Bediüzzaman “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır” dedikten sonra Yüce Allah insanı kâinatın en cami’ bir meyvesi olarak yaratmış ve kâinatı istila edecek muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc etmiştir. İnsan kalbindeki nihayetsiz muhabbete layık olacak nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir” diyerek kalbine derc edilen muhabbet duygusunun amacının Allah’ı tanımak, sevmek ve ona ibadet etmek olduğunu ifade eder. (Sözler, 2005, s.574)
Kulun Allah’a olan sevgisi ve Allah’ın mahlûkata olan sevgisi “Muhabbet” olarak ifade edilebilir; ama “Aşk” denemez ve denmemiştir. Bediüzzaman da “Muhabbet” ifadesini kullanmayı tercih etmiştir. Hatta Mektubat isimli eserinde büyük velilerden biri olan Süleyman Çelebi’nin Miraç macerasını anlattığı bölümünde “Cenâb-ı Hakkın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, ‘Sana âşık olmuşum’ tabiriyle ifadesini yanlış bularak “Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun hadsiz cemal ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinatın aksâmına inkısam etmiş olan cemal ve kemâlin bütün envâı, Onun cemal ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir. İşte, herhalde, cemal ve kemal sahibi bilbedâhe cemal ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini gösteren san'atını sever. Öyleyse, cemal ve kemâline ayna olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemâlini göstereni sever; elbette cemal ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever… Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hatıra getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine ‘Ben senden razı olmuşum’ denilmeli” (Mektubat, 2005, s.511-512) buyurarak Allah’ın sevgi ve muhabbetinin rahmet ve rıza şeklinde olacağını çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.
Mevlânâ’dan sonra Tasavvufun “Allah aşkını” esas alması ile İslam edebiyatında da “Aşk” teması işlenmeye başlamıştır. Divan ve Tasavvuf edebiyatında “aşk” denince “ilâhî aşk” anlatılmak istenmiştir. Fuzulî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kıyl-u kal imiş ancak” mısraı çok meşhur olmuştur. Aşkı esas alan mutasavvıf ve onların yolundan giden ediplere ve şairlere göre züht ve takvanın sonunda “aşka” ulaşılır ve bu mertebeye eren bir sâlik için züht ve takva artık geride kalmıştır. Yunus Emre bu manayı “Ölen hayvan durur âşıklar ölümez” mısraı bunu ifade etmektedir.
Aşk o derece değerlidir ki Fuzulî Kabe’de Allah’a şöyle yalvarır: “Ya Rab! Belây-ı aşk ile kıl âşinâ beni, / Bir dem belây-ı aşktan kılma cüdâ beni” der. Aşkta ifrat sonuçta Yunus Emrenin dediği gibi “Âşık Yunus maşukuna vuslat bulunca mest olur / Ben şişeyi çaldım taşa nâmusu ârı neylerem” diyerek bütün değerlerinden vazgeçmeye götürür.
Aşk uğruna İbrahim Edhem tac-u tahtı terk etmiş, Hallac-ı Mansur ve Nesimî seve seve ölüme koşmuşlardır. Şeyhî’nin “Hâlat-ı aşka gerçi nihayet denilmedi / Dert almak ibtidâdır, can vermek intihâ” mısraları bu durumu veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Divan edebiyatının Yusuf-u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnun, Hüsrev-ü Şirin, Vâmık-u Azra, Ferhad-ü Şirin ve Süheyl-ü Nevbahar gibi mecazî aşkı anlatan eserleri nihayet “ilâhi aşka” ınkılab ederek “Aşk-ı mecaziden aşk-ı hakikiye” dönüşü anlatmak için yazılmışlardır. Bütün bu eserlerde Kur’ân-ı Kerimin “Ahsenu’l-Kasas” olan Yusuf Suresinde konu edilen Yusuf ve Züleyha kıssası örnek alınmaya çalışılmıştır. Bu nevi eserler Türk Edebiyatının son döneminde Nâmık Kemalîn “İntibah” ve Şemseddin Sami’nin “Taaşk-u Talat ve Fitnat” isimli eserlerine kadar uzanmıştır.
Aşk teması edebiyatın dışında Türk Tasavvuf Musikisine geniş bir şekilde yansımıştır. Bilhassa Tekke Musikisinde başta Mevlevi ayinlerinde ilâhî, tevhîş ve irticâlî okunan kasidelerde Allah ve peygamber aşkı yanında pirlere olan sevgi ve muhabbet aşkı işleyen belli başlı formlardır. Mevlânâ’nın “Âh mine’l-aşk ve harârâtihî / Ahraka kalbî bi-harârâtihî / Mâ nazara’l-aynü ilâ gayrühüm / Uksimü billahi ve âyâtihi” kıtası ve Türkçe tercümesi “Âh güzelin aşkına ve hâlâtına / Yandı yürek aşk harârâtına / And içerem gayrı güzel sevmezem / Allah’a ve Allah’ın âyatına” kıtası çok meşhur olmuştur.
Tasavvuftaki bu aşk temasının tasavvufa, edebiyata ve musikiye büyük katkıları olduğu bir gerçektir. Ayrıca aşk temasının “Allah aşkı” şeklinde yansımasının insan psikolojisine ve ruhâni gelişmesine katkısı olmadığı elbette söylenemez. Ancak bunu bir kemal mertebe ve nihayet olmadığı da bir gerçektir.
Ehl-i Tasavvufun muhabbetin ifratı olan “Aşkı” esas almasının Kur’andaki dayanağı Hz. Yakubun (as) Hz. Yusuf’a olan sevgi ve muhabbeti ile Hz. Yusuf ile Züleyha’nın Yusuf Suresinde geçen “Aşk hikayesi”dir. Bu iki hususu açıklığa kavuşturduğumuz zaman Kur’an-ı Kerimde geçen bu sevginin aşk ile ilgileri de kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.
Kalp Allah’ı sevmek için yaratılmıştır. Bu nedenle bir peygamber herhangi bir kadına âşık olmaz. Hz. Yusuf (as) Allah’ı sevdiği için Züleyhâ’ya âşık olmamıştı. Züleyha ise müşrik olduğu için Hz. Yusuf’a âşık olmuştu ve aşkından dolayı pek çok yanlış işlere bulaşmıştı. Hz. Yusuf (as) aşkına cevap vermediği için aşkı intikama dönüşmüştü. Bundan da anlaşılmaktadır ki aşkın sebebi tevhit ve imandaki eksikliktir. Allah’ı sevmek ise Allah’tan korkmak ve emirlerine itaat etmek şeklinde tezahür ister ki “Muhabbetullah” ile ilgili ayet ve hadisler hep bunu telkin etmektedir. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah’ı seviyorsanız Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz” (Âl-i İmran, 3:31) buyurarak Allah’a olan sevginin kul üzerinde tezahürünün peygamberimiz (sav) gibi Allah korkusu, sıdk, emanet, fetanet, ismet ve tebliğ gibi vasıfları başta olmak üzere peygamber ahlakı ile ahlaklanmak ve sünnetini ihya etmeye çalışmak şeklinde olması gerektiği belirtilmiştir.
Nitekim Yusuf (as) Mısır Azizi olduktan sonra babasını ve kardeşlerini yanına getirerek Züleyha ile de evlendikten sonra yüce Allah’a şöyle yalvarmıştır. “Allah’ım Müslüman olarak canımı al ve beni Salih kullarına kat” (Yusuf, 12:101) demiştir. Bu durumu izah eden Bediüzzaman “Ahsenü’l-Kasas” olan Kıssa-i Yusuf’un vermek istediği dersi bu ayetin özetleyerek sunduğunu ifade eder. “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisini Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun… Bu ayet ifade ediyor ki “Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır” (Mektubat, 2005, s.476) ifadeleri ile hakikatin ve aklın gereği olarak dünyanın fani şeylerine değil hakikate ve ahrete yönelmesidir.
Bediüzzaman hazretleri Hz. Yakub’un (as) Hz. Yusuf’a olan sevgi ve muhabbetini “mehâsin-i uhreviyeye ait olduğu için yüksek bir mertebe-i muhabbet ve aşk olarak değerlendiren İmam-ı Rabbani ve diğer mutasavvıflara muhalefet eder ve “Hazret-i Yâkubun (as) Yusuf’a (as) karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek, Kur'ân-ı Hakîmin parlak bir i'câz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm'in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yâkubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûda vesile-i vusul olan aşk ise, Züleyhâ'nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir. Demek Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Hazret-i Yâkub’un (as) hissiyatını ne derece Züleyhâ’nın hissiyatından yüksek göstermişse, şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor” (Mektubat, 2005, s.52-53) buyurarak Hz. Yakub’un (as) Hz. Yusuf’a (as) karşı muhabbetinin aşk ile izah edilemeyeceğini açıklamaktadır.
Sonuç olarak kulların Allah’a olan sevgisi mecazi varlıklara izafe edilen “aşk” şeklinde olması gerçek muhabbet ve sevgi değildir. Gerçekte Allah’ı sevmek “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” gibi insana ait yapması gereken vazifeleri tam olarak yapmaya bağlıdır. Çünkü insan yalnız bir kalpten ibaret değildir. İnsanın akıl, ruhi sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleri ile kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp yalnız kendini kurtarmak için askerlerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır. (Sözler, 2005, s.804)
Kulun Allah’a olan sevgisi ve Allah’ın mahlûkata olan sevgisi “Muhabbet” olarak ifade edilebilir; ama “Aşk” denemez ve denmemiştir. Bediüzzaman da “Muhabbet” ifadesini kullanmayı tercih etmiştir. Hatta Mektubat isimli eserinde büyük velilerden biri olan Süleyman Çelebi’nin Miraç macerasını anlattığı bölümünde “Cenâb-ı Hakkın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, ‘Sana âşık olmuşum’ tabiriyle ifadesini yanlış bularak “Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun hadsiz cemal ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinatın aksâmına inkısam etmiş olan cemal ve kemâlin bütün envâı, Onun cemal ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir. İşte, herhalde, cemal ve kemal sahibi bilbedâhe cemal ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini gösteren san'atını sever. Öyleyse, cemal ve kemâline ayna olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemâlini göstereni sever; elbette cemal ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever… Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hatıra getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine ‘Ben senden razı olmuşum’ denilmeli” (Mektubat, 2005, s.511-512) buyurarak Allah’ın sevgi ve muhabbetinin rahmet ve rıza şeklinde olacağını çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.
Mevlânâ’dan sonra Tasavvufun “Allah aşkını” esas alması ile İslam edebiyatında da “Aşk” teması işlenmeye başlamıştır. Divan ve Tasavvuf edebiyatında “aşk” denince “ilâhî aşk” anlatılmak istenmiştir. Fuzulî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kıyl-u kal imiş ancak” mısraı çok meşhur olmuştur. Aşkı esas alan mutasavvıf ve onların yolundan giden ediplere ve şairlere göre züht ve takvanın sonunda “aşka” ulaşılır ve bu mertebeye eren bir sâlik için züht ve takva artık geride kalmıştır. Yunus Emre bu manayı “Ölen hayvan durur âşıklar ölümez” mısraı bunu ifade etmektedir.
Aşk o derece değerlidir ki Fuzulî Kabe’de Allah’a şöyle yalvarır: “Ya Rab! Belây-ı aşk ile kıl âşinâ beni, / Bir dem belây-ı aşktan kılma cüdâ beni” der. Aşkta ifrat sonuçta Yunus Emrenin dediği gibi “Âşık Yunus maşukuna vuslat bulunca mest olur / Ben şişeyi çaldım taşa nâmusu ârı neylerem” diyerek bütün değerlerinden vazgeçmeye götürür.
Aşk uğruna İbrahim Edhem tac-u tahtı terk etmiş, Hallac-ı Mansur ve Nesimî seve seve ölüme koşmuşlardır. Şeyhî’nin “Hâlat-ı aşka gerçi nihayet denilmedi / Dert almak ibtidâdır, can vermek intihâ” mısraları bu durumu veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Divan edebiyatının Yusuf-u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnun, Hüsrev-ü Şirin, Vâmık-u Azra, Ferhad-ü Şirin ve Süheyl-ü Nevbahar gibi mecazî aşkı anlatan eserleri nihayet “ilâhi aşka” ınkılab ederek “Aşk-ı mecaziden aşk-ı hakikiye” dönüşü anlatmak için yazılmışlardır. Bütün bu eserlerde Kur’ân-ı Kerimin “Ahsenu’l-Kasas” olan Yusuf Suresinde konu edilen Yusuf ve Züleyha kıssası örnek alınmaya çalışılmıştır. Bu nevi eserler Türk Edebiyatının son döneminde Nâmık Kemalîn “İntibah” ve Şemseddin Sami’nin “Taaşk-u Talat ve Fitnat” isimli eserlerine kadar uzanmıştır.
Aşk teması edebiyatın dışında Türk Tasavvuf Musikisine geniş bir şekilde yansımıştır. Bilhassa Tekke Musikisinde başta Mevlevi ayinlerinde ilâhî, tevhîş ve irticâlî okunan kasidelerde Allah ve peygamber aşkı yanında pirlere olan sevgi ve muhabbet aşkı işleyen belli başlı formlardır. Mevlânâ’nın “Âh mine’l-aşk ve harârâtihî / Ahraka kalbî bi-harârâtihî / Mâ nazara’l-aynü ilâ gayrühüm / Uksimü billahi ve âyâtihi” kıtası ve Türkçe tercümesi “Âh güzelin aşkına ve hâlâtına / Yandı yürek aşk harârâtına / And içerem gayrı güzel sevmezem / Allah’a ve Allah’ın âyatına” kıtası çok meşhur olmuştur.
Tasavvuftaki bu aşk temasının tasavvufa, edebiyata ve musikiye büyük katkıları olduğu bir gerçektir. Ayrıca aşk temasının “Allah aşkı” şeklinde yansımasının insan psikolojisine ve ruhâni gelişmesine katkısı olmadığı elbette söylenemez. Ancak bunu bir kemal mertebe ve nihayet olmadığı da bir gerçektir.
Ehl-i Tasavvufun muhabbetin ifratı olan “Aşkı” esas almasının Kur’andaki dayanağı Hz. Yakubun (as) Hz. Yusuf’a olan sevgi ve muhabbeti ile Hz. Yusuf ile Züleyha’nın Yusuf Suresinde geçen “Aşk hikayesi”dir. Bu iki hususu açıklığa kavuşturduğumuz zaman Kur’an-ı Kerimde geçen bu sevginin aşk ile ilgileri de kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.
Kalp Allah’ı sevmek için yaratılmıştır. Bu nedenle bir peygamber herhangi bir kadına âşık olmaz. Hz. Yusuf (as) Allah’ı sevdiği için Züleyhâ’ya âşık olmamıştı. Züleyha ise müşrik olduğu için Hz. Yusuf’a âşık olmuştu ve aşkından dolayı pek çok yanlış işlere bulaşmıştı. Hz. Yusuf (as) aşkına cevap vermediği için aşkı intikama dönüşmüştü. Bundan da anlaşılmaktadır ki aşkın sebebi tevhit ve imandaki eksikliktir. Allah’ı sevmek ise Allah’tan korkmak ve emirlerine itaat etmek şeklinde tezahür ister ki “Muhabbetullah” ile ilgili ayet ve hadisler hep bunu telkin etmektedir. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah’ı seviyorsanız Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz” (Âl-i İmran, 3:31) buyurarak Allah’a olan sevginin kul üzerinde tezahürünün peygamberimiz (sav) gibi Allah korkusu, sıdk, emanet, fetanet, ismet ve tebliğ gibi vasıfları başta olmak üzere peygamber ahlakı ile ahlaklanmak ve sünnetini ihya etmeye çalışmak şeklinde olması gerektiği belirtilmiştir.
Nitekim Yusuf (as) Mısır Azizi olduktan sonra babasını ve kardeşlerini yanına getirerek Züleyha ile de evlendikten sonra yüce Allah’a şöyle yalvarmıştır. “Allah’ım Müslüman olarak canımı al ve beni Salih kullarına kat” (Yusuf, 12:101) demiştir. Bu durumu izah eden Bediüzzaman “Ahsenü’l-Kasas” olan Kıssa-i Yusuf’un vermek istediği dersi bu ayetin özetleyerek sunduğunu ifade eder. “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisini Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun… Bu ayet ifade ediyor ki “Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır” (Mektubat, 2005, s.476) ifadeleri ile hakikatin ve aklın gereği olarak dünyanın fani şeylerine değil hakikate ve ahrete yönelmesidir.
Bediüzzaman hazretleri Hz. Yakub’un (as) Hz. Yusuf’a olan sevgi ve muhabbetini “mehâsin-i uhreviyeye ait olduğu için yüksek bir mertebe-i muhabbet ve aşk olarak değerlendiren İmam-ı Rabbani ve diğer mutasavvıflara muhalefet eder ve “Hazret-i Yâkubun (as) Yusuf’a (as) karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek, Kur'ân-ı Hakîmin parlak bir i'câz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm'in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yâkubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûda vesile-i vusul olan aşk ise, Züleyhâ'nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir. Demek Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Hazret-i Yâkub’un (as) hissiyatını ne derece Züleyhâ’nın hissiyatından yüksek göstermişse, şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor” (Mektubat, 2005, s.52-53) buyurarak Hz. Yakub’un (as) Hz. Yusuf’a (as) karşı muhabbetinin aşk ile izah edilemeyeceğini açıklamaktadır.
Sonuç olarak kulların Allah’a olan sevgisi mecazi varlıklara izafe edilen “aşk” şeklinde olması gerçek muhabbet ve sevgi değildir. Gerçekte Allah’ı sevmek “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” gibi insana ait yapması gereken vazifeleri tam olarak yapmaya bağlıdır. Çünkü insan yalnız bir kalpten ibaret değildir. İnsanın akıl, ruhi sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleri ile kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp yalnız kendini kurtarmak için askerlerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır. (Sözler, 2005, s.804)