HULUK
Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebrî halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikatı üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, bütünüyle iyi işler kolaylaşır.
Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibariyle birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı ma’nâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir ma’nâdır.
Dış yüzü itibariyle bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karekterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Cahiliye şairinin şu ârifâne sözü ne mânidardır:
“-Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.”
Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde akla hemen güzel ahlâk gelmekle beraber, meleke ve rüsûh esasına binaen ve hem hayrın hem de şerrin îtiyâd haline getirilebileceğine nazaran, “ahlâk-ı hasene” ve “ahlâk-ı seyyie” diye, diğer bir taksimden söz edenler olsa da , bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz güzel ahlâktır.
Tasavvufun en sağlam kriteri huluk “iyi huy”dur. Hulukta birkaç kadem önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibariyle makbul sayılsa da ahlâk-ı haseneye iktiran etmedikleri zaman hiçbir kıymet ifade etmezler.. ve üzerinde durmaya da değmez.!
Zaten, Hz. Sahib-i Şeriat da; “hangi mü’min îmânı itibariyle daha faziletlidir?” sorusuna: “ -Huyu en güzel olandır” demiyor mu?
Niye olmasın ki, bir kere Allah, en mümtaz kulunu, tesliye, te’min ve senâ makamında, O’nun üzerinde onca nimet ve lütufları varken “ -Herhalde sen, ahlakın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibariyle- ihâtası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin” (Kalem, 68/4) diyerek O’nun bu yüce ahlâkı ve rûhî mezâyâsıyla, yani hilkatinin gayesi, hedefi ve gerçek ma’nâsı sayılan hulukuyla nazara veriyor. İlk insanla başlayıp Işık Çağı’na kadar tekemmül edegelen ve O’nunla noktalanan Kur’ân buudlu hulukuyla..
Esasen, huluk dediğimiz gerçeğin, dinin derinlemesine yaşanması ve Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi ma’nasına geldiğini, Said b. Hişam’ın, Hz. Âişe Validemiz’den, Efendimiz’in ahlâkına dair sorduğu suale, Hz. Âişe’nin: “Kur’ân okumuyor musunuz?”; “okuyoruz” deyince de: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki sözleri de te’yid etmektedir.
Ayrıca, bu mevzuda şeref-nüzûl olan âyette, âyeti teşkil eden kelimelerle bu ahlakın ilâhî, Kur’ân orijinli ve idrak üstü olduğunu hasseten hatırlatmakta ve onun tecelli ve zuhûrunu, muhatab-ı mükerreme mahsus görmenin ötesinde, “huluk” kelimesindeki tefhim tenviniyle, O’nun Kur’ân derinlikli ve lahut enginlikli hulukunun hiçbir ahlâk sistemiyle kabil-i kıyas olmadığına ve bu yüce ahlâkın nâkabil-i idrak bulunduğuna bilhassa işaret etmektedir ki, bu da O’nun gelmiş-geçmiş bütün insanlar arasında eşi-menendi olmayan bir güzeller güzeli huy peygamberi olduğunu gösterir.
Evet O, maddesimâ’nâsı, zarfı-mazrufu, halkı ve huluku itibariyle bütün salihata açık, hayrın her çeşidini elde etmeye namzed ve büyüklüğün her türlüsüne mazhar olabilecek fıtrat, seciye ve melekelerle serfiraz kılınmış; sonra da bu ilk mevhibeleri en iyi şekilde değerlendirerek “a’lâ-i İlliyyîn-i kemalât”a yürümüş; sadece yürümekle de kalmamış; bilasale kendisinde tecelli eden bütün lütufları, bütün akdes ve mukaddes feyizleri: “ -Şânım hakkı için Rasulullah’ta size örneğin en güzeli vardır...” (Ahzâb, 33/21) gerçeğiyle uyanmış o saflardan saf muasırı temiz ruhların elinden tutup, onları da tebaiyetlerine terettüp eden şahikalar üstü şâhikalara çıkarmıştır.
Dilinde:
1- “Îmânı en kamil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”
2- “İnsan ibadet u taatla katedemediği mesafeleri ahlâk-ı hasene ile alır.”
3- “Teraziye ilk konulacak şey güzel ahlâktır” gibi pırlanta sözler.. ve elinde insan-ı kâmil olmanın sırlı formülü, arkasına düşenleri hep meleklerin dolaştığı vadilerde dolaştırmıştır.
Hüsn-ü hulukun alametini, kavlî-fiilî kimseye eziyette bulunmama.. kendine eziyet edenleri görmeme, görse de unutma.. ve fenalıklara iyilikle mukabelede bulunma.. cümleleriyle hülasa etmişlerdir ki “ ËÓ«ğÊÒÓ„Ó†‰ÓŸÓ‰È¢†ŒÔ‰Ô‚̆ŸÓÿğÍÂÌ ” hakikatıyla serfiraz olan Zat, buna en canlı ve çarpıcı misaldir. O, ne karşısına dikilip “adil ol!” diyene, ne arkasından cübbesini çekip eziyet edene, ne başına toz-toprak saçıp yüzüne hakaret savurana ne de muallâ zevcesine iftira edene gönül koymuştur. Gönül koymak şöyle dursun, hastalandıklarında gidip onları ziyaret etmiş, öldüklerinde cenazelerini teşyide bulunmuştur. Bulunmuştur; zira ahlâk-ı hasene O’nun tabiatının rengi, varlığının da bir buuduydu.
Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet plastize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakiki düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.
Güzel ahlâkla donanmış bir sine, ihtimal cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez.. orada da hilm u silm çizgisinde yaşar; zebanilerle hasbihal eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar.
Güzel ahlâka açık bir gönül, geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gâile dolsa da , o yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince, bunlar kargadan bile aptal öyle Kabil’lerdir ki, koskocaman arzda bile, kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.
Biz, “Ahlak iledir kemâl-i âdem
Ahlak iledir nizâm-ı âlem”
deyip şimdilik bu faslı da kapatalım...
Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebrî halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikatı üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, bütünüyle iyi işler kolaylaşır.
Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibariyle birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı ma’nâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir ma’nâdır.
Dış yüzü itibariyle bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karekterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Cahiliye şairinin şu ârifâne sözü ne mânidardır:
“-Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o huyunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.”
Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde akla hemen güzel ahlâk gelmekle beraber, meleke ve rüsûh esasına binaen ve hem hayrın hem de şerrin îtiyâd haline getirilebileceğine nazaran, “ahlâk-ı hasene” ve “ahlâk-ı seyyie” diye, diğer bir taksimden söz edenler olsa da , bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz güzel ahlâktır.
Tasavvufun en sağlam kriteri huluk “iyi huy”dur. Hulukta birkaç kadem önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibariyle makbul sayılsa da ahlâk-ı haseneye iktiran etmedikleri zaman hiçbir kıymet ifade etmezler.. ve üzerinde durmaya da değmez.!
Zaten, Hz. Sahib-i Şeriat da; “hangi mü’min îmânı itibariyle daha faziletlidir?” sorusuna: “ -Huyu en güzel olandır” demiyor mu?
Niye olmasın ki, bir kere Allah, en mümtaz kulunu, tesliye, te’min ve senâ makamında, O’nun üzerinde onca nimet ve lütufları varken “ -Herhalde sen, ahlakın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibariyle- ihâtası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin” (Kalem, 68/4) diyerek O’nun bu yüce ahlâkı ve rûhî mezâyâsıyla, yani hilkatinin gayesi, hedefi ve gerçek ma’nâsı sayılan hulukuyla nazara veriyor. İlk insanla başlayıp Işık Çağı’na kadar tekemmül edegelen ve O’nunla noktalanan Kur’ân buudlu hulukuyla..
Esasen, huluk dediğimiz gerçeğin, dinin derinlemesine yaşanması ve Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi ma’nasına geldiğini, Said b. Hişam’ın, Hz. Âişe Validemiz’den, Efendimiz’in ahlâkına dair sorduğu suale, Hz. Âişe’nin: “Kur’ân okumuyor musunuz?”; “okuyoruz” deyince de: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki sözleri de te’yid etmektedir.
Ayrıca, bu mevzuda şeref-nüzûl olan âyette, âyeti teşkil eden kelimelerle bu ahlakın ilâhî, Kur’ân orijinli ve idrak üstü olduğunu hasseten hatırlatmakta ve onun tecelli ve zuhûrunu, muhatab-ı mükerreme mahsus görmenin ötesinde, “huluk” kelimesindeki tefhim tenviniyle, O’nun Kur’ân derinlikli ve lahut enginlikli hulukunun hiçbir ahlâk sistemiyle kabil-i kıyas olmadığına ve bu yüce ahlâkın nâkabil-i idrak bulunduğuna bilhassa işaret etmektedir ki, bu da O’nun gelmiş-geçmiş bütün insanlar arasında eşi-menendi olmayan bir güzeller güzeli huy peygamberi olduğunu gösterir.
Evet O, maddesimâ’nâsı, zarfı-mazrufu, halkı ve huluku itibariyle bütün salihata açık, hayrın her çeşidini elde etmeye namzed ve büyüklüğün her türlüsüne mazhar olabilecek fıtrat, seciye ve melekelerle serfiraz kılınmış; sonra da bu ilk mevhibeleri en iyi şekilde değerlendirerek “a’lâ-i İlliyyîn-i kemalât”a yürümüş; sadece yürümekle de kalmamış; bilasale kendisinde tecelli eden bütün lütufları, bütün akdes ve mukaddes feyizleri: “ -Şânım hakkı için Rasulullah’ta size örneğin en güzeli vardır...” (Ahzâb, 33/21) gerçeğiyle uyanmış o saflardan saf muasırı temiz ruhların elinden tutup, onları da tebaiyetlerine terettüp eden şahikalar üstü şâhikalara çıkarmıştır.
Dilinde:
1- “Îmânı en kamil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”
2- “İnsan ibadet u taatla katedemediği mesafeleri ahlâk-ı hasene ile alır.”
3- “Teraziye ilk konulacak şey güzel ahlâktır” gibi pırlanta sözler.. ve elinde insan-ı kâmil olmanın sırlı formülü, arkasına düşenleri hep meleklerin dolaştığı vadilerde dolaştırmıştır.
Hüsn-ü hulukun alametini, kavlî-fiilî kimseye eziyette bulunmama.. kendine eziyet edenleri görmeme, görse de unutma.. ve fenalıklara iyilikle mukabelede bulunma.. cümleleriyle hülasa etmişlerdir ki “ ËÓ«ğÊÒÓ„Ó†‰ÓŸÓ‰È¢†ŒÔ‰Ô‚̆ŸÓÿğÍÂÌ ” hakikatıyla serfiraz olan Zat, buna en canlı ve çarpıcı misaldir. O, ne karşısına dikilip “adil ol!” diyene, ne arkasından cübbesini çekip eziyet edene, ne başına toz-toprak saçıp yüzüne hakaret savurana ne de muallâ zevcesine iftira edene gönül koymuştur. Gönül koymak şöyle dursun, hastalandıklarında gidip onları ziyaret etmiş, öldüklerinde cenazelerini teşyide bulunmuştur. Bulunmuştur; zira ahlâk-ı hasene O’nun tabiatının rengi, varlığının da bir buuduydu.
Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet plastize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakiki düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.
Güzel ahlâkla donanmış bir sine, ihtimal cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez.. orada da hilm u silm çizgisinde yaşar; zebanilerle hasbihal eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar.
Güzel ahlâka açık bir gönül, geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gâile dolsa da , o yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince, bunlar kargadan bile aptal öyle Kabil’lerdir ki, koskocaman arzda bile, kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.
Biz, “Ahlak iledir kemâl-i âdem
Ahlak iledir nizâm-ı âlem”
deyip şimdilik bu faslı da kapatalım...