İSTİKÂMET
Doğruluk demek olan istikâmet; ehl-i hakîkatça, itikatta, amelde, yemede, içmede, hâlde, sözde ve bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, (Fussîlet, 41/30) âyeti de, işte bu, Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve birliğini tasdik edip, iman, amel ve muâmelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.
İstikâmet, tabiat mertebesinde mükellefiyetleri edâya, benlik mertebesinde hakîkat-ı şeriata, ruh mertebesinde marifete, sır mertebesinde de ruh-i şeriata riâyetle yaşanır ve temsil edilir. Bu mertebeleri bihakkın görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından, en büyük ruh ve mâ’nâ insanının: “Hûd suresi ve benzerleri iflahımı kesip beni yaşlandırdı” sözü ki†- “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı- ne mânidardır!
Zâten O’nun, duygu, düşünce ve davranışları da hep istikâmet edâlı değil miydi.? Ve huzur-u ruhefzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahâbiye: “ -Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” diyerek, iki cümlelik “cevâmiu’l-kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları ihtiva eden istikâmeti hatırlatmıyor muydu?
Hâlinde istikâmet olmayan hak yolcusunun; bütün sa’y u gayreti boşa gideceği gibi heder ettiği zamanından ötürü de her zaman sorgulanması söz konusu olabilir. Yolun başında, neticeye ulaşmak için istikâmet şart ve bir yol azığıdır; sulûkün nihâyetinde ise, Hakkı bilmenin bedeli ve Hakk marifetine ermenin şükrüdür ve bir vâcibtir. İşin başında zikzakların yaşanmaması, yol esnâsında ferdin kendini murâkabesi, nihâyette de yabancı düşünce ve davranışlara bütün bütün kapanması istikâmetin önemli alâmetlerindendir..
"-İstikâmet erlerinden birini bilirim ki, hidâyet köyünün başını tutmuş durur. Bu hüviyet nurlarına canını ısmarlamış ve tabiat kirlerinden pâk olarak ölmüştür” diyen hak dostu ne hoş söyler!
Kul, istikâmetin tâlibi olmalı, keşf u kerâmetin değil; zîrâ istikâmeti isteyen Allah, harikulâdelere dilbeste olan da kuldur. Gönül kaptırdıklarımız mı, yoksa Allah’ın istedikleri mi..?
Bâyezid-i Bistâmî’ye: “Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor” dediklerinde, Hazret: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor.. sinekler, kuşlar da havada uçuyor.. görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhar iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikâmete ve onların da sünnete uygunluğuna bakınız!” buyurur. Ve bize, hârikalar atmosferinde pervâz etmeyi değil, istikâmeti ve kulluk zemîninde yüzü yerde olmayı salıklar..
İstikâmet, Hakk’a kurbet yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil “takvim” dir ki; Hakk yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî kısımlarında temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası hâline getirerek bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil “ikâmet” ve “sükûn” dur ki; sâlik âlem-i emre âit mesâvî -ki riyâ, süm’a, ucub gibi kullukla te’lifi imkânsız yaramaz şeylerdir- bunlardan uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şâibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, “istikâmet” dir ki, bu makam seyyâha sır kapılarının aralandığı makamdır ve ilâhî vâridâtın kerâmet ve ikram ünvânıyla indiği kutub noktadır. Bu ma’nâdaki istikâmet ehl-i hak arasında bilinegeldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, “Yedullah” kuşağında “Kadem-i Sıdk” üzere yaşamaktır ve ilâhî eltâfın sağnak sağnak olduğu bir hârikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz.. burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki “ ” (Cin, 72/16) beyânı da bu temâdi ve ölümsüzlüğü ifade etmektedir. Zîra, âyette ò”Ó‚ÓÍÚÊÓ«å yerine ò«Ó”Ú‚ÓÍÚÊÓ«å buyurulması bu gerçeğe parmak bastığı gibi, òÂÓ«¡Î†/ӜӂΫå nın bol su ma’nâsına gelmesi ve ò«ğ”Ú Ó‚Ó«ÂÔË«å daki ò”å in de talebi tazammun etmesi, burada şu husûsu hatırlatmaktadır: Siz tevhid üzere taleb-i ikâmet, Allah ve Resûlüyle aranızdaki ahitlere riayet ve ilâhî hudutları da koruyup-kolladığınız sürece suyu kesilmez bu çeşme hep akacaktır.
Efendimiz de, bu husûsa temas buyururken: “Kulun kalbi müstakim olmadıkça îmânı müstakim olamaz, lisânı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz” ferman ederler. Bir başka beyanlarında ise: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisâna karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîra sen müstakim olursan biz de müstakîm oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler” diye önemli bir mevzûu ihtarda bulunur.
Son olarak bir can alıcı hatırlatmayı da Es’ad Muhlis Paşa’dan dinleyelim:
“İstikâmette gerektir reviş-i sıdk u sebat
Kademin merkeze koy devrede perkârın ucu.
Doğruluk demek olan istikâmet; ehl-i hakîkatça, itikatta, amelde, yemede, içmede, hâlde, sözde ve bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, (Fussîlet, 41/30) âyeti de, işte bu, Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve birliğini tasdik edip, iman, amel ve muâmelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.
İstikâmet, tabiat mertebesinde mükellefiyetleri edâya, benlik mertebesinde hakîkat-ı şeriata, ruh mertebesinde marifete, sır mertebesinde de ruh-i şeriata riâyetle yaşanır ve temsil edilir. Bu mertebeleri bihakkın görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından, en büyük ruh ve mâ’nâ insanının: “Hûd suresi ve benzerleri iflahımı kesip beni yaşlandırdı” sözü ki†- “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı- ne mânidardır!
Zâten O’nun, duygu, düşünce ve davranışları da hep istikâmet edâlı değil miydi.? Ve huzur-u ruhefzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahâbiye: “ -Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” diyerek, iki cümlelik “cevâmiu’l-kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları ihtiva eden istikâmeti hatırlatmıyor muydu?
Hâlinde istikâmet olmayan hak yolcusunun; bütün sa’y u gayreti boşa gideceği gibi heder ettiği zamanından ötürü de her zaman sorgulanması söz konusu olabilir. Yolun başında, neticeye ulaşmak için istikâmet şart ve bir yol azığıdır; sulûkün nihâyetinde ise, Hakkı bilmenin bedeli ve Hakk marifetine ermenin şükrüdür ve bir vâcibtir. İşin başında zikzakların yaşanmaması, yol esnâsında ferdin kendini murâkabesi, nihâyette de yabancı düşünce ve davranışlara bütün bütün kapanması istikâmetin önemli alâmetlerindendir..
"-İstikâmet erlerinden birini bilirim ki, hidâyet köyünün başını tutmuş durur. Bu hüviyet nurlarına canını ısmarlamış ve tabiat kirlerinden pâk olarak ölmüştür” diyen hak dostu ne hoş söyler!
Kul, istikâmetin tâlibi olmalı, keşf u kerâmetin değil; zîrâ istikâmeti isteyen Allah, harikulâdelere dilbeste olan da kuldur. Gönül kaptırdıklarımız mı, yoksa Allah’ın istedikleri mi..?
Bâyezid-i Bistâmî’ye: “Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor” dediklerinde, Hazret: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor.. sinekler, kuşlar da havada uçuyor.. görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhar iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikâmete ve onların da sünnete uygunluğuna bakınız!” buyurur. Ve bize, hârikalar atmosferinde pervâz etmeyi değil, istikâmeti ve kulluk zemîninde yüzü yerde olmayı salıklar..
İstikâmet, Hakk’a kurbet yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil “takvim” dir ki; Hakk yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî kısımlarında temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası hâline getirerek bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil “ikâmet” ve “sükûn” dur ki; sâlik âlem-i emre âit mesâvî -ki riyâ, süm’a, ucub gibi kullukla te’lifi imkânsız yaramaz şeylerdir- bunlardan uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şâibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, “istikâmet” dir ki, bu makam seyyâha sır kapılarının aralandığı makamdır ve ilâhî vâridâtın kerâmet ve ikram ünvânıyla indiği kutub noktadır. Bu ma’nâdaki istikâmet ehl-i hak arasında bilinegeldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, “Yedullah” kuşağında “Kadem-i Sıdk” üzere yaşamaktır ve ilâhî eltâfın sağnak sağnak olduğu bir hârikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz.. burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki “ ” (Cin, 72/16) beyânı da bu temâdi ve ölümsüzlüğü ifade etmektedir. Zîra, âyette ò”Ó‚ÓÍÚÊÓ«å yerine ò«Ó”Ú‚ÓÍÚÊÓ«å buyurulması bu gerçeğe parmak bastığı gibi, òÂÓ«¡Î†/ӜӂΫå nın bol su ma’nâsına gelmesi ve ò«ğ”Ú Ó‚Ó«ÂÔË«å daki ò”å in de talebi tazammun etmesi, burada şu husûsu hatırlatmaktadır: Siz tevhid üzere taleb-i ikâmet, Allah ve Resûlüyle aranızdaki ahitlere riayet ve ilâhî hudutları da koruyup-kolladığınız sürece suyu kesilmez bu çeşme hep akacaktır.
Efendimiz de, bu husûsa temas buyururken: “Kulun kalbi müstakim olmadıkça îmânı müstakim olamaz, lisânı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz” ferman ederler. Bir başka beyanlarında ise: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisâna karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîra sen müstakim olursan biz de müstakîm oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler” diye önemli bir mevzûu ihtarda bulunur.
Son olarak bir can alıcı hatırlatmayı da Es’ad Muhlis Paşa’dan dinleyelim:
“İstikâmette gerektir reviş-i sıdk u sebat
Kademin merkeze koy devrede perkârın ucu.