Güzellikten Aşka
Kâinât sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime ve nakış nakış mânâlarla bezeli muhteşem bir kitap, bir meşher, bir saray; her parçasıyla bütün eşya, her çeşidiyle topyekün hâdiseler de “Daha güzeli olamaz.” mazmununu aksettirecek çerçevedeki baş döndüren âhengi, büyüleyen nizamı, göz kamaştıran güzelliği ve en iyi peyzajlardan geçmiş bağ ve bahçelerden daha mükemmel intizamı ve zenginliği ile hassas ruhların başvurup değerlendirecekleri, değerlendirip en engin ihsaslarla şiirleştirecekleri öyle engin ve rengin bir kaynaktır ki, ne müracaat edenler bıkar-usanır, ne o kaynak biter-tükenir, ne de onunla alâkalı sözler ve hikâyeler. Doğrusu, “Rabbin, (her biri birer mânidar lafz-ı mücessem olan) kelimelerini yazmak için eğer okyanuslar mürekkep olsaydı, hatta onlara bir misli daha takviye gönderilseydi, denizler tükenirdi de, Rabbin kelimeleri yine bitmezdi.” (Kehf, 18/109) Evet ne zaman, nazarlarımızı makro âlemden enfüsî derinliklerimize, insanî değerler atlasımızdan kehkeşanlara çevirsek, değişik ihsas yollarıyla gönüllerimize akan mânâlar, tıpkı birer mızrap gibi kalb tellerimize dokunur ve her dokunuşunda ruhlarımıza hakikat aşkından ne besteler, ne besteler duyurur..! Duyurur ve bütün duygularımızı araştırma aşkına uyararak, hislerimizi ilim iştiyakıyla kanatlandırır ve vicdanlarımızda günde birkaç defa, imanın mârifete dönüştüğünü, mârifetin aşk u şevk ufkuna ulaştığını, fizikî mülâhazaların gidip tamamen metafiziğe bağlandığını hissederiz; hissederiz de, ruhun bütün bütün mâverâîleşip kendi potansiyel derinliklerine ulaştığını, derken nice gizli şeylerin bir bir ayânlardan ayân hâle geldiğini daha bir derince duyar ve “Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhan imiş.” (Niyazî) diyerek, insanın varlık içindeki yerini ve konumunu işaretler; işaretler ve ilâhî takdire bağlı mazhariyetlerini gürül gürül haykırmaya dururuz.
Bu ölçüde hakikat merakı ve hak iştiyakıyla şahlanan her ruh, bütün insanî duygularını seferber ederek, her zaman içinde yüzüp durduğu Rahmeti Sonsuz’un o engin lütuflarını daha bir kuşatıcı ve daha bir şeffaf duyup hissetmeye, isimlerinin ışıktan menfezleriyle Zât’ını duyup tanımaya, kendi iç enginliklerinde O’nun kanaviçesinden antika nakışları daha net ve daha renkli görmeye, her lahza mazhar olduğu gizli-açık ihsanların cebr-i lütfî yönlendirmesiyle bir köle-efendi münasebeti içinde hep O’nu anmaya, anmanın da ötesinde hiçliği içinde Sultanlar Sultanı’nın engin lütufları sayesinde değerler üstü değerlere ulaştığı şuuruyla kendini ifade etmeye, yani kendi küçüklüğü çerçevesinde kalarak O’na nisbete bağlı izafî bir ululuğu haykırmaya; âcizliğini, fakirliğini, erişilmez bir gücün, tükenmez bir servetin enstrümanı gibi seslendirmeye ve başkalarının da aynı mülâhazaları paylaşıyor olduklarını düşünüp anlamaya yönelir ve âdeta kendi derinliklerinin tecrübeli bir dalgıcı hâline gelir. Sonra da, kendi içinde derinleşip enginleşmesi ölçüsünde duyup hissettiği her mânâyı, anlayıp değerlendirdiği her hakikati başkalarına da duyurmaya çalışır; imanını Hakk’a kullukla seslendirir.. mârifetini tefekkür ve tecessüslerle besler.. derûnundaki alâka ve merakı her an daha da derinleştirerek iştiyaka dönüştürür.. mütalâa ve müşâhedelerinde sürekli hayret ve takdir ufuklarında dolaşır.. hayret ve takdirlerini kalbin kadirşinaslığıyla rafine ede ede duygu ve tefekkür dünyasını bir aşk çağlayanına çevirir; çevirir de, artık oturur-kalkar yalnız O’nu düşünür.. O’na vuslat hülyalarıyla dolaşır.. O’nu arar.. O’na ulaşmak için yine O’na teveccüh ufuklarını kollar.. her emareyi bir davet mesajı sayarak, döner yine O’na yalvarır.. hayatını bütünüyle O’nun huzurunda bulunmaya bağlar ve ağzını açıp bir şeyler söylemek istediğinde yalnız O’nu söyler; söylemeyi de aşarak, âdeta hep O’nunla söyleşir. Hatta, bazen bütünüyle his olur, şuur olur, idrak olur ve her nesnenin gülen yüzünde duygularına, göz görmemiş, kulak işitmemiş, insanî tasavvurları aşkın ne ziyafetler, ne ziyafetler sunar..!
Aslında, ALLAH’ın, Zât’ına olan sevgisinin (muhabbet-i Zâtî) tezahürüne bağlı olarak yaratılan insan, ancak böyle davranmakla yaratılış esprisine uygun hareket etmiş sayılır; yani ALLAH’ın, Zât’ına ve sıfatlarına karşı olan muhabbeti, insanoğlunda O’na karşı aşk şeklinde tecellî edince, işte o zaman insan, yaratılış gayesiyle buluşmuş olur; böylece her şey de gider, yerli yerine oturur.
Aşk, bütün varlıklar arasında insanoğluna ait bir iç kimliktir. O, bu kimlikle, çokluk içinde çokluğa takılmadan, güvenle hep öz kaynağına ve merciine yürür.. her zaman gönlünde par par yanan aşkın ziyası sayesinde gözleri kaymadan, bakışları bulanmadan, sürekli hedefini gözetler-durur. Hatta o, sürekli ona kilitlenmiş gibidir; ne mânâların aşılmazlığı, ne de mesafelerin amansızlığı, onda kat’iyen bir duraklama ve inhiraf meydana getiremez. Gerçi aşk yolu oldukça çileli ve ızdıraplıdır ama, insan bir kere de o yola girdi mi, artık elemler birer birer lezzetlere dönüşür, rahmet, zahmetin önüne geçer; zehir de şeker şerbete inkılâp eder; hele bir de, gönül gözleri tam açılıp da bakıp gördüğü, temâşâ edip gönlüne nakşettiği her nesnede O’na ait izler, işaretler, mesajlar, değişik tecellî dalga boyunda nurlar görmeye başlayınca, artık onun nazarında izafî bütün ışıklar söner gider; güneşler görünmez olur.. aylar husufa uğrar.. yıldızlar, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi saçılıp, karanlıklara gömülür.. “Arzın üstündeki her şey fenâ bulur gider; ancak azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalır.” (Rahman, 55/26-27) fehvâsınca, gönül ufkunu sadece ve sadece kemiyetler ve keyfiyetler üstü O kaplar; O kaplar da, bu seviyeye ulaşmış bir gönül, bedenin küçük bir mazrufu iken genişler ve bir baştan bir başa bütün zarfını kuşatır; hatta, istidadı ölçüsünde, topyekün kâinatı içine alabilecek bir istiaba ulaşır; ulaşır ve her şeyde O’nu duyar, O’nu hisseder.. beden ve cismaniyetinin yer yer araya girmesiyle maruz kaldığı Ay tutulması türünden husufları bir ölüm ürperticiliğiyle karşılar ve müşâhedesini devam ettirmek için, durmadan farklı lütuf rampaları arar.
Âşık, bazen his dünyasında aşk ve vuslatın birleşik noktasını öyle derinden duyar ki, fizikî âleme ait her şey gözünden silinir gider ve bir uçtan bir uca bütün varlığı O’na uzanan yollarda par par yanan ve ufuk ötesine işaret edip göz kırpan çerağlar gibi duyar. Bazen de, iştiyakının vuslat ümidine aşkınlığı karşısında, içine kor düşmüşçesine ocaklar gibi yanar, yanar ama, “Yansam da ocaklar gibi, gam eylemem izhar.” (M. Lütfî) –Elverir ki, düşmesin sineme nâr-ı ağyâr.– diyerek, ümit ve şevk karışımı bir ruh hâletiyle, hep iz sürmeye devam eder.
Aslında aşk, ne ise odur; o, ne tam bir nâr, ne de nurdur. Nâr da, nur da, onun mızrabının dokunduğu tellerden yükselen birer nağme, birer çığlık, birer sevinç, birer hafakandır. Aşk, öyle paha biçilmez bir incidir ki, onun gerçek değerini bilenler de, ancak yine onun pazarında elli defa cevahir peylemiş sarraflar olabilir; “Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez.” (M. Lütfî) Evet, aşkı, tatmayan bilemez.. bilenlerin çoğu da söylemez veya söyleyemez.. söyleseler de, onu âşık olmayanlar anlayamaz.
Kaderin âşığa belirlediği çerçevede, âşıkta sadece sevgiliye duyulan aşk u iştiyakın helecanları vardır. O atlasta her renk sevgiliden bir tenezzül işareti, her hat, her nokta bir sonsuzluk remzi, her motif de bir vuslat çağrısıdır. Âşık, kaderinin çehresine her temâşâ edişinde: “ALLAH’ım, gönlümü yarattığın ve aşkı var ettiğin için Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Yıllar ve yıllar boyu Mecnun gibi hep iz sürsem ve tecellî pususuna yatsam -uzaklığım, konumum itibarıyla bana ait bir nakîse- işte böyle bir uzaklığı derinden hissedip, hep vuslat diyerek vadi vadi dolaşsam.. varlığın çehresine saçtığın güzelliklerle yer yer tanışsam; canlı-cansız her nesnede, “Bu da, O’nun ışığının gölgesi.” deyip, “Her şeyi tûtiya gibi koklayarak yüzüme-gözüme sürsem.” der; her his ve her duygusuyla, ayrı ayrı fakat tek ufuklu olarak O’nu benliğinin her parçasında duymak için çırpınır durur. Aslında, böyle davranmayınca da, o ak sevdanın hakkı verilemez ya..
“Cemalini nice yüzden görem diyen dilber,
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek..” (Anonim)
Bu öldüren sevdanın hakkını verebilmek için âşık, sürekli gönül yamaçlarında O’nu izler; O’na ait saydığı her ses, her renk, her görüntü arkasından koşar durur; kâh sekerek, kâh emekleyerek, kâh uçarak; ama her menzilde gönül kulaklarıyla O’ndan bir “hoşâmedî” alarak, mecnunların iz sürdüğü gibi, gözlerini gönlünün emrine verir.. ve mesafelerin amansızlığına rağmen, en aşkın düşüncelerle ve bütün iç ve dış duygularını yolda bulunma hislerine bağlayarak, ruh atlasındaki vuslata koşar. O, bir ölçüde aşk u vuslatı beraber yaşadığından, her menzili ayrı bir vuslat koyu gibi tasavvur eder ve bir gün bu kutlu yolculuğun biteceğinden korkarak tir tir titrer. “Ne aşk bitsin ne ümit, ne de vuslat arzusu.. eğer bir gün mukadder olan vuslat bütün bunları alıp götürecekse, o da olmasın.” der.
Âşığa göre hoş olan, âşık olmak, aşk yolunda bulunmak, vuslat emare ve işaretleriyle yaşamak ve bu duygu tufanını sonsuza kadar sürdürmektir. Evet, cayır cayır aşkla yanmak, her vuslat avansıyla tutuşup alevlenmek; alevlenirken de, “mükâfatı, aşkın kendisi” deyip, sadece onunla yetinmek; işte gerçek aşk! “Bak şu gedânın hâline / Bende olmuş zülfün teline / Parmağım aşkın balına / Bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî)
Zaten bu çerçevede olmayan aşka da aşk denmez ya.! O, sadece aşkın dedikodusudur. Aşk, aşk sözünün edildiği yerlerde aranmamalı. O, alevin korla yer değiştirip durduğu yerlerde aranmalıdır. Zira aşk, ya içten içe sahibini yakan gizli bir kor veya tahammül-fersâ bir hâldir ki, gönüle düşünce, alevi her yanda hissedilir. Bu öyle bir alevdir ki, fitili de, yine onun gizliliğine emanettir. Sır urbalarını atıp âlüfteleşen söze sermaye, felsefeye malzeme olan aşk, aşk değildir; o, aşkın ölgün bir resmidir. Gazellere dökülen, bestelerin emrine giren ve onlara kul-köle olan aşka ait mırıltılar, sadece onun birer aks-i sadâsı ve kitaplarda anlatılanlar da, birer kaba tarifidir. Onu gönül evinde gizli tutmasını bilenler: “Âşığım der isen, belâ-yı aşktan âh eyleme / Âh edip, âhından ağyârı âgâh eyleme!” der; içlerindeki bu fırtınayı kendilerinden bile gizlemeye çalışırlar; evet aşk, insan gönlünde ona ait her şeyi yakıp kavuran “lâ mekânî” öyle bir ateştir ki, ona, bu hâliyle ne semavî diyebiliriz, ne de arzî. Semavî olan iştiyak bir Cennet sevdası ise, âşık, ona gönül bağlamayı Sevgiliye vefasızlık sayar; arzî olanla ise, zaten onun hiç mi hiç alâkası yoktur. Tahtını cismaniyet üstüne kurmuş, bütün oyunları göze cilve mecazî aşk, liyakat ve talep dengesi açısından aşk mesleğinde hilâbe (alış-verişte aldanma) sayılmıştır.
Gerçek aşk, fitili sonsuzun çerağından tutuşturulmuş, arzı da semayı da, doğuyu da batıyı da aşkın, zaman-mekân üstü, lâhûtî öyle bir ışık veya kordur ki, tecellîsi nur, içi buğu buğu huzur ve çevresi de, Sevgili kokusuyla buhur buhurdur. Evet, aşk ateşiyle tutuşmuş yanan bir gönül, sürekli bir buhurdanlık gibi tüter ve âşığın iç dünyasının her yanına sevgilinin kokusunu duyurur; tabiî, sırdan anlayan çevredeki sırdaşlara da. O, yer yer kendi içinden: “Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost / Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” (Sûzî) der ve bu iç çığlıklarla nefes almaya çalışır; zaman zaman da: “Ey sâkî, aşkın oduna yandıkça yandım, bir su ver; / Parmağım aşkın balına bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî) sözleriyle âh u efgânını gönül tellerinde seslendirir. Ve vuslat çağrılarıyla inler; inler ama, hiçbir zaman da canını aşka adamadan geri kalmaz. Zira, gerçek âşığın nazarında aşktan başka her şey bir abes, aşk çığlıklarının dışındaki her feryat da mânâsız bir sestir.
Aşk, mekânda mekânsızlığın, zamanda zamansızlığın en doğru şahididir. O, gökler ötesinden insanın kalbine salınmış ateşten bir zincir, bu zincirle bend olmuş kimseler de, aşkın azat kabul etmez bendeleridir. Yansalar da, o zincirle bend olmuş olarak yanarlar ve öleceklerinde de yine aşk oltasında ölmeyi düşlerler. Onlar, aşksız yaşamayı ömürden saymaz; aşksız geçen günleri de, heva ve heves rüzgârlarıyla savrulan hazan yaprakları gibi görürler. Aslında âşık öyle bir canla içli-dışlı olmuştur ki, gün gelir, baharlar hazana teslim olur.. renkler, siyahlara bürünür, ölüm türküleri söylemeye durur.. gençlikler iki büklüm olup gider, yaşlıların peykelerine oturur.. bütün güzellikler, tıpkı duvarlardaki tablolar gibi matlaşarak, birer hatıra çerçevesine dönüşür... ama o can, bütün canlara can katar.. hazanı alevden renklerle tutuşturur.. yaşlılığa karşı gençlik iksiri ve çürüyüp giden canlara da hayat olur.
Gerçek aşk, sadakat enginliğiyle derinliğini bulan aşktır. Henüz sadakat ufkuna ulaşamamış bir aşk, içi her türlü zenginliklerle dolup taşan bir mağazanın umumî muhtevasını iyi bir vitrinle sergilemeye benzetilecek olursa, sadakatle oturaklaşmış bir aşka da, nâmütenâhî zenginliğine rağmen vitrinleri kapalı bir hazine nazarıyla bakabiliriz. Evet, sadakatle derinleşmemiş aşk, içindeki kaynamaları dışa taşan köpüklü bir derya, sadakatle gerçek derinliğine ulaşmış aşk ise, içinde renklerin, seslerin eriyip gittiği bir umman gibidir. O ummanın derinliklerinde ne renge rastlanır, ne dalgalarla karşılaşılır, ne de bir homurtu işitilir. O, derinliği kadar sessiz, zenginliği kadar da renksiz -bu, bütün renkleri birden ihtiva eden bir renksizliktir- ihtişamı ölçüsünde de gürültü ve şovdan uzaktır.
Bu nokta, aynı zamanda “hüsn”ün eksiksiz aşka, aşkın da huy, tabiat ve sorumluluk duygusuna dönüşmesi noktasıdır ki, bu noktada, bir taraftan, varlıktaki iç içe âhenk, iç içe mânâ ve iç içe güzellikler his, şuur ve idrakin hassas imbiklerinden geçe geçe, kalbin kadirşinas değerlendirmelerine bağlanarak aşka, iştiyaka, cezbeye, incizaba mecralar hâline gelir; diğer taraftan da, bu güçlü alâkalarla âşık gider, bütün benliği ile mâşuka bağlanır ve onun emrine girer. Hazreti Mevlâna, bu hissi ifade sadedinde:
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum, kul oldum.. Kullar, hürriyete kavuşunca sevinir ve mesrur olur; Ben, Sana kul olduğumdan dolayı şâd ve mesrurum.” der. İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar. Bu mülâhazalarımızı, aşkta zirve, ibadet ü taatte şahika büyük kadın, Rabia Adeviye’nin sözleriyle noktalayıp konuyu bağlayalım:
“ALLAH’ı sevdim” diyorsun; sonra da, O’na isyan ediyorsun. Yemin ederim ki, bu anlaşılması zor, tuhaf bir tavır. Eğer sen gerçekten O’nu sevseydin, O’na itaat ederdin; zira seven, sevdiğine kul-köle olur ve itaat eder
Kâinât sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime ve nakış nakış mânâlarla bezeli muhteşem bir kitap, bir meşher, bir saray; her parçasıyla bütün eşya, her çeşidiyle topyekün hâdiseler de “Daha güzeli olamaz.” mazmununu aksettirecek çerçevedeki baş döndüren âhengi, büyüleyen nizamı, göz kamaştıran güzelliği ve en iyi peyzajlardan geçmiş bağ ve bahçelerden daha mükemmel intizamı ve zenginliği ile hassas ruhların başvurup değerlendirecekleri, değerlendirip en engin ihsaslarla şiirleştirecekleri öyle engin ve rengin bir kaynaktır ki, ne müracaat edenler bıkar-usanır, ne o kaynak biter-tükenir, ne de onunla alâkalı sözler ve hikâyeler. Doğrusu, “Rabbin, (her biri birer mânidar lafz-ı mücessem olan) kelimelerini yazmak için eğer okyanuslar mürekkep olsaydı, hatta onlara bir misli daha takviye gönderilseydi, denizler tükenirdi de, Rabbin kelimeleri yine bitmezdi.” (Kehf, 18/109) Evet ne zaman, nazarlarımızı makro âlemden enfüsî derinliklerimize, insanî değerler atlasımızdan kehkeşanlara çevirsek, değişik ihsas yollarıyla gönüllerimize akan mânâlar, tıpkı birer mızrap gibi kalb tellerimize dokunur ve her dokunuşunda ruhlarımıza hakikat aşkından ne besteler, ne besteler duyurur..! Duyurur ve bütün duygularımızı araştırma aşkına uyararak, hislerimizi ilim iştiyakıyla kanatlandırır ve vicdanlarımızda günde birkaç defa, imanın mârifete dönüştüğünü, mârifetin aşk u şevk ufkuna ulaştığını, fizikî mülâhazaların gidip tamamen metafiziğe bağlandığını hissederiz; hissederiz de, ruhun bütün bütün mâverâîleşip kendi potansiyel derinliklerine ulaştığını, derken nice gizli şeylerin bir bir ayânlardan ayân hâle geldiğini daha bir derince duyar ve “Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhan imiş.” (Niyazî) diyerek, insanın varlık içindeki yerini ve konumunu işaretler; işaretler ve ilâhî takdire bağlı mazhariyetlerini gürül gürül haykırmaya dururuz.
Bu ölçüde hakikat merakı ve hak iştiyakıyla şahlanan her ruh, bütün insanî duygularını seferber ederek, her zaman içinde yüzüp durduğu Rahmeti Sonsuz’un o engin lütuflarını daha bir kuşatıcı ve daha bir şeffaf duyup hissetmeye, isimlerinin ışıktan menfezleriyle Zât’ını duyup tanımaya, kendi iç enginliklerinde O’nun kanaviçesinden antika nakışları daha net ve daha renkli görmeye, her lahza mazhar olduğu gizli-açık ihsanların cebr-i lütfî yönlendirmesiyle bir köle-efendi münasebeti içinde hep O’nu anmaya, anmanın da ötesinde hiçliği içinde Sultanlar Sultanı’nın engin lütufları sayesinde değerler üstü değerlere ulaştığı şuuruyla kendini ifade etmeye, yani kendi küçüklüğü çerçevesinde kalarak O’na nisbete bağlı izafî bir ululuğu haykırmaya; âcizliğini, fakirliğini, erişilmez bir gücün, tükenmez bir servetin enstrümanı gibi seslendirmeye ve başkalarının da aynı mülâhazaları paylaşıyor olduklarını düşünüp anlamaya yönelir ve âdeta kendi derinliklerinin tecrübeli bir dalgıcı hâline gelir. Sonra da, kendi içinde derinleşip enginleşmesi ölçüsünde duyup hissettiği her mânâyı, anlayıp değerlendirdiği her hakikati başkalarına da duyurmaya çalışır; imanını Hakk’a kullukla seslendirir.. mârifetini tefekkür ve tecessüslerle besler.. derûnundaki alâka ve merakı her an daha da derinleştirerek iştiyaka dönüştürür.. mütalâa ve müşâhedelerinde sürekli hayret ve takdir ufuklarında dolaşır.. hayret ve takdirlerini kalbin kadirşinaslığıyla rafine ede ede duygu ve tefekkür dünyasını bir aşk çağlayanına çevirir; çevirir de, artık oturur-kalkar yalnız O’nu düşünür.. O’na vuslat hülyalarıyla dolaşır.. O’nu arar.. O’na ulaşmak için yine O’na teveccüh ufuklarını kollar.. her emareyi bir davet mesajı sayarak, döner yine O’na yalvarır.. hayatını bütünüyle O’nun huzurunda bulunmaya bağlar ve ağzını açıp bir şeyler söylemek istediğinde yalnız O’nu söyler; söylemeyi de aşarak, âdeta hep O’nunla söyleşir. Hatta, bazen bütünüyle his olur, şuur olur, idrak olur ve her nesnenin gülen yüzünde duygularına, göz görmemiş, kulak işitmemiş, insanî tasavvurları aşkın ne ziyafetler, ne ziyafetler sunar..!
Aslında, ALLAH’ın, Zât’ına olan sevgisinin (muhabbet-i Zâtî) tezahürüne bağlı olarak yaratılan insan, ancak böyle davranmakla yaratılış esprisine uygun hareket etmiş sayılır; yani ALLAH’ın, Zât’ına ve sıfatlarına karşı olan muhabbeti, insanoğlunda O’na karşı aşk şeklinde tecellî edince, işte o zaman insan, yaratılış gayesiyle buluşmuş olur; böylece her şey de gider, yerli yerine oturur.
Aşk, bütün varlıklar arasında insanoğluna ait bir iç kimliktir. O, bu kimlikle, çokluk içinde çokluğa takılmadan, güvenle hep öz kaynağına ve merciine yürür.. her zaman gönlünde par par yanan aşkın ziyası sayesinde gözleri kaymadan, bakışları bulanmadan, sürekli hedefini gözetler-durur. Hatta o, sürekli ona kilitlenmiş gibidir; ne mânâların aşılmazlığı, ne de mesafelerin amansızlığı, onda kat’iyen bir duraklama ve inhiraf meydana getiremez. Gerçi aşk yolu oldukça çileli ve ızdıraplıdır ama, insan bir kere de o yola girdi mi, artık elemler birer birer lezzetlere dönüşür, rahmet, zahmetin önüne geçer; zehir de şeker şerbete inkılâp eder; hele bir de, gönül gözleri tam açılıp da bakıp gördüğü, temâşâ edip gönlüne nakşettiği her nesnede O’na ait izler, işaretler, mesajlar, değişik tecellî dalga boyunda nurlar görmeye başlayınca, artık onun nazarında izafî bütün ışıklar söner gider; güneşler görünmez olur.. aylar husufa uğrar.. yıldızlar, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi saçılıp, karanlıklara gömülür.. “Arzın üstündeki her şey fenâ bulur gider; ancak azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalır.” (Rahman, 55/26-27) fehvâsınca, gönül ufkunu sadece ve sadece kemiyetler ve keyfiyetler üstü O kaplar; O kaplar da, bu seviyeye ulaşmış bir gönül, bedenin küçük bir mazrufu iken genişler ve bir baştan bir başa bütün zarfını kuşatır; hatta, istidadı ölçüsünde, topyekün kâinatı içine alabilecek bir istiaba ulaşır; ulaşır ve her şeyde O’nu duyar, O’nu hisseder.. beden ve cismaniyetinin yer yer araya girmesiyle maruz kaldığı Ay tutulması türünden husufları bir ölüm ürperticiliğiyle karşılar ve müşâhedesini devam ettirmek için, durmadan farklı lütuf rampaları arar.
Âşık, bazen his dünyasında aşk ve vuslatın birleşik noktasını öyle derinden duyar ki, fizikî âleme ait her şey gözünden silinir gider ve bir uçtan bir uca bütün varlığı O’na uzanan yollarda par par yanan ve ufuk ötesine işaret edip göz kırpan çerağlar gibi duyar. Bazen de, iştiyakının vuslat ümidine aşkınlığı karşısında, içine kor düşmüşçesine ocaklar gibi yanar, yanar ama, “Yansam da ocaklar gibi, gam eylemem izhar.” (M. Lütfî) –Elverir ki, düşmesin sineme nâr-ı ağyâr.– diyerek, ümit ve şevk karışımı bir ruh hâletiyle, hep iz sürmeye devam eder.
Aslında aşk, ne ise odur; o, ne tam bir nâr, ne de nurdur. Nâr da, nur da, onun mızrabının dokunduğu tellerden yükselen birer nağme, birer çığlık, birer sevinç, birer hafakandır. Aşk, öyle paha biçilmez bir incidir ki, onun gerçek değerini bilenler de, ancak yine onun pazarında elli defa cevahir peylemiş sarraflar olabilir; “Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez.” (M. Lütfî) Evet, aşkı, tatmayan bilemez.. bilenlerin çoğu da söylemez veya söyleyemez.. söyleseler de, onu âşık olmayanlar anlayamaz.
Kaderin âşığa belirlediği çerçevede, âşıkta sadece sevgiliye duyulan aşk u iştiyakın helecanları vardır. O atlasta her renk sevgiliden bir tenezzül işareti, her hat, her nokta bir sonsuzluk remzi, her motif de bir vuslat çağrısıdır. Âşık, kaderinin çehresine her temâşâ edişinde: “ALLAH’ım, gönlümü yarattığın ve aşkı var ettiğin için Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Yıllar ve yıllar boyu Mecnun gibi hep iz sürsem ve tecellî pususuna yatsam -uzaklığım, konumum itibarıyla bana ait bir nakîse- işte böyle bir uzaklığı derinden hissedip, hep vuslat diyerek vadi vadi dolaşsam.. varlığın çehresine saçtığın güzelliklerle yer yer tanışsam; canlı-cansız her nesnede, “Bu da, O’nun ışığının gölgesi.” deyip, “Her şeyi tûtiya gibi koklayarak yüzüme-gözüme sürsem.” der; her his ve her duygusuyla, ayrı ayrı fakat tek ufuklu olarak O’nu benliğinin her parçasında duymak için çırpınır durur. Aslında, böyle davranmayınca da, o ak sevdanın hakkı verilemez ya..
“Cemalini nice yüzden görem diyen dilber,
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek..” (Anonim)
Bu öldüren sevdanın hakkını verebilmek için âşık, sürekli gönül yamaçlarında O’nu izler; O’na ait saydığı her ses, her renk, her görüntü arkasından koşar durur; kâh sekerek, kâh emekleyerek, kâh uçarak; ama her menzilde gönül kulaklarıyla O’ndan bir “hoşâmedî” alarak, mecnunların iz sürdüğü gibi, gözlerini gönlünün emrine verir.. ve mesafelerin amansızlığına rağmen, en aşkın düşüncelerle ve bütün iç ve dış duygularını yolda bulunma hislerine bağlayarak, ruh atlasındaki vuslata koşar. O, bir ölçüde aşk u vuslatı beraber yaşadığından, her menzili ayrı bir vuslat koyu gibi tasavvur eder ve bir gün bu kutlu yolculuğun biteceğinden korkarak tir tir titrer. “Ne aşk bitsin ne ümit, ne de vuslat arzusu.. eğer bir gün mukadder olan vuslat bütün bunları alıp götürecekse, o da olmasın.” der.
Âşığa göre hoş olan, âşık olmak, aşk yolunda bulunmak, vuslat emare ve işaretleriyle yaşamak ve bu duygu tufanını sonsuza kadar sürdürmektir. Evet, cayır cayır aşkla yanmak, her vuslat avansıyla tutuşup alevlenmek; alevlenirken de, “mükâfatı, aşkın kendisi” deyip, sadece onunla yetinmek; işte gerçek aşk! “Bak şu gedânın hâline / Bende olmuş zülfün teline / Parmağım aşkın balına / Bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî)
Zaten bu çerçevede olmayan aşka da aşk denmez ya.! O, sadece aşkın dedikodusudur. Aşk, aşk sözünün edildiği yerlerde aranmamalı. O, alevin korla yer değiştirip durduğu yerlerde aranmalıdır. Zira aşk, ya içten içe sahibini yakan gizli bir kor veya tahammül-fersâ bir hâldir ki, gönüle düşünce, alevi her yanda hissedilir. Bu öyle bir alevdir ki, fitili de, yine onun gizliliğine emanettir. Sır urbalarını atıp âlüfteleşen söze sermaye, felsefeye malzeme olan aşk, aşk değildir; o, aşkın ölgün bir resmidir. Gazellere dökülen, bestelerin emrine giren ve onlara kul-köle olan aşka ait mırıltılar, sadece onun birer aks-i sadâsı ve kitaplarda anlatılanlar da, birer kaba tarifidir. Onu gönül evinde gizli tutmasını bilenler: “Âşığım der isen, belâ-yı aşktan âh eyleme / Âh edip, âhından ağyârı âgâh eyleme!” der; içlerindeki bu fırtınayı kendilerinden bile gizlemeye çalışırlar; evet aşk, insan gönlünde ona ait her şeyi yakıp kavuran “lâ mekânî” öyle bir ateştir ki, ona, bu hâliyle ne semavî diyebiliriz, ne de arzî. Semavî olan iştiyak bir Cennet sevdası ise, âşık, ona gönül bağlamayı Sevgiliye vefasızlık sayar; arzî olanla ise, zaten onun hiç mi hiç alâkası yoktur. Tahtını cismaniyet üstüne kurmuş, bütün oyunları göze cilve mecazî aşk, liyakat ve talep dengesi açısından aşk mesleğinde hilâbe (alış-verişte aldanma) sayılmıştır.
Gerçek aşk, fitili sonsuzun çerağından tutuşturulmuş, arzı da semayı da, doğuyu da batıyı da aşkın, zaman-mekân üstü, lâhûtî öyle bir ışık veya kordur ki, tecellîsi nur, içi buğu buğu huzur ve çevresi de, Sevgili kokusuyla buhur buhurdur. Evet, aşk ateşiyle tutuşmuş yanan bir gönül, sürekli bir buhurdanlık gibi tüter ve âşığın iç dünyasının her yanına sevgilinin kokusunu duyurur; tabiî, sırdan anlayan çevredeki sırdaşlara da. O, yer yer kendi içinden: “Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost / Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” (Sûzî) der ve bu iç çığlıklarla nefes almaya çalışır; zaman zaman da: “Ey sâkî, aşkın oduna yandıkça yandım, bir su ver; / Parmağım aşkın balına bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî) sözleriyle âh u efgânını gönül tellerinde seslendirir. Ve vuslat çağrılarıyla inler; inler ama, hiçbir zaman da canını aşka adamadan geri kalmaz. Zira, gerçek âşığın nazarında aşktan başka her şey bir abes, aşk çığlıklarının dışındaki her feryat da mânâsız bir sestir.
Aşk, mekânda mekânsızlığın, zamanda zamansızlığın en doğru şahididir. O, gökler ötesinden insanın kalbine salınmış ateşten bir zincir, bu zincirle bend olmuş kimseler de, aşkın azat kabul etmez bendeleridir. Yansalar da, o zincirle bend olmuş olarak yanarlar ve öleceklerinde de yine aşk oltasında ölmeyi düşlerler. Onlar, aşksız yaşamayı ömürden saymaz; aşksız geçen günleri de, heva ve heves rüzgârlarıyla savrulan hazan yaprakları gibi görürler. Aslında âşık öyle bir canla içli-dışlı olmuştur ki, gün gelir, baharlar hazana teslim olur.. renkler, siyahlara bürünür, ölüm türküleri söylemeye durur.. gençlikler iki büklüm olup gider, yaşlıların peykelerine oturur.. bütün güzellikler, tıpkı duvarlardaki tablolar gibi matlaşarak, birer hatıra çerçevesine dönüşür... ama o can, bütün canlara can katar.. hazanı alevden renklerle tutuşturur.. yaşlılığa karşı gençlik iksiri ve çürüyüp giden canlara da hayat olur.
Gerçek aşk, sadakat enginliğiyle derinliğini bulan aşktır. Henüz sadakat ufkuna ulaşamamış bir aşk, içi her türlü zenginliklerle dolup taşan bir mağazanın umumî muhtevasını iyi bir vitrinle sergilemeye benzetilecek olursa, sadakatle oturaklaşmış bir aşka da, nâmütenâhî zenginliğine rağmen vitrinleri kapalı bir hazine nazarıyla bakabiliriz. Evet, sadakatle derinleşmemiş aşk, içindeki kaynamaları dışa taşan köpüklü bir derya, sadakatle gerçek derinliğine ulaşmış aşk ise, içinde renklerin, seslerin eriyip gittiği bir umman gibidir. O ummanın derinliklerinde ne renge rastlanır, ne dalgalarla karşılaşılır, ne de bir homurtu işitilir. O, derinliği kadar sessiz, zenginliği kadar da renksiz -bu, bütün renkleri birden ihtiva eden bir renksizliktir- ihtişamı ölçüsünde de gürültü ve şovdan uzaktır.
Bu nokta, aynı zamanda “hüsn”ün eksiksiz aşka, aşkın da huy, tabiat ve sorumluluk duygusuna dönüşmesi noktasıdır ki, bu noktada, bir taraftan, varlıktaki iç içe âhenk, iç içe mânâ ve iç içe güzellikler his, şuur ve idrakin hassas imbiklerinden geçe geçe, kalbin kadirşinas değerlendirmelerine bağlanarak aşka, iştiyaka, cezbeye, incizaba mecralar hâline gelir; diğer taraftan da, bu güçlü alâkalarla âşık gider, bütün benliği ile mâşuka bağlanır ve onun emrine girer. Hazreti Mevlâna, bu hissi ifade sadedinde:
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum, kul oldum.. Kullar, hürriyete kavuşunca sevinir ve mesrur olur; Ben, Sana kul olduğumdan dolayı şâd ve mesrurum.” der. İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar. Bu mülâhazalarımızı, aşkta zirve, ibadet ü taatte şahika büyük kadın, Rabia Adeviye’nin sözleriyle noktalayıp konuyu bağlayalım:
“ALLAH’ı sevdim” diyorsun; sonra da, O’na isyan ediyorsun. Yemin ederim ki, bu anlaşılması zor, tuhaf bir tavır. Eğer sen gerçekten O’nu sevseydin, O’na itaat ederdin; zira seven, sevdiğine kul-köle olur ve itaat eder