Doktorun önündeki hasta rolünü beğenmeyiz, alçaltıcı buluruz da tüm dünyaya reçeteler yazmaya koyuluruz perişan hâlimizle. Kendi amansız hastalıklarımızı, şüphelerimizi, günâhlarımızı unutarak yaparız bunları. Birisi çıkıp da “Önce kendi eksikliklerini düzelt!” dediğinde çıldırırız, köpürürüz, sağa sola saldırırız. Aslında bu hareketlerimizle hastalığımızı bir kere daha ortaya koymuş oluruz, kabul etmediğimiz hastalığımızı..
Güldüğünüz zamanlar da vardır ağladığımız anlar da. İnsanız çünkü.. Âcizliklerle donatılmışız mükemmellikleri kuşatabilmek için. Bâzen bir kuşun kanadında seyr ü sefer ederiz gökyüzünün ötelerine… Bâzen de bir sarı çiçekte, bir karanfilde, cilveli bir gülde râyiha oluruz yüreklere salınırız kelebekçesine. İnsanız çünkü.İnsanlığının şuuruna varmak erdemdir. Bu erdem “düşünüyorum öyleyse varım”dan da öte bir önerme mahsulüdür. “Kendini bilmek” deyimiyle bayraklaşan bu önerme “benden öte bir beni” bulmaya kanatlanır Yûnus dilinde. O “benden öte beni” bulamayanlardır ekseriyetle
«insanı» üzenler, ezenler, kesenler..
İşte Yûnus dilinde billurlaşan;
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya (Bu) nice okumaktır?”
mısraları, bahsettiğimiz hakikatin limanlarına açık bir şekilde yanaşmış görünüyor.Belli ki Yûnus Emre Hazretleri bu
sözleriyle şu Kudsi Hadis’i tefsir eylemişti: Kendini bilen Rabbini bilir.
İşte bütün İslâm âlimleri kendi üsluplarınca, kendi dönemlerinin yöntemleriyle bu hakikati dile getirmişlerdir.Bediuzzaman Said-i Nursi Hazretleri de asrının bir vazifelisi olarak bu hakikati kendi dilince Risâle-i Nurların pek çok yerinde veciz bir şekilde dile getirmiştir.
“Aklın ziyası(ışığı) fünûn-u medeniyedir(medeni ilimlerdir); kalbin ziyası ulûm-u diniyedir(dini ilimlerdir). İkisinin imtizacı (birleşmesi) ile hakikat (gerçek) tecelli eder.”
“Bütün ilimlerin üss-ül esası(temel esası) iman-ı billahtır (Allah’a imandır)”
İşte bugün önümüze “ilim” diye sunulan, fakat Allah ile insan arasındaki o kudsi bağı koparan “sapık ideolojiler”, “bozuk felsefeler” insanlığı yok oluşun yâni “ademistan” da denilen “acılar ülkesinin” işkencehânelerine sürmekte, onların ruhlarından yükselen feryatlar da ya günahlarla ya boş oyuncaklarla ya da intiharlarla kendini göstermektedir.Risâle-i Nurlar ise bu yok oluşu ve yeni bir terimle ifâde edilmek gerekirse “ruhkırım” diyebileceğimiz bu “gerçek insanlıktan, kulluktan uzaklaşmayı” Kur’ân eczahânesinden aldığı ilaçlarla tedâvi etmesini çok iyi bilmiştir. Hatta Bediüzzaman Hazretlerinin daha gençlik dönemlerinde “Din ve fen ilimleri bir arada okutulmalıdır” tespiti haklılığını ortaya koymuş oluyor. İmâni ve dîni ilimler vasıtasıyla güzel ahlâkı veremediğimiz insanlarımız “fen ilimlerinde” ne kadar ileri giderlerse gitsinler onlar “kendilerini” yâni “bu dünyaya ne için gönderildiklerini” bilemedikleri için, bilgilerini kötülük adına kullanmaktan da geri durmayacaklardır.Bankaları soyanların, terörist başlarının, atom bombasını üretenlerin fen bilimleri açısından çok da câhil oldukları söylenemez ama onların “bilmedikleri” bir gerçek vardır bütün bildiklerinin rağmına ki o da “kendileridir, öz nefisleridir”
Bu durumda Yûnus Emre’nin şu tespiti ne kadar doğrudur: “Sen kendini bilmezsin / Ya (Bu) nice okumaktır”
O halde ilim öğrenenler bu gerçeği asla unutmamalılar. İlmi Allah için öğrenmeliler. “İnsanlığa nasıl faydalı olabiliriz?” sorusunu devamlı kendilerine sormalılar. İlmî faaliyetlerini de buna göre yapmalılar.
Bir de “daha kendini bilmeden” ben her şeyi biliyorum havasına kapılan insanlar vardır. Bu insanlar kendilerini adeta bir Hz.Musa yerine koyarlar ve akıl el fenerleriyle insanlığı vehmi “Kızıldenizlerden” geçirmeye çalışırlar. Bazıları da Hz.İsa gibi insanlara hayat üflediklerini savunurlar ki onların iç benlikleri gerçekte günahlar, elemler ve pişmanlıklar yüzünden hayatsızdır ve hiç kimseye hayat, huzur, mutluluk üfleyemezler. Onların Hz.İsa nefeslilere ihtiyaçları vardır her dâim.
Mevlânâ gibi gönül kahramanları da vardır ve onları da bu sohbetimize ortak etmemiz yerinde olacaktır. Mevlânâ ve Bediuzzaman gibi ilim ve ahlâk önderlerinin bizim için var olduğunu, bizim içimizdeki “öte beni” bulmaya yardımcı bir rehber olduğunu unuturuz çoğu zaman. Doktorun önündeki hasta rolünü beğenmeyiz, alçaltıcı buluruz da tüm dünyaya reçeteler yazmaya koyuluruz perişan hâlimizle. Kendi amansız hastalıklarımızı, şüphelerimizi, günâhlarımızı unutarak yaparız bunları. Birisi çıkıp da “Önce kendi eksikliklerini düzelt!” dediğinde çıldırırız, köpürürüz, sağa sola saldırırız. Aslında bu hareketlerimizle hastalığımızı bir kere daha ortaya koymuş oluruz, kabul etmediğimiz hastalığımızı..
Tıp bölümünde okumadan ameliyat yapma hevesine kapılmak da ne oluyor? Hangi yürek bu diplomasızlığımızla kendini bize teslim eder ki? Kandırdıklarımız da komada zâten. İşte yüreklerini tedavi ettiğimizi sandığımız oğullarımız, kızlarımız, âilelerimiz.. Her taraftan feryatlar yükseliyor. O halde insanlık doktoru Mevlânâ’nın şu öğütlerini dinlemenin, şu reçetelerine uymanın zamanı geldi de geçiyor:
“Her biri ‘Mûsâ’yım’ diye elinde âsâ; ahmaklara ‘İsa’yım’ diyor
Âh o günden ki doğru kişilerin doğruluğu senden deneme taşını isteyecekler.
Sonuçta gerisini üstâda sor; yoksa ihtiraslı kişiler tamamen kördür, dilsizdir.
Her şeyi istedin, hepsinden geri kaldın; bu ahmak sürü, kurtların avıdır.
Bir sûreti dinledin, tercüman oldun; papağan gibi sözünden habersizdin”
İşte doktorun reçetesi. Kendimizden öte olan kendimizi, aslımızı keşfettiğimiz gün rûhi hastalıklarımızın şifa bulacağı gündür.. O gün, kinlerin, nefretlerin, savaşların ve bütün zulümlerin biteceği gündür.. Önce kendi kusurlarımızı gördüğümüzde, onlara düşmanlık ettiğimizde kavga edecek, silah çekecek başka düşman bulabilir miyiz?
“Ben Merkezcilik / Nefisperestlik / Hodgâmlık” -Ego Centrism- hastalığına yakalanmışsak, kendimizi bir İlah gibi görmüş olacağız ki, o halde her sözümüz, düşüncemiz de kutsal yasa olacak.. Kusurlarımız da tartışılmaz tabular.. Vay onlara laf atanların hâline! Bu durumda yıllarca tahsil ettiğimiz ilmi gerçekleri de bir istibdat/baskı malzemesi olarak kullanacağız. İşte bu hastalığımızdan kurtulmak için, bencilliğimizden “benden öte beni bulma” diyarına sevgiden, duadan, iyilikten şeffaf köprüler inşa etmemiz gerekiyor.. Bunun için de Mevlânâ’yı, bir kere daha dinlemeliyiz:
“Ey gönül! Kin ve nefretten temiz ol; o zaman Elhamd -Fâtiha- oku, çevik ol.
Dilde Elhamd ve içte nefret olması, dille aldatma ve hiledir.
O zaman Hak buyurmuştur: ‘Ben görünüşe bakmam, içe bakarım.’”
Tıp bölümünde okumadan ameliyat yapma hevesine kapılmak da ne oluyor? İşte yüreklerini tedavi ettiğimizi sandığımız oğullarımız, kızlarımız, âilelerimiz..
Güldüğünüz zamanlar da vardır ağladığımız anlar da. İnsanız çünkü.. Âcizliklerle donatılmışız mükemmellikleri kuşatabilmek için. Bâzen bir kuşun kanadında seyr ü sefer ederiz gökyüzünün ötelerine… Bâzen de bir sarı çiçekte, bir karanfilde, cilveli bir gülde râyiha oluruz yüreklere salınırız kelebekçesine. İnsanız çünkü.İnsanlığının şuuruna varmak erdemdir. Bu erdem “düşünüyorum öyleyse varım”dan da öte bir önerme mahsulüdür. “Kendini bilmek” deyimiyle bayraklaşan bu önerme “benden öte bir beni” bulmaya kanatlanır Yûnus dilinde. O “benden öte beni” bulamayanlardır ekseriyetle
«insanı» üzenler, ezenler, kesenler..
İşte Yûnus dilinde billurlaşan;
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya (Bu) nice okumaktır?”
mısraları, bahsettiğimiz hakikatin limanlarına açık bir şekilde yanaşmış görünüyor.Belli ki Yûnus Emre Hazretleri bu
sözleriyle şu Kudsi Hadis’i tefsir eylemişti: Kendini bilen Rabbini bilir.
İşte bütün İslâm âlimleri kendi üsluplarınca, kendi dönemlerinin yöntemleriyle bu hakikati dile getirmişlerdir.Bediuzzaman Said-i Nursi Hazretleri de asrının bir vazifelisi olarak bu hakikati kendi dilince Risâle-i Nurların pek çok yerinde veciz bir şekilde dile getirmiştir.
“Aklın ziyası(ışığı) fünûn-u medeniyedir(medeni ilimlerdir); kalbin ziyası ulûm-u diniyedir(dini ilimlerdir). İkisinin imtizacı (birleşmesi) ile hakikat (gerçek) tecelli eder.”
“Bütün ilimlerin üss-ül esası(temel esası) iman-ı billahtır (Allah’a imandır)”
İşte bugün önümüze “ilim” diye sunulan, fakat Allah ile insan arasındaki o kudsi bağı koparan “sapık ideolojiler”, “bozuk felsefeler” insanlığı yok oluşun yâni “ademistan” da denilen “acılar ülkesinin” işkencehânelerine sürmekte, onların ruhlarından yükselen feryatlar da ya günahlarla ya boş oyuncaklarla ya da intiharlarla kendini göstermektedir.Risâle-i Nurlar ise bu yok oluşu ve yeni bir terimle ifâde edilmek gerekirse “ruhkırım” diyebileceğimiz bu “gerçek insanlıktan, kulluktan uzaklaşmayı” Kur’ân eczahânesinden aldığı ilaçlarla tedâvi etmesini çok iyi bilmiştir. Hatta Bediüzzaman Hazretlerinin daha gençlik dönemlerinde “Din ve fen ilimleri bir arada okutulmalıdır” tespiti haklılığını ortaya koymuş oluyor. İmâni ve dîni ilimler vasıtasıyla güzel ahlâkı veremediğimiz insanlarımız “fen ilimlerinde” ne kadar ileri giderlerse gitsinler onlar “kendilerini” yâni “bu dünyaya ne için gönderildiklerini” bilemedikleri için, bilgilerini kötülük adına kullanmaktan da geri durmayacaklardır.Bankaları soyanların, terörist başlarının, atom bombasını üretenlerin fen bilimleri açısından çok da câhil oldukları söylenemez ama onların “bilmedikleri” bir gerçek vardır bütün bildiklerinin rağmına ki o da “kendileridir, öz nefisleridir”
Bu durumda Yûnus Emre’nin şu tespiti ne kadar doğrudur: “Sen kendini bilmezsin / Ya (Bu) nice okumaktır”
O halde ilim öğrenenler bu gerçeği asla unutmamalılar. İlmi Allah için öğrenmeliler. “İnsanlığa nasıl faydalı olabiliriz?” sorusunu devamlı kendilerine sormalılar. İlmî faaliyetlerini de buna göre yapmalılar.
Bir de “daha kendini bilmeden” ben her şeyi biliyorum havasına kapılan insanlar vardır. Bu insanlar kendilerini adeta bir Hz.Musa yerine koyarlar ve akıl el fenerleriyle insanlığı vehmi “Kızıldenizlerden” geçirmeye çalışırlar. Bazıları da Hz.İsa gibi insanlara hayat üflediklerini savunurlar ki onların iç benlikleri gerçekte günahlar, elemler ve pişmanlıklar yüzünden hayatsızdır ve hiç kimseye hayat, huzur, mutluluk üfleyemezler. Onların Hz.İsa nefeslilere ihtiyaçları vardır her dâim.
Mevlânâ gibi gönül kahramanları da vardır ve onları da bu sohbetimize ortak etmemiz yerinde olacaktır. Mevlânâ ve Bediuzzaman gibi ilim ve ahlâk önderlerinin bizim için var olduğunu, bizim içimizdeki “öte beni” bulmaya yardımcı bir rehber olduğunu unuturuz çoğu zaman. Doktorun önündeki hasta rolünü beğenmeyiz, alçaltıcı buluruz da tüm dünyaya reçeteler yazmaya koyuluruz perişan hâlimizle. Kendi amansız hastalıklarımızı, şüphelerimizi, günâhlarımızı unutarak yaparız bunları. Birisi çıkıp da “Önce kendi eksikliklerini düzelt!” dediğinde çıldırırız, köpürürüz, sağa sola saldırırız. Aslında bu hareketlerimizle hastalığımızı bir kere daha ortaya koymuş oluruz, kabul etmediğimiz hastalığımızı..
Tıp bölümünde okumadan ameliyat yapma hevesine kapılmak da ne oluyor? Hangi yürek bu diplomasızlığımızla kendini bize teslim eder ki? Kandırdıklarımız da komada zâten. İşte yüreklerini tedavi ettiğimizi sandığımız oğullarımız, kızlarımız, âilelerimiz.. Her taraftan feryatlar yükseliyor. O halde insanlık doktoru Mevlânâ’nın şu öğütlerini dinlemenin, şu reçetelerine uymanın zamanı geldi de geçiyor:
“Her biri ‘Mûsâ’yım’ diye elinde âsâ; ahmaklara ‘İsa’yım’ diyor
Âh o günden ki doğru kişilerin doğruluğu senden deneme taşını isteyecekler.
Sonuçta gerisini üstâda sor; yoksa ihtiraslı kişiler tamamen kördür, dilsizdir.
Her şeyi istedin, hepsinden geri kaldın; bu ahmak sürü, kurtların avıdır.
Bir sûreti dinledin, tercüman oldun; papağan gibi sözünden habersizdin”
İşte doktorun reçetesi. Kendimizden öte olan kendimizi, aslımızı keşfettiğimiz gün rûhi hastalıklarımızın şifa bulacağı gündür.. O gün, kinlerin, nefretlerin, savaşların ve bütün zulümlerin biteceği gündür.. Önce kendi kusurlarımızı gördüğümüzde, onlara düşmanlık ettiğimizde kavga edecek, silah çekecek başka düşman bulabilir miyiz?
“Ben Merkezcilik / Nefisperestlik / Hodgâmlık” -Ego Centrism- hastalığına yakalanmışsak, kendimizi bir İlah gibi görmüş olacağız ki, o halde her sözümüz, düşüncemiz de kutsal yasa olacak.. Kusurlarımız da tartışılmaz tabular.. Vay onlara laf atanların hâline! Bu durumda yıllarca tahsil ettiğimiz ilmi gerçekleri de bir istibdat/baskı malzemesi olarak kullanacağız. İşte bu hastalığımızdan kurtulmak için, bencilliğimizden “benden öte beni bulma” diyarına sevgiden, duadan, iyilikten şeffaf köprüler inşa etmemiz gerekiyor.. Bunun için de Mevlânâ’yı, bir kere daha dinlemeliyiz:
“Ey gönül! Kin ve nefretten temiz ol; o zaman Elhamd -Fâtiha- oku, çevik ol.
Dilde Elhamd ve içte nefret olması, dille aldatma ve hiledir.
O zaman Hak buyurmuştur: ‘Ben görünüşe bakmam, içe bakarım.’”
Tıp bölümünde okumadan ameliyat yapma hevesine kapılmak da ne oluyor? İşte yüreklerini tedavi ettiğimizi sandığımız oğullarımız, kızlarımız, âilelerimiz..