1- KAVS, Ma'lûm ki yay demektir. KAB de yayın kabzasiyle giriş mehalli olan iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Bu ma'nâ ile ba'zıları burada kalb tarikıyle bir kavsin iki kabı demek olabileceğini söylemişlerdir. Yayın kabzasiyle kirişi arasında da kab denilebildiği söylenmiştir. Mızrak, değnek, arşın, boy, kulaç, adım, karış, parmak uzunluk ölçüsü olarak kullanılmış olduğu gibi kavs de öyle bir uzunluk ölçüsü olarak kullanılmıştır. Hicaz dilinde kavsın zira' ma'nâsına geldiği ve İbni Abbastan burada bu ma'nâya olduğu da söylenmiştir. Buna göre « kabı kavseyn » iki arşın kadar demek gibi olmuş oluyor.
Lâkin burada daha güzel bir yorum nakledilmiştir. Şöyle ki Arablar cahiliyyede bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay çıkarır birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kabini birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlar. Bu onların her birinin rızası diğerinin rızası, kızgınlığı diğerinin de kızgınlığı olup aksi mümkün olmayacak şekilde söz birliği ettiklerini gösteriyordu.
Bu anlamda kab, mikdar ma'nâsına değil, iki kavsin birlik manzarasını gösteren kabza ile giriş arası demek oluyor.
Görülüyor ki bu ma'nâ hem diğerinden daha fazla bir yakınlık tasvir ediyor, hem de ma'nevî bir yakınlığı gösteriyor. Ayetteki “ev” ifadesi hattâ daha yakın ma'nâsına bir yükselişi ifade eder.
Bu manevi yakınlaşmanın kiminle olduğu farklı anlaşılmıştır.
1- Peygamberimiz Hz. Cebrail’e yaklaştı ve ondan vahiy aldı.
2- Peygamberimiz Hz.Allah’a öyle yaklaştı ki, vahyi ondan Cebrail dahil hiçbir vasıta olmadan aldı.
(Kaynak: Hamdi Yazır, Necm Suresinin 9. Ayeti)
Bedüzzaman ise ayette geçen kab-ı kavseyn makamın imkan ile vücup ortası diye tefsir etmektedir. Buna göre peygamberimiz bütün mevcudat ve mahlukat alemlerini geçmiş ve onları arkasına almıştır. Fakat vücup alemi Allah’a ait bir sıfat olduğundan ve Allah vacibul vücut olduğundan o aleme bir mahlukun girmesi mümkün olmamıştır. İşte bu ikisinin ortasına kab-ı kavseyn demektedir. Bu makamda Allah’ı görmüş ve ondan vahiy almıştır.
2- Sidre-i Münteha, son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. "Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun meyvası tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir".
Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidre-i müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür.
1. Sidre-i müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (Muhammed, 47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, "Rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
3. Ebu's-Suud'un da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden" Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."
KUR’AN-I KERİMDE İSRÂ VE Mİ’RAC
Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Miraç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın ( a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur.
Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur.
Bir bütün olarak ele alınması gereken isrâ ve mi’rac mucizesi, biri İsrâ diğeri Necm süresi olmak üzere Kur’an-ı Kerimde iki sürede geçmektedir.
1. İsrâ Süresi: "Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir." ( İsrâ Sûresi, 17:1.)
2. Necm Süresi: O ancak kendisine vahyolunanı söyler. Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir akıl ve dirayete sahip Cebrail öğretti ki, kendisine gerçek suretiyle görünmüştür. O, ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hattâ daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah'ın kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki, onu bir kere daha hakikî suretinde, Sidre-i Müntehâda gördü ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü." ( Necm Sûresi, 53:4-18.)
Yukarıdaki ayetlere baktığımızda, birincide yani Isrâ süresinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram yani Mekkeden Mescid-i Aksa yani Kudüse götürüldüğünü görüyoruz. Bu bölüme İsra denmektedir.
İkinciye yani Necm süresinde ki ayetlere baktığımızda ise Hz.Peygamber (s.a.v)’ın Sidret-ul müntehanın yanında, Cennetül me’vanın yakınında Cebrail Aleyhisselamı bir kez daha gördüğü, hem de yeminle anlatılmaktadır. Bu ise mi’raçtır.
Miraç nasıl oldu?
Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan ( Mekke'den ), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miracını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Mi’raca yükseldi.
Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Miraç hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından bizzat Rasülüllah (s.a.v.) den rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, Buhari, Müslim ve Nesai gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.
Peygamberimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:
''Bir gece, halam ümmü Haninin evinde (bir rivayete göre Kâbede) iken Cebrail (a.s.) geldi. ''Ey muhterem Nebi! yargılayıcı olan Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.'' dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksaya geldik, Cebrail Burakı, bütün Peygamberlerin, hayvanlarını başladıkları bir halkaya başladı. Mescitte diğer Peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, ''Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır.'' dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım. Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince ''yaratılışına uygun olanı seçtin.'' dedi. ''
Ebu Said-i Hudrinin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle devam ettiler:
''Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir. Ölülerin ruhları da bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail beni bu merdivenden HAFAZA kapısına kadar çıkardı. yeni dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada Cebrail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden soruldu:
- Sen kimsin
- Ben Cebrail’im.
- Yanındaki kim
- Muhammet (s.a.v.)
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.
Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semayı muhafaza eden İsmail isminde müvekkel büyük bir melek yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.
''Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, ''ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!'' diyor; kâfir ruhu ise, ''ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın'' diyor.''
'Ya Cebrail, bu kimdir' diye sorduğunda ''Baban Âdemdir.'' diye cevap verdi. O, bana selâm verdi ve 'hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlât'' diye karşıladı.''
''Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca Cebrail, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zinakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun hanedanının ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm.''
''Sonra ikinci semaya çıktık. Orada Yusuf (a.s) ile buluştuk. Yanında ümmetinden kendisine tabi olanlar da vardı. Yüzü ayın on dördü gibiydi. Onunla da selâmlaştık.''
Peygamber Efendimiz, üçüncü semada iki teyze zade Yahya ve İsa (a.s.) ile; dördüncü semada idris (a.s) ile, beşinci semada Harun (a.s) ile ve altıncı semada Hz. Musa (a.s.) ile görüştü. Onların da hepsi ''Hoş geldin ey salih kardeş, salih nebi'' dediler.
Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:
''Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbrahim (a.s) ile buluştum. Sırtını Beytü'l Mamura dayamış; beni selâmladı. ''Hoş geldin ey salih nebi!.. Hoş geldin ey salih evlât'' dedi. Burada bana denildi ki, ''işte senin ve ümmetinin mekânı.'' Sonra Beytü'l Mamura girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin melek tavaf eder ve bir daha kıyamete kadar tavaf için bunlara sıra gelmez.''
Peygamber Efendimiz, burayı anlatırken şu âyet-i kerimeyi okudular:
''Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir.'' (el - Müddesir/31)
Peygamberimiz yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:
''Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir memba akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrail'e bunu sorduğumda dedi ki: 'şu rahmet nehri, şu da Allah (c.c)'ın sana verdiği Kevser Havzıdır.' Rahmet nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser yolunu tutarak Cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm.
''Bundan sonra Sidretü'l Münteha'ya kadar çıktık. Sidre'den yükselince Cebrail durakladı ve 'Ya Muhammet, yemin ederim ki, ben buradan bir karış ileri geçersem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye takatim yoktur.' dedi.''
Resul-ü Ekrem, lâhut aleminin bu en yüksek yerinde Refref denilen bir vasıta ile Allah'ın dilediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle buyururlar:
''Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, nede cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim; 'Yaklaş ey Muhammet! Ben de Kâb-ı Kavseyn miktarı yaklaştım.
Rabbimin ilhamı ile şunları okudum: 'Ettehiyyatü lillâhi, vessalâvatü, vettayibatü' Bunun üzerine Allah (c.c) şu mukabelede bulundu: ''Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi veberekâtühü'' (Ey Nebi, selâm sana olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana olsun. Ben tekrar; 'Esselâmü aleyna ve alâ ibadillâhissalihin (Selâm bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun) dedim. Sonra bu hadiseye baştan beri şahit olan Cebrail ( a.s) eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü' Ben şahadet ederim ki, Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammet, Allah'ın kulu ve elçisidir.) dedi.''
Rasülüllah Efendimiz, Rabbinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Hz. Musa ( a.s)’ nın yanına gelince; Hz. Musa, ''Allah sana neler emretti'' diye sordu. Peygamberimiz de elli vakit namazla emr olunduğunu söyledi. Hz. Musa, ''Ya Rasûlâllah, elli vakit namaz çoktur. Bu, senin ümmetine fazla gelir, yapamazlar. Rabbine iltica et de hafifletsin.'' dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammet (s.a.v) tekrar geri dönüp namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz Hz. Musa ( a.s) nın yanına gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz birkaç kere geri dönerek Rabbine iltica etti. Böylece; namaz beş vakte kadar indirildi.
Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.
Selam ve dua ile...
Lâkin burada daha güzel bir yorum nakledilmiştir. Şöyle ki Arablar cahiliyyede bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay çıkarır birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kabini birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlar. Bu onların her birinin rızası diğerinin rızası, kızgınlığı diğerinin de kızgınlığı olup aksi mümkün olmayacak şekilde söz birliği ettiklerini gösteriyordu.
Bu anlamda kab, mikdar ma'nâsına değil, iki kavsin birlik manzarasını gösteren kabza ile giriş arası demek oluyor.
Görülüyor ki bu ma'nâ hem diğerinden daha fazla bir yakınlık tasvir ediyor, hem de ma'nevî bir yakınlığı gösteriyor. Ayetteki “ev” ifadesi hattâ daha yakın ma'nâsına bir yükselişi ifade eder.
Bu manevi yakınlaşmanın kiminle olduğu farklı anlaşılmıştır.
1- Peygamberimiz Hz. Cebrail’e yaklaştı ve ondan vahiy aldı.
2- Peygamberimiz Hz.Allah’a öyle yaklaştı ki, vahyi ondan Cebrail dahil hiçbir vasıta olmadan aldı.
(Kaynak: Hamdi Yazır, Necm Suresinin 9. Ayeti)
Bedüzzaman ise ayette geçen kab-ı kavseyn makamın imkan ile vücup ortası diye tefsir etmektedir. Buna göre peygamberimiz bütün mevcudat ve mahlukat alemlerini geçmiş ve onları arkasına almıştır. Fakat vücup alemi Allah’a ait bir sıfat olduğundan ve Allah vacibul vücut olduğundan o aleme bir mahlukun girmesi mümkün olmamıştır. İşte bu ikisinin ortasına kab-ı kavseyn demektedir. Bu makamda Allah’ı görmüş ve ondan vahiy almıştır.
2- Sidre-i Münteha, son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. "Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun meyvası tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir".
Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidre-i müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür.
1. Sidre-i müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (Muhammed, 47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, "Rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
3. Ebu's-Suud'un da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden" Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."
KUR’AN-I KERİMDE İSRÂ VE Mİ’RAC
Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Miraç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın ( a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur.
Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur.
Bir bütün olarak ele alınması gereken isrâ ve mi’rac mucizesi, biri İsrâ diğeri Necm süresi olmak üzere Kur’an-ı Kerimde iki sürede geçmektedir.
1. İsrâ Süresi: "Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir." ( İsrâ Sûresi, 17:1.)
2. Necm Süresi: O ancak kendisine vahyolunanı söyler. Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir akıl ve dirayete sahip Cebrail öğretti ki, kendisine gerçek suretiyle görünmüştür. O, ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hattâ daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah'ın kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki, onu bir kere daha hakikî suretinde, Sidre-i Müntehâda gördü ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü." ( Necm Sûresi, 53:4-18.)
Yukarıdaki ayetlere baktığımızda, birincide yani Isrâ süresinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram yani Mekkeden Mescid-i Aksa yani Kudüse götürüldüğünü görüyoruz. Bu bölüme İsra denmektedir.
İkinciye yani Necm süresinde ki ayetlere baktığımızda ise Hz.Peygamber (s.a.v)’ın Sidret-ul müntehanın yanında, Cennetül me’vanın yakınında Cebrail Aleyhisselamı bir kez daha gördüğü, hem de yeminle anlatılmaktadır. Bu ise mi’raçtır.
Miraç nasıl oldu?
Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan ( Mekke'den ), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miracını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Mi’raca yükseldi.
Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Miraç hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından bizzat Rasülüllah (s.a.v.) den rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, Buhari, Müslim ve Nesai gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.
Peygamberimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:
''Bir gece, halam ümmü Haninin evinde (bir rivayete göre Kâbede) iken Cebrail (a.s.) geldi. ''Ey muhterem Nebi! yargılayıcı olan Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.'' dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksaya geldik, Cebrail Burakı, bütün Peygamberlerin, hayvanlarını başladıkları bir halkaya başladı. Mescitte diğer Peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, ''Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır.'' dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım. Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince ''yaratılışına uygun olanı seçtin.'' dedi. ''
Ebu Said-i Hudrinin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle devam ettiler:
''Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir. Ölülerin ruhları da bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail beni bu merdivenden HAFAZA kapısına kadar çıkardı. yeni dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada Cebrail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden soruldu:
- Sen kimsin
- Ben Cebrail’im.
- Yanındaki kim
- Muhammet (s.a.v.)
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.
Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semayı muhafaza eden İsmail isminde müvekkel büyük bir melek yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.
''Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, ''ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!'' diyor; kâfir ruhu ise, ''ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın'' diyor.''
'Ya Cebrail, bu kimdir' diye sorduğunda ''Baban Âdemdir.'' diye cevap verdi. O, bana selâm verdi ve 'hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlât'' diye karşıladı.''
''Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca Cebrail, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zinakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun hanedanının ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm.''
''Sonra ikinci semaya çıktık. Orada Yusuf (a.s) ile buluştuk. Yanında ümmetinden kendisine tabi olanlar da vardı. Yüzü ayın on dördü gibiydi. Onunla da selâmlaştık.''
Peygamber Efendimiz, üçüncü semada iki teyze zade Yahya ve İsa (a.s.) ile; dördüncü semada idris (a.s) ile, beşinci semada Harun (a.s) ile ve altıncı semada Hz. Musa (a.s.) ile görüştü. Onların da hepsi ''Hoş geldin ey salih kardeş, salih nebi'' dediler.
Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:
''Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbrahim (a.s) ile buluştum. Sırtını Beytü'l Mamura dayamış; beni selâmladı. ''Hoş geldin ey salih nebi!.. Hoş geldin ey salih evlât'' dedi. Burada bana denildi ki, ''işte senin ve ümmetinin mekânı.'' Sonra Beytü'l Mamura girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin melek tavaf eder ve bir daha kıyamete kadar tavaf için bunlara sıra gelmez.''
Peygamber Efendimiz, burayı anlatırken şu âyet-i kerimeyi okudular:
''Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir.'' (el - Müddesir/31)
Peygamberimiz yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:
''Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir memba akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrail'e bunu sorduğumda dedi ki: 'şu rahmet nehri, şu da Allah (c.c)'ın sana verdiği Kevser Havzıdır.' Rahmet nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser yolunu tutarak Cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm.
''Bundan sonra Sidretü'l Münteha'ya kadar çıktık. Sidre'den yükselince Cebrail durakladı ve 'Ya Muhammet, yemin ederim ki, ben buradan bir karış ileri geçersem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye takatim yoktur.' dedi.''
Resul-ü Ekrem, lâhut aleminin bu en yüksek yerinde Refref denilen bir vasıta ile Allah'ın dilediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle buyururlar:
''Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, nede cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim; 'Yaklaş ey Muhammet! Ben de Kâb-ı Kavseyn miktarı yaklaştım.
Rabbimin ilhamı ile şunları okudum: 'Ettehiyyatü lillâhi, vessalâvatü, vettayibatü' Bunun üzerine Allah (c.c) şu mukabelede bulundu: ''Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi veberekâtühü'' (Ey Nebi, selâm sana olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana olsun. Ben tekrar; 'Esselâmü aleyna ve alâ ibadillâhissalihin (Selâm bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun) dedim. Sonra bu hadiseye baştan beri şahit olan Cebrail ( a.s) eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü' Ben şahadet ederim ki, Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammet, Allah'ın kulu ve elçisidir.) dedi.''
Rasülüllah Efendimiz, Rabbinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Hz. Musa ( a.s)’ nın yanına gelince; Hz. Musa, ''Allah sana neler emretti'' diye sordu. Peygamberimiz de elli vakit namazla emr olunduğunu söyledi. Hz. Musa, ''Ya Rasûlâllah, elli vakit namaz çoktur. Bu, senin ümmetine fazla gelir, yapamazlar. Rabbine iltica et de hafifletsin.'' dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammet (s.a.v) tekrar geri dönüp namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz Hz. Musa ( a.s) nın yanına gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz birkaç kere geri dönerek Rabbine iltica etti. Böylece; namaz beş vakte kadar indirildi.
Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.
Selam ve dua ile...