isrâ ve mîrac mucizesi

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
İSRÂ VE MÎRAC MUCİZESİ

Hicret'ten bir buçuk sene önce, Receb ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ* ve Mîrac** mucizesi vuku buldu. Şöyle ki:

Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûli Zîşan Efendimizi Mescidi Haram'dan ** alıp Burak'la Mescidi Aksâ'ya*** götürdü. Oradan da, gökyüzündeki hârika icraat ve Cenâbı Hakk'ın kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semâvâta çıkartıldı. Semâ tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Habibi Hûda Efendimiz, sonra da Sidrei Münteha makamına götürüldü. Oradan da "imkân ve vücub ortasında da Kabı Kavseyn'le işaret olunan" makama çıktı. Kendilerine birçok acîb ve garib şeyler temâşâ ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde, mekândan münezzeh olan Cenâbı Hakk'ın bizzat

İsrâ:
Gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.

Mîrac:
"Yükseğe çıkmak" mânâsına olan "uruç"tan alınmış isimdir ve "merdiven" demektir. Bu itibarla Mîrac, Resûli Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vasıtası demek oluyor. Mîracı anlatan hadîslerde Peygamber Efendimizn "Urîce bi [Yükseğe çıkarıldım]." tâbiri sebebiyle bu mucize "Mîrac" adıyla anılmıştır.

Mescidi Haram:
Mekke Mescididir ki, Kâbei Muazzama'nın etrafında ve Kabe'yi içine alan bugünkü tavaf sahasıdır. Bu mübarek sahaya "Haremi Şerif de denilir. "Harem" denilmesi, bu sahaya hürmet göstermenin vâcib olması sebebiyledir.

Mescidi Aksa:
Kudüs Mescididir. Diğer bir adı "Beyti Makdis'tir. Yeryüzünde ilk defa Kabe, ondan sonra Mescidi Aksa bina kılınmıştır. Mescidi Haram'dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.

kelâmını işitti ve Cemâli Pâkini müşahede etti. Aynı gece hânei saadetine geldi.

Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün zâtıyla ilgili bu mucizesini Kur'ânı Azîmüşşanında bize şöyle haber verir:

"Kulunu (Muhammed'i [s.a.v.]) bir gece Mescidi Haram'dan (alıp) Mescidi Aksâ'ya kadar götüren (Allah Teâlâ her türlü noksanlıktan) münezzehtir. (O Mescidi Aksa ki) Biz onun etrafına (feyz) ve bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden hârikalardan) bazılarını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (asıl) O, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir."
352

Bu âyeti kerîme aynı zamanda İsrâ ve Mîrac mucizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûli Kibriya Efendimize, Cenâbı Hakk'm kudretine delâlet eden hârikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, "Sözler" isimli eserinin Mîrac mucizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûli Kibriya Efendimize, Cenâbı Hakk'ın kudretine delâlet eden hârikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, "Sözler" isimli eserinin Mîracı Nebevîyeye dair kısmında, "Mîrac meselesi, erkânı îmaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkânı îmaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkânı îmaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miraçtan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor." dedikten sonra "Hikmeti Mîrac nedir?" sualine de şu cevabı vererek, bu büyük hâdisenin hikmetlerini şöylece izah eder:


"Miracın hikmeti o kadar yüksektir ki fikri beşer ulaşamıyor, o kadar derindir ki ona yetişemiyor, o kadar incedir ve lâtiftir ki akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat, bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:

"Şu Kâinatın Halikı, şu kesret tabakatında nuru Vahdetini ve tecellîi Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebdei vahdete bir haytı ittisal suretinde bir mîracla bir ferdi mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, Kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makasıdı İlâhîyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyinei mahlûkatında cemâli san'atını, kemâli Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem sânii âlemin, âsârın şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbubu lizatihîdirler, yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurun içinde câmiiyyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî, kemâlâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir. İşte, sânii mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecellîi muhabbetin bütün envaını, bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün envaı cemâlini, Ehadiyyet sırrıyla göstermek için şecerei hilkatten bir meyvei münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaikı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebdei evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadr bir haytı ittisal hükmünde olan bir mîracla, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yeti cemâline müşerref etmek ve ondaki hâleti kutsîyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermaniyla tavzif etmektir.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
"Şimdi şu hikmeti âliyyeye bakmak için 'iki temsil' dürbünüyle tarassud edeceğiz.

"Birinci temsil:

"Nasıl ki bir sultanı zîşanın, pek çok hazinesi ve o hazinelerde pek çok cevahirin envai bulunsa, hem sanayii garibede çok mehareti olsa ve hesapsız fünunu acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûmu bediaya, ilim ve ıttılai olsa... her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultanı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâli manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazarı dekaikâşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazaryla baksın. Ve şu hikmete binâen elbette, cesim, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatiyle süslendirip, kendi desti san'atının en güzel, en lâtif san'atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsârı mûcizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra, nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafeti âmme ihzar eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yâveri ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acîb san'atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ dairei hususîyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının mâdeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemâlâtmı ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşiyle, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarını işaretlerini öğretip,—derunundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?—o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultanı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

"Aynen öyle de, Ezel, Ebed Sultanı olan Sânii Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, her bir mevcut, pek çok dillerle O'nun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâi Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve her bir unvanı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitabı kâinatı, zamanı Âdem'den beri mütalâa ediyor. Hâlbuki o kitap, esma ve kemâlâtı İlâhîyyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşri mi'şarını daha okuyamamış. İşte, şöyle bir sarayı âlemi, kendi kemâlât ve Cemâli manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîli Zülcemâl, Cemîli Zülcelâl, Sanii ZülkemâPin hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlemi arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menbalarını ve netaicinin mahzenleri olan avalimi ulvîyyede birisini gezirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurbu huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına, bir muallim ve saltanatı Rububiyyetine bir dellâl ve marziyyatı İlâhîyyesine bir mübelliğ ve sarayı alemindeki âyâtı tekviniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeyle tavzif etsin. Mûcizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur'ân gibi bir fermanla o şahsı, Zâtı ZülcelâPin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

"İşte, miracın pek çok hikmetinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune olarak gösterdik. Şâirlerini kıyas edebilirsin.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
"İkinci Temsil:

"Nasıl ki bir zâtı zîfünun, mûciznüma bir kitabı telif edip yazsa... öyle bir kitap ki her sahifesinde 100 kitap kadar hakaik, her satırında 100 sahife kadar lâtif mânâlar, her bir kelimesinde 100 satır kadar hakikatler, her harfinde 100 kelime kadar mânâlar bulunsa, bütün o kitabın maanî ve hakaikları, o kâtibi mûciznümanın kemâlâtı mânevîyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Her hâlde o kitabı, bazılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, mânâsız kalıp beyhude olmasın. Onun gizli kemâlâtı zahir olup kemâlini bulsun ve cemâli manevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meanisiyle, hakaikryla ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

"Aynen öyle de, Nakkaşı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakaikı esmasını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esma ve sıfatını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusu böyle her bir harfi, binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en ârnm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikım ders vermek için, gayet yüske bir seyrü sülük ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakatı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor. İşte, şu temsille mîracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin."353

353 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 536539/
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
PEYGAMBERİMİZİN DİLİNDEN İSRÂ VE MÎRAC MUCİZESİ

İsrâ ve Mîrac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekuta dair sırlarla dolu Resûli Kibriya Efendimizin muazzam bir mucizesi olduğundan, müteaddit tariklerle güzide sahabîler tarafından Peygamberimizden nakledilmiştir. Bu güzide sahabîlerin rivayetlerine göre, Resûli Kibriya Efendimiz, bir gece Kâbeİ Muazzama' nın Hatim kısmında yatarken, Hz. Cebrail gelip göğsünü yardı ve kalbini Zemzem suyuyla yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski hâline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habibi Kibriya Efendimiz, ona bindirildi. Cibril'in (a.s.) refakatinde yol aldılar. Burak, adımını, gözünün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu! Resûli Ekrem Efendimiz, Cibril'le (a.s.) birlikte Beyti Makdis'e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Orada, onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.

Resûli Ekrem Efendimizin, Mescidi Aksâ'da bütün peygamberlere imam olarak onlara namaz kıldırması demek, onların şeriatlarının asıllarına vârisi mutlak olduğunu göstermesi demekti.354

Sunulan Üç Bardak


Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında, "Eğer suyu alırsa, kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanaatkar olur. Şerbeti alırsa, kendisi de ümmeti de mahrumiyete duçar olur. Şayet sütü alırsa, kendisi de ümmeti de doğruyu bulur!" diye bir ses işitti.

Resûli Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrail, "Yâ Muhammedi.." dedi, "Sen, fıtrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de, ümmetin de doğru yola iletildiniz."355

Semâvâta Yükseline ve Peygamberlerle Görüşme


Beytû'lMakdis'te yüksek makamlara çıkmak için mîrac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrail'le (a.s.) birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler. Nihayet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrail, gök kapısını çaldı:

"Kim o?.." denildi.

"Cibril'im!"

"Yanındaki kim?" diye soruldu.

"Muhammed.." dedi.

"Ona gelsin diye haber gönderildi mi?" denildi.

Cebrail (a.s.), "Evet, gönderildi." dedi.

Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.

Resûli Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında birtakım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûli Ekrem Efendimize, "Hoş geldin, safa geldin, sâlih peygamber, sâlih oğul!.." dedi.

Peygamber Efendimiz, Cebrail'e, "Bu kim?" diye sordu.

Hz. Cebrail, "Bu, senin baban Adem'dir. Şu sağındaki solundaki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler Cennetlik, solundakiler Cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca da ağlar!"356 cevabını verdi.

Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûli Kibriya Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsa ile (a.s.) karşılaştı.

Hz. Cebrail, "Bu gördüklerin, Yahya ile İsa'dır. Onlara selâm ver." dedi.

Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize, "Hoş geldin, safa geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş." dediler.

Bundan sonra Resûli Kibriya Efendimiz, Cebrail'le birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Harun, altıncı katta Hz. Musa ve yedinci katta da Hz. İbrahim'le (a.s.) görüştü. Onların hepsi de kendisine "hoş geldin"de bulundular ve miracını tebrik ettiler.

Sidrei Münteha 'da


Cebrail (a.s.), yedinci kat semâdan Resûli Ekrem Efendimizi alıp yüseklere çıkardı. Daha sonra Habibi Kibriya'nın karşısına Sidrei Münteha sahası açıldı.

Cebrail, "İşte, bu, Sidrei Münteha'dır. Ben, buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım." dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.

Resûli Ekrem Efendimiz, Sidrei Münteha'dan dört nehrin aktığını gördü.

Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrail'i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke'nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.

Resüli Kibriya Efendimiz, daha sonra, yanında Cebrail olmadığı hâlde, "imkân ve vücub ortasında Kabı Kavseyn'le işaret olunan" makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zâtı Zülcelâl'in sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.

Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o ânı şöyle tasvir eder:

Söyleşirken Cebrail ile kelâm Geldi Refref önüne virdi selâm.

Aldı ol şahı cihanı ol zaman Sidre 'den götürdü vü gitdi heman

Bir feza oldu o demde runüma Ne mekân var anda, ne arzü sema

Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal Aklüfikr etmez o hâlifehmü hâl

Ref olup ol şaha yetmiş bin hicab Nurı tevhid açdı vechinde nikab

Her birisinden geçerken ilerü

Emr olurdı "Yâ Muhammed gel berü'

Çün kamusını görüp geçti öte Vardı irişdi ol ulu Hazrete

Şeş cihetten ol münezzeh Zülcelâl Bîkemü keyfana gösterdi cemâl

Zâten ol sultanı ma zağa 'lbasar Eylemişti Hakk 'a tahsîsi nazar

"Sultanı ma zağa'lbasar," "gözü gördüğünden şaşmayan sultan" demek. Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü, Kur'ânı Kerîm aynı hakikati ifade ediyor: "Peygamber'in gözü gördüğünden şaşmadı ve onu aşmadı." (Necm, 17).

Aşikâre gördü Rabbû 'lizzeti Âhirette öyle görür ümmeti

Bîhurufü lâfü savt ol padişah Mustafa 'ya söyledi bîiştibah
.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
BEŞ VAKİT NAMAZIN FARZ KILINIŞI

Resûli Ekrem Efendimiz, Mîrac gecesinde birçok İlâhî tecellîye, hitab ve iltifata mazhar kılındı. Erkânı îmaniyenin hakikatlerini gözle gördü; melâikeyi, Cennet'i, âhireti, hattâ Zâtı ZülcelâPi müşahede etti.

Ayrıca, bu gece, her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi. Şöyle ki:

Cenâbı Hakk, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı.

Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musa'ya uğrayınca, o, "Allah Teâlâ, ümmetine neyi farz kıldı?" diye sordu.

Peygamber Efendimiz, "Elli vakit namazı farz kıldı." dedi.

Bunun üzerine Hz. Musa, "Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Ümmetin buna takat getiremez." dedi.

Resûli Ekrem, dönüp Cenâbı Hakk'a yalvardı. Allah Teâlâ, 10 vakit namazı indirdi.

Resûli Ekrem, yine Hz. Musa'nın yanına döndü ve, "Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi." dedi.

Hz. Musa, "Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez." dedi.

Resûli Ekrem Efendimiz, yine Cenâbı Hakk'a döndü ve niyazda bulundu. Allah Teâlâ 10 vakit daha indirdi.

Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Musa'nın yanına geldi ve, "Allah, 10 vakit daha indirdi." dedi.

Hz. Musa yine, "Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez." dedi.

Hz. Resûlullah, yine döndü ve Yüce Allah'a niyazda bulundu. Cenâbı Hakk, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâbı Hakk'a niyazda bulundu.

On vakte indirilince, Resûli Kibriya Efendimiz, tekrar Hz.Mûsa'ya uğradı. Hz. Musa yine söylediklerini tekrarladı; "Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez." dedi.

Resûli Kibriya yine dönüp Yüce Mevlâsına niyazda bulundu.

Cenâbı Hakk, "Yâ Muhammedi.. Benim katımda hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için de 10 ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder." Buyurdu.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Musa'ya uğradı.

Hz. Musa sordu: "Ne emrolundun?"

Peygamberimiz, "Her gün beş vakit namazla emrolundum." dedi.

Hz. Musa, "Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrail Oğullarını çok tecrübe ettim; bilirim. Sen, dön de, biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et." dedi.

Fakat Resûli Ekrem Efendimiz, "Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya haya ederim."357 dedi.

357 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 50; Buharı, Sahih, c. 2, s. 328; Müslim, Sahih, c. 1,s. 101.

Böylece, beş vakit namaz farz kılındı ve Resûli Kibriya Efendimiz tarafından Mîrac gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
PEYGAMBERİMİZİN, İSRÂ VE MÎRAC MUCİZESİNİ MÜŞRİKLERE AÇIKLAMASI

"İmkân ve vücub ortasında Kabı Kavseyn'le işaret olunan makama" giren ve mekândan münezzeh olan Cenâbı Hakk'ın kelâmına ve rü'yetine mazhar olan Resûlİ Kibriya Efendimiz, aynı gece Hânei Saadetine geldi.

Sabahleyin miracını ve o ulvî seyahat esnasında gördüklerini Kureyş'e haber verip anlatmak istedi. Ancak, amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümmühanî, ridâsına yapışarak, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Sakın bunu halka anlatma; seni yalanlarlar ve seni üzerler!" dedi.

Fakat Resûli Kibriya Efendimiz, "Vallahi ben onu anlatacağım!" dedi ve halkın yanına varıp miracını haber verdi.

Kureyşliler şaşırdılar; "Yâ Muhammedi.. Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha şimdiye kadar işitmedik." dediler.

Resûli Ekrem Efendimiz, "Delili şudur ki, filân oğulların devesine filân vadide, filân yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar, arıyorlardı. Onları develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam'a yöneldim.

"Sonra dönüşümde Dabhanan'a geldiğimde, filân oğulların kafilesine rastladım; halkı uyuyordu. Onlara âit, üstü örtülü su kabının örtüsünü açıp, içindeki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm!

"Başka bir delilim de şudur: "Sizlere âit bir kafileye Ten'im yokuşunda rastladım. Önde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde birisi siyah, öbürü alaca renkli iki çuval bulunuyordu."358 dedi.

Halk merak içinde ve sür'atle Seniyye mevkiine çıktı.

Bir müddet sonra kafile çıkageldi. Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi, önünde karamtırak deve vardı. Gelen diğer kafileye su dolu kaplarını sordular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su kabına baktılar; üzeri kendilerinin örttüğü gibi örtülüydü, ama içinde su yoktu!

Müşrikler şaşırdılar ve, "Tıpkı dediği gibiymiş!" dediler.359

Müşrikler, Peygamberimizin haber verdiği diğer haberleri de araştırdılar ve aynen söylediği gibi buldular. Buna rağmen îman edip Peygamberimizin dâvasını tasdik etmediler.

Müşriklerin, Beytû '1Makdis 'in Tarifini İstemeleri


İsrâ ve Mîrac mucizesini kabul etmemekte direnen Kureyşli müşrikler, Resûli Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de geri durmuyorlardı. Birçoğu, "Deveyle Mekke'den Şam'a gidiş bir ay, dönüş de bir ay sürer. Muhammed, oraya bir gecede nasıl gidip Mekke'ye döner?" dediler.

İçlerinden o taraflara seyahat etmiş ve Mescidi Aksâ'yı görmüş olanlar, Peygamber Efendimize gelerek, "Mescidi Aksâ'yı bize tarif edebilir misin? diye sordular.

Resûlullah Efendimiz, "Gittim, tarif edebilirim." cevabını verdi.

Bundan sonrasını Efendimiz şöyle anlatır:


"Onların yalanlamalarından ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ, o âna kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken, Cenâbı Hakk, birden Beytû'lMakdis'i bana gösterdi.

Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hattâ, bana, 'Beytû'lMakdis'in kaç kapısı var?' diye sormuşlardı. Hâlbuki, ben onun kapılarını saymamıştım! Beytû'li Makdis karşımda görününce, ona bakmaya ve kapılarını birer birer saymaya ve bildirmeye başladım."360

Bunun üzerine müşrikler, "Vallahi, tastamam ve doğru tarif ettin!" dediler. Buna rağmen îman etmediler.

HZ. EBÛ BEKİR'İN TEREDDÜTSÜZ TASDİKİ!

Mekke halkı arasında gönülleri İslâm'a ısınıvermiş, fakat Mîrac haberiyle birden şaşırıp kalan kimseler de vardı. Bunlar bu haberi duyar duymaz derhâl Hz. Ebû Bekir'e koştular ve, "Yâ Ebû Bekir!.." dediler, "Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytû'lMakdis'e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke'ye döndüğünü söyledi!"

Hz. Ebû Bekir: "Siz bunları ondan mı duydunuz?" "Evet..." dediler, "Aynen ondan duyduk."

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, "Vallahi," dedi, "o söylediyse, seksiz şüphesiz doğrudur! Siz buna hiç şaşmayın!" Sonra da, kalkıp doğruca Resûli Kibriya Efendimizin yanına gitti ve, "Yâ Resûlallah!.. Sen, şu halka bu gece Beytû'lMakdis'e gittiğini söyledin mi?" diye sordu.

Peygamberimiz, "Evet..." deyince, Hz. Ebû Bekir, "Doğru söylüyorsun! Senin, Allah'ın peygamberi olduğuna şehâdet ederim!" dedi.

Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, "Yâ Ebû Bekir!.. Sen zâten sıddıksın!" buyurdu.361

Ve, o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, "Sıddık" diye anılmaya başlandı. Sıddık: Seksiz şüphesiz doğrulayan...
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR

Sual:Şu Mîracı Azim, niçin Muhammedi Arabi'ye (a.s.m.) mahsustur?

ElCevap:

Evvelâ:
Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütübü Mukaddese'den, pek çok tahrifata mâruz oldukları hâlde, şu zamanda dahi, Hüseyni Cisrî gibi bir muhakkik, Nübüvveti Ahmediye'ye (a.s.m.) dair, 114 işârî beşaretleri çıkarıp "Risalei Hamîdeye"de göstermiştir.

Saniyen:
Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvveti Ahmediye'den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen:
Velâdeti Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kabe'deki sanemlerin sükutiyle, Kisrâyı Fâris'in sarayı meşhuresi olan eyvanı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian
: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaati azime huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarekatı Ahmediye'den (a.s.m.) deve gibi

enin ederek ağlaması, nass ile, şakkı kamer gibi,muhakkiklerin tahkikatıyla bine baliğ mûcizatla serfıraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen:
Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâkı hasenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehâdetiyle secayayı samiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Dini İslâm'daki inehasini ahlâkın şehâdetiyle, şeriatında en âlî hisalı hamide, en mükemmel derecede bulunduğuna ehli insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen:
Onuncu Söz'ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, ulûhiyyet, muktezayı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en azamî bir derecede Zâtı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlıkı Âlem'in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, muktezayı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.

Hem Sanii âlemin nihayet cemâlde olan kemâli san'atı üzerine enzarı dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil,—tevhidin en azamî bir derecede—bütün meratibi tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem, sâhib âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsni zatîsini ve cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifıni âyinelerde muktezayı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şaşaalı bir surette âyinedarhk eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu sarayı âlemin sânii, gayet hârika mûcizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazinei gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtım tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın sanii, şu kâinatı envaı acayip ve zinetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve muktezayı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini, ehli temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur'ânı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkimi Hakimi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsımı muğlâkını ve mevcudatın "Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suali müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vazıh bir surette ve en azamî bir derecede hakaikı Kur'âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu âlemin Sânii Zülcelâl'i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nîmetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyatı ve arzuyu İlâhîyyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmek bir surette, Kur'ân vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.

Hem Rabbû'lÂlemin, meyvei âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'ati istidat verdiğinden ve bir ubudiyeti külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fânîden bakîye çevirmek istemesine mukabil, en azamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur'ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.

İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifı en azamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât, elbette o Mîracı Azim'le Kabı Kavseyn'e çıkacak, saadeti ebedîye kapısını çalacak, hazinei rahmetini açacak, îmananın hakaikı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian
: Bilmüşâhede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların saniinde, gayet şiddetli bir iradei tahsin ve kasdı tezyin var olduğunu gösterir. Ve iradei tahsin ve tezyin ise, bizzarure o sanide, san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kutsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en cami ve letaifi san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri "maşallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve san'atını çok seven saniin nazarında en ziyade mahbub o olacaktır.

İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemâlâta karşı, "Sübhanallah, Maşallah, Allahü Ekber" diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'ân'ın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle, ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.

İşte, böyle bir zât ki J^Lıü IS" t^^Jl sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefei mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun manevî kemâlâtına imdat veren ve risâletinde gördüğü vezaifın netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbeti İlâhîyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdiveniyle Cennet'e, Sidretû'lMünteha'ya, Arş'a ve Kabı Kavseyn'e kadar gitmek, aynı hak, nefsi hakikat ve mahzı hikmettir." (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 539542)
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Sual:Bin müşkîlât ile, tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?

Cevap:

Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareketi senevîyesiyle bir dakikada takriben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîri Zülcelâl, bir insanı Arş'a getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanunu Rabbânî'yle, mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cismi arzı gezdiren bir hikmet, câzibei rahmeti Rahmân'la ve incizabı muhabbeti Şemsi Ezel'le bir cismi insanı berk gibi arşı Rahmân'a çıkaramaz mı?

* * *

Sual:Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter.

Cevap:

Madem Sanii Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyâtı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve amâli beşeriyenin netaici uhrevîyesini irae etmek istemiş. Elbette âlemi mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat alemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arş'a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cismi mübârekini dahi, tâ Arş'a kadar beraber alması muktezayı akıl ve hikmettir. Nasıl ki, Cennet'te, hikmeti İlâhîyye, cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü, pek çok vezaifi ubudeyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan, cesettir. Elbette o cesedi mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem, Cennet'e cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetû'1i Me'va gövdesi olan Sidrei Münteha'ya uruc eden Zâtı Ahmediye (a.s.m.) ile cesedi mübârekini refakat ettirmesi, aynı hikmettir.

Sual:Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir.

Cevap:

Sanii Zülcelâl'in san'atında harekât, nihayet, derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür'atiyle, ziya, elektrik, ruh, hayâl sür'atleri ne kadar mütefâvit olduğu malûm. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür'atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem 10 dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ, bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zamanı vahid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

Şu mânâya bir temsille bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayâlden tezahür eden sür'ati harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki, o saatte 10 iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan 60 defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi 60 defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine 60 defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia, tâ aşireleri sayacak gayet muntazam azim bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, Arz'ın medarı senevisi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye inmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor; diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zamanı vahidde müşahede ettikleri eşya, saatinizle Arz'ın medarı senevisi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte, zaman—çünkü— harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta carî olan bir hüküm, zamanda dahi carîdir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu hakikati ömrü de o kadar olduğu hâlde, aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda o muayyen saatte Resûli Ekrem (a.s.m.), Burakı Tevfiki İlâhîye biner; berk gibi bütün dairei mümkinatı katedip acaibi mülk ve melekutu görüp, dairei vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yeti cemâli İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

* * *

Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz: "Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâkî olmuyor? Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zaman, namazın ef al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mîracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyrü sulukla, Arş'tan ve dairei esma ve sıfattan 40 günde geçebilir. Hattâ, Şeyhi Geylânî, İmamı Rabbânî gibi bâzı zâtların ihbaratı sâdıkalarıyla, bir dakikada Arş'a kadar urucu ruhanîleri oluyor. Hem ecsamı nurânî olan melâikelerin Arş'tan ferşe, ferşten Arş'a kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehli Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehli Cennet'in reisi ve umum melâikenin makbulü olan Zâtı Ahmediye'nin (a.s.m.) seyrü sülûkuna medar bir mîracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, aynı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkîdir. (Bediüzzaman SaidNursî, A.g.e., s. 534536).
 

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Sual:Miracın semeratı ve faydası nedir?

Elcevap:

Şu şecerei Tûbai Manevîye olan Mîrac'ın 500'den fazla meyvelerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEYVE

Erkânı îmaniyenin hakaikını gözle görüp, melâikeyi, Cennet'i, âhireti, hattâ Zâtı Zülcelâl'i gözle müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nuru ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu Kâinatı, perişan ve fânî ve karmakarışık bir vaziyeti mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı; kutsî Mektûbatı Samedaniyye, güzel âyinei cemâli Ehadiyye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dâsı nihayetsiz ve fânî, bekasız bir vaziyeti dalâletkâraneden o insanı o nur, o meyvei kutsîyye ile Ahseni Takvim'de, bir mûcizei kudreti Samedaniyyesi ve mektubatı Samedaniyyenin bir nüshai camiası ve Sultaniı Ezel ve Ebed'in bir muhatabı, bir abdi hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cenneti bakiyesine namzet bir misafıri azizi sûreti hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürür, hadsiz bir şevk vermiştir,

İKİNCİ MEYVE

Sanii mevcudat ve Sâhibi Kâinat ve Rabbû'IAlemin olan Hâkimi Ezel ve Ebed'in marziyyatı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyyatı anlamak, o kadar merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez. Çünkü, herkes, büyükçe bir velîyyi nîmet yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, "Keşke bir vasıtai muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zâtla konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim." der. Acaba bütün mevcudat, kabzai tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merakâver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), 70 bir perde arkasında O Sultanı Ezel ve Ebed'in marziyyatını doğrudan doğruya Mîrac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet, beşer, kumerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Hâlbuki kamer, öyle bir Mâlikû'lMülk'ün memleketinde geziyor ki, kamer, bir sinek gibi kürei arzın etrafında pervaz eder. Kürei arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikû'1Mülki Zülcelâl'in bir misafirhânesinde mumdarhk eder. İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zâtı Zülcelâl'in şuunatını ve acaibi san'atını ve âlemi bekada hazaini rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâli merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâfı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

ÜÇÜNCÜ MEYVE


Saadeti ebedîyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mîrac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmânı Zülcelâl'in rahmetinin bakî cilvelerini müşahede etmiş ve saadeti ebedîyeyi kafiyen, hakkalyakîn anlamış, saadeti ebedîyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki, bîçâre cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzelei zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyli zaman ve harekâtı zerrat ile adem ve fırakı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyeti mevhumei canhıraşanede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve îdamı ebedîyle kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama, îdam edileceği anda, onun affıyla kurbu şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

DÖRDÜNCÜ MEYVE


Rü'yeti cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yâni, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatma nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Hâlbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten,küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zâtı Zülcelâli ve'lKemâl'in saadeti ebedîyede rü'yetine muvaffak olması, ne kadar saadetâver ve medarı sürür ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

BEŞİNCİ MEYVE


İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sanii Kâinat'ın nazdar sevgilisi olduğu, Mîrac'la anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meşveyle o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makamı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve süruru mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere denilse, "Sen, müşir oldun." Ne kadar memnun olur. Hâlbuki, fânî, âciz bir hayvanı nâtık, zeval ve firak sillesini dâima yiyen bîçâre insana, birden ebedî, bakî bir Cennet'te, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân'ın rahmetinde ve hayâl sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekutunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadeti ebedîyede rü'yeti cemâline de muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsille bir iki meyvenin dereceİ kıymetini göstereceğiz.

Meselâ:
Seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki, her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı. Her taraf müthiş cenazelerle dolu. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte, biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse. O müthiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve teşbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse. O yetimane ağlayışlar, senakârane"Yaşasınlar!" hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar, terhisat suretine dönse. Kendi sürurumuzla beraber herkesin süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte, Mîracı Ahmediye'nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nuru îmandan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazarı dalâletle bakıldığı vakit, yabancı, muzır, müz'iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylalar olduğu hâlde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyvei Mîrac olan hakaikı erkânı îmâniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sânii Zülcelâl'ine zâkir ve nıüsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir.

İkinci Temsil:
Seninle biz, sahrayı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hamisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden Cennetmisâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hamimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte, o sahrayı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekâtı zerrat ve seyli zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudat ve bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbâli, müthiş zulümat içinde, nazarı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semerei Mîrac olan marziyyatı İlâhîyye ile şu dünya, gayet kerîm bir zâtın misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbâl dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadeti ebedîye gibi parlak göründüğü vakit ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 544547).


--------------------------------------------------------------------------------

352 isrâ, 1.

354 Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 525.

355 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 38. Müslim, Sahih, c. 1, s. 102.

358 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 4344.

359 İbni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 44.

360 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 215; Müslim, Sahih, c. 1, s. 108.

361 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 40; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 170.

bu bölümden sonraki bölümler aleni davetin
Medineli İlk Müslümanlar ve Akabe Biatları ile devam etmektedir. takip etmek isteyen o bölüme bakabilir.
 
Üst