Kalplerinize bir göz atın

  • Konuyu başlatan AhDe_VeFaLi
  • Başlangıç tarihi
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi
De ki: ‘Eğer Allah katındaki ahiret hayatı, başka hiç kimseye değil de yalnız size mahsus ise ve bu kanaatinizde samimi iseniz o zaman ölümü arzulamanız gerekmez mi?” (Bakara 94)


“Ama kendi elleriyle yapıp ettikleri ortadayken bunu hiçbir zaman temenni etmeyecekler: Allah zalimleri her halleriyle bilmektedir.” (Bakara 95)

“Ve sen onları başkalarından daha ihtirasla hayata sarılmış göreceksin, hatta Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlardan bile daha çok: onların her biri binlerce yıl yaşamak ister; halbuki uzun yaşaması, böyle birini (ahirette) azaptan kurtarmaz: zira Allah onun bütün yapıp ettiklerini görmektedir.” (Bakara 96)





UZUN ZAMAN Bakara suresi çalıştığım halde, yine uzun zaman bana kapalı kalan bu ayet, bugün birazcık kapısını araladı. Öncelikle fark ettim ki hangi ayeti insan nefsinin mihengine vurmadan okuyorsa anlayamıyor. Zira kainatın dört bir yanına yayılmış hakikatler, tarihi vakıalar, başka insanların hatta başka milletlerin durumlarını anlamak meseleyi enfüse taşımaksızın olamıyor. Hele hele de size konuşulduğundan gaflet ettiğinizde, “Ya evet öyle insanlar var!” fikri ile muhatap olduğunuzda bir kulağınızdan girip diğerinden çıkıyor. Hakikat sadece kendisine sahip çıkana “Bu bana geldi” diyene kendini ifşa ediyor.


Yahudiler hakkında nazil olan bu ayet de bana onların dünyaya dört elle sarılmalarını, dünya malına tamah etmelerini, Tanrı krallığına değil Yahudiyye Krallığına önem vermelerini, bir gözlerini kör etmelerini, ahirete imanlarının zayıflamasını anlattı daima. Ancak neden müşriklerden daha çok hayata bağlı, binlerce yıl yaşama arzusu duyan insanlar olduklarını anlayamamıştım.
Evvela hayata bağlı olmalarını izah etmek lazımdı. Bir mümin hayata bir kafirden daha bağlı olabilir miydi? Üstadın buna cevabı olumluydu. Müminler üzerinde yansıyan esmayı gördükleri, rahmeti hissettikleri ölçüde hayata, ve özellikle ism-i Hayy’a muhatabiyetleri ölçüsünde yaşama bağlı oluyorlardı. Aldıkları lezzet dahi iman etmeyen birine nazaran daha fazla idi. Bir müminin bir dilim ekmekten aldığı lezzet hakkıyla yenilirse, kafirin ziyafet sofralarından aldığı lezzetten fazlaydı. Bu anlamda Tevrat’ın vahyine muhatab olan Yahudiler de perdelemedikleri nisbette bu hakikatten müşriklere göre daha çok hissedardılar. Hayattan lezzet alıyorlardı.


Ancak etraflarındaki hadisatı anlamlandırmada, bir ölçüde kullandıkları vahiy onlara tam bir rahmet olamıyordu. Zira onlar Mikail’e dost, Cebrail’e düşmandılar (Bakara 97). Kainatta vahyin okutturduklarını seviyor, eşyanın melekleri ile muhatabiyetten hoşlanıyor, ancak vahyin mükellefiyetlere ve ahirete bakan tarafına muhatab olmak istemiyorlardı. İş bu kısma gelince “Semina ve asayna” diyorlardı. (İşittik ve isyan ettik) Ama isyan etseler bile ahirete dair bilgiden kulaklarını tıkayamadıkları için, bilmenin getirdiği dehşet onları ölümden korkar hale getiriyordu. Onlar vahiysiz kafirin gafletinden mahrumdular. Onun gibi kulaklarını tıkayıp yıldırımların dehşetinden geçici de olsa kurtulamıyorlardı (Bakara 19). Ama müşrikin, putperestin, cehaletinden, vahiyden nasipsiz oluşundan gelen bu kulak tıkaması ile geçici olarak bir gaflet sağlanıyor, ona “ölüm ancak bir yok oluştur” dedirtebiliyordu. İnsanların “Keşke toprak olsaydım” diyecekleri bir günden haberdar olan ve ona hazırlık yapmayan kişi de “nasılsa toprak olacağım” zanneden kişiden daha çok korkardı ölümden (Nebe 40).


Ölüp huzura kavuşamayacağının, hesap vereceğinin farkındadır. Neyin adalet neyin zulüm olduğu hakkında da bilgi sahibidir, zalim oluşunu avutup teselli edecek yalanları kendine söyleyememektedir. Sahip olup kıymetini bilmediği bilgi tarafından lanetlenmiştir.


Allah bize ümmeti Muhammed’e Yahudilerden çok misal veriyordu. Zira onlar bizim seleflerimizdi. Biz taşıyamadıkları emaneti onlardan sonra sırtlanmıştık. Onların düştüğü vartalara düşmememizi isteyen Rahman bize onlardan çok misaller vermişti. Hz. Musa (as) Kuran’da en çok anılan peygamberdi. O halde bu ayetin muhatabı aynı zamanda bizdik. Bizler de iman edip dururken imanımızın icab ettirdiği gibi yaşamazsak. O vakit bu hastalıklar bizde de baş gösteriyordu. Biz de Sebt günü ihlalcileri gibi açgözlülükle Allah’ın sınırlarını hiçe sayıyor, dünyaya müşriklerden bile daha fazla değer verir hale geliyor, aşağılık haris maymunlara dönüşüyor, ondaki esma tecellilerini dünyevi hazlar için kurban ediyor, ayetleri az bir pahaya değişiveriyorduk. Evet nimetler bizim içindi ancak “Semi’nâ ve ata’nâ” (işittik ve itaat ettik) demek kaydı ile. O zaman ancak, “Allah’ın helal kıldıklarını kim haram edebilirmiş?” diye dünyaya meydan okuyabilirdik. O takdirde sahibinin izniyle onları tepe tepe kullanabilirdik. Ve sonunda ölümün ardında da onları bulacağımıza, tatlarının damaklarımızda kalmayacağına iman edebilirdik. Yeryüzünde iyi ve güzel ne varsa ondan nasiplenirken şeytanın izinden gitmediğimize emin olabilirdik (Bakara 168).


Kalplerimize bakalım öyleyse, ölümü ne kadar temenni ediyoruz? Yahut ne zaman temenni ediyoruz? Nimet içinde iken mi, azap içinde iken mi? Eğer ölümü nimet içinde iken arzu edebiliyorsak o nimetlerin sahibini arzu ediyoruz demektir. O zaman gönül rahatı ile “Gün doğmuş gün batmış, ebed bizimdir” diyebiliriz. Aksi halde biz de zalimlerden olmaya aday olabiliriz, hafizanallah…

Herkes kendi kalbine bir göz atsın…



Mona İslam
 

__DURU__

KF Ailesinden
Özel Üye
Herkes kendi kalbine bir göz atsın…



Faydalı bir paylaşım öncelikle emeğinize sağlıklar olsun inşAllah kardeşim...herkes kendi kalbine bir göz atsın.ve muhasebesini yapsın demek lazım galiba!...sağolasın.
 
Üst