüzyılda Yemen'e, On altıncı yüzyılın başlarında Mekke ve Kahire'ye götürülen kahve, yine on altıncı yüzyılın ortalarında İstanbul'a getirilmiş ve bizim bildiğimiz Türk kahvesi doğmuş.
Çekirdek halinde olan kahve önce kavrulur, soğutulur ve kahve değirmeninde çekilerek toz haline getirilir. Bu işler için o zamanlarda çeşit çeşit kahve tavaları, kavurduktan sonra soğutma için, soğutma tablaları ve çekmek için kahve değirmenleri yapılmış..
Kahvenin, Osmanlı sarayına girişi Kanuni döneminde olmuş, Dördüncü Mehmet zamanında ise tam bir saray ve ikram içeceği haline gelmiş. O dönemde ikramda kullanılan kahve fincanları İznik ve daha sonraları Kütahya çinilerinden mamul imiş. Bugün müzelerde gördüğümüz altın ve gümüş zarflı fincanlar, o dönemlerde kahveye olan değerin ifadesi olsa gerek. Osmanlı döneminde kahvenin bir başka ikram şeklinde ise misafirlere kahveden önce lokum veya şeker tutulur, ardından kahve verilirmiş.
Sabah yemeği olan kahvaltı'ya sabah kahvesinden önce yenilen yemek olarak kahve altı sözcüklerinden dolayı kahvaltı denildiği söylentisi yaygındır.1863 Viyana kuşatması sonrasında Avusturya'nın tanıştığı Türk kahvesi, Osmanlı elçileri ve İstanbul'a gelen gezginler, tüccarlar vasıtasıyla önce Avrupa'ya sonra da dünyaya yayılmış.
Kahveyi köpüklü olarak sunmak bir maharet olup, ikram edilene verilen değerin ifadesi kabul edilir. Eski usul kahve yapmak için, kalın dipli bakır cezveye konulan soğuk suya, fincan başına bir tatlı kaşığı kahve ve yeteri kadar şeker konulur. Orta şekerli için kahve miktarı, yani bir tatlı kaşığı şeker uygun olur. Az şekerli veya çok şekerlisi buna göre ayarlanır. Makbul olan ateş, küllü kömür ateşidir. Karıştırılarak ateşe konan kahve, kaynayıp köpüklenince ateşten alınır. İlk köpük fincanlara paylaştırılır. Tekrar ateşe sürülür. Bir taşım daha pişirilip fincanlar tamamlanarak servis yapılır. Kahve tadı damak zevkine göre değişse de, kahve tiryakileri, kahve tadını sade kahvede bulduklarını söylerler. Türk kahvesi su ile birlikte ikram edilir. Bundan maksat, ağızda kalan önceki tatların giderilip, sadece kahve tadının alınmasıdır. Ancak bu tadı alabilmek için günümüz modern hayatında kahve pişirilecek, ne bakır cezve kaldı ne de kömür ateşi.
Ulviye YILDIZ