Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar
her şoför
bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl
capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda
kamyonet tekerinden fırlayan taşlar
atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız
düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor
temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim
bir daha baktım
bir daha
bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman Allahım
çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış
bir avuç toprak bile yok."
Ben böyle sesli düşünürken
karşımda oturan yaşlıca adam
biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."
- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki ama
nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?"
- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."
- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse
kim yaptı bu işi?"
-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş
ağzında bir çam tohumu ile uçarken
tam bu kayanın üzerine gelince
ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir."
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile
bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"
- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak
bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."
Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse
Allah'ı inkâr etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.
Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar
bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken
şoför başını uzatıp
"Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise
yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez
herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor
kimisi besmele çekiyor
kimisi de "Allah" diye bağırıyor
kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da
adetâ kendinden geçmiş
"Allahım!..." deyip duruyordu.
Ama bu durum
fazla sürmedi. Çünkü
bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?"
- Hani fren patlamıştı?"
- Ödümüz patladı!"
- Şaka mıydı yoksa?.."
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-ÊSen utanmıyor musun
Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin
sonra da fren patladı sanınca
herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa
niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?"
Sonra da bize dönerek:
- Kusura bakmayın
fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca
şu adama bir ders vermek istedim
" diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise
yüzü kıpkırmızı
düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
- Oğlum
senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi
sana da çok teşekkür ederim
bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın
" dedi.
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:
"- Biliyor musunuz
ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris'te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız
bütün sınıfımızı etkilemiş
hepimizi inançsızlaştırmıştı.
Bilhassa son sınıftayken ben
ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat
çok ilginçtir
her konuşmamdan sonra
içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet
beni affet" diye geçirirdim.
Ama kim affedecekti
onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah'ım
beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum.
Zor zamanlarda
bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen hepsi temelde hıristiyandı. Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım.
Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum.
Güya inançsızdım ama
kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeble de diğer arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum
utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin önünde görünce
çok utandım
ama dürüst davrandım. Çünkü
orada ne aradığımı sorunca
kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi:
"- Rica etsem
iki mum da benim için yakar mısın?"
Hayret içinde kaldım
çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını
içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım.
- Peki
inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah'ı nasıl buldunuz?"
- Söylediğim gibi
ne zaman Allah'ı inkâr eden konuşmalar yapsam
içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o kadar ağır bir korku idi ki
sonunda dayanamayarak
"beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla
"beni affet
beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum.
Daha sonraları ise
şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir
nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre
demek ki vardır
dedim. Evet
bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat
çok şükür
eksiğimi tamamladım
içim bütünlendi."
Vehbi Vakkasoğlu
(Öğretmenin Not Defteri - 4'ten)










- Aman Allahım


Ben böyle sesli düşünürken


- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."
- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki ama

- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."
- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse

-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş



- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile

- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak

- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."
Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse

Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar










Ama bu durum


- Yahu bu ne biçim iş?"
- Hani fren patlamıştı?"
- Ödümüz patladı!"
- Şaka mıydı yoksa?.."
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-ÊSen utanmıyor musun




Sonra da bize dönerek:
- Kusura bakmayın



Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise


- Oğlum




* * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:
"- Biliyor musunuz



Bilhassa son sınıftayken ben





Ama kim affedecekti


Zor zamanlarda

Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum.
Güya inançsızdım ama






"- Rica etsem

Hayret içinde kaldım


- Peki

- Söylediğim gibi






Daha sonraları ise








Vehbi Vakkasoğlu
