Dini önemli Sorular?

KeepASmile

Tecrübeli
Selamun Aleykum Kardeslerim, lütfen bana bu kücük Dersimde yardimci olun.
Sorulari simdi Assagda görebilirsiniz...

1. Müstehid, Iman ve Istihadin Magnasi
2. Müffesier ve Mühaddis
3. Allahin 99 Ismiyle ALakali olan Hadis, Manasi ve Anlami.

Allah Razi olsun simdiden KArdeslerim.
Selam ALeykum :), Lütfen cabuk yardimci olunuz.
 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Vealeykümselam
1)
MÜCTEHİD
Ayet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm hukukçusu; alim, fakîh.

İctihad, sözlükte güç, takat ve çaba anlamına gelen "cehd" kökünden "iftial" vezninde olup, bir şeyi elde etmek için olanca gücünü harcamak demektir. Âyet ve hadislerden kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarma anlamında mecazen kullanılır. Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh zata da "müctehid" denir (Zebîdî, Tâcû'l-Arûs, II, 329; Şâfiî, er-Risale, s. 477, el-Ümm, VII, 275). İctihad, ya şer'î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur.

İslâm hukukunda şer'î hükümler kesin delillere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa dayanıyorsa ictihada gerek kalmaz. Mecelle, bunu "Mevrid-i nas'da ictihada mesağ yoktur" prensibiyle ifade etmiştir (madde, 14). Ancak nassların sübûtu veya delaleti zannî olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan meselelerle karşılaşılırsa, reyle (ictihad) hareket edileceği, bizzat Hz. Peygamber tarafından, Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açıklanmıştır. Hz. Muhammed, Muâz'a Yemen'de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muaz, "Allah'ın Kitabı ile" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; "Rasulünün sünnetiyle" demiştir. "Onda da bulamazsan"sorusuna ise Muaz, "Reyimle ictihad ederim" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Rasulünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafii, el-Ümm, VII, 273). Arapça'yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sayesinde Allah ve Rasûlünün maksadını çok iyi anladıkları için Sahabe neslinden müctehidlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen Sahabe müctehidi yüzotuz kadardır. Bunlardan yedi tanesi fetvaları birer kitab olacak kadar çoktur. Fukâhâ-Seb'a denen bu sahabiler şunlardır; Hz. Ömer, Ali, Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mısır 1955, I, 14 vd).

Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşârî'ye gönderdiği mektupta onu kıyas ve ictihada teşvik etmiş yine aynı konuda Kâdî Şurayh'a (ö. 78/697) şöyle demiştir: "Kitâptan açıkça anlayabildiğinle hükmet. Eğer kitabın tamamını bilemezsen Rasulullah'ın hükmettiği ile hükmet. Bunun hepsini bilmezsen, doğru yolda olan alimlerin kazalarıyla hükmet. Bunların da hepsini bilemezsen, reyinle ictihad et, alim ve salih kişilerle de istişare et" (Şîrâzî, Tabakât, s: 7; İbnü'l-Kayyim, a.g.e., I, 204).

Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için bir takım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz:

a) Arapçayı bilmek.

Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'ân bu dille inmiş, Hz. Peygamberin sünneti de aynı dille ifade edilmiştir. İslâm şerîatında araştırma yapan kimsenin nasslardan hüküm çıkarma gücü, Arapçanın sır ve inceliklerini bilmesi oranındadır. Şâtıbî bu konuda şöyle der: "Arapçayı anlamakta mübtedî olan kimse, şerîatı anlamakta da mübtedîdir. Arâpçayı orta derecede anlayan kimse, şerîatı anlamakta da orta durumdadır. Bu, son dereceye ulaşmamıştır. Arapçada son dereceye ulaşan kimse, şerîatı anlamakta da son dereceye ulaşır. Dolayısıyla onun anlayışı şerîatte hüccet olur; tıpkı sahabîlerin ve Kur'ân'ı hakkıyla anlayan bilginlerin anlayışlarının huccet oluşu gibi... Bunların seviyesine ulaşmayan kimselerin şerîat konusundaki anlayışları kendi seviyeleri ölçüsünde eksiktir. Anlayışı eksik olan herkesin görüşü ise ne bir hüccet olur, ne de başkaları tarafından kabul edilir" (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, IV,114). Ancak maslahat veya mefsedet kabilinden bir manâ ve illete bağlı olan konularda Arapça bilmeyen de prensipleri kavrayıp uygulama alanını belirleyebilir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir (eş-Şâtıbî, a.g.e., IV, 162, 165).

Müctehidin Arapça bilgisi genel olarak, Arapça'nın inceliklerini kapsamalıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Arapçanın en beliğ ve en fasihini teşkil eder. Bu yüzden, ayetlerden hüküm çıkaracak kimse, Kur'ân'ın belâgat, fesahat ve sırlarını bilmelidir ki, bu sayede onun içine aldığı hükümleri kavrayabilecek duruma gelmiş olsun.

b) Kur'ân İlmine sahip olmak

Kur'ân, İslâm'ın direği, şer'î hükümlerin esasıdır. Kur'ân ilmi çok geniştir. Bunu tam olarak bilen Hz. Peygamberdir. Bu yüzden bilginler, müctehid için Kur'ân'da hüküm ifade eden beş yüz kadar âyetin inceliklerini, özelliklerini bilmek gerekir demişlerdir. Bu ayetlerin âmm-has*, mutlak* mukayyed*, nâsih-mensuh, Sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Diğer yandan Kur'ân'ın geri kalan bütün âyetlerini de topluca (icmâlî olarak) bilmek gerekir. Çünkü Kur'ân bir bütün olup parçaları birbirinden ayrılmaz. Kur'ân'ın hüküm bildiren ayetlerini diğerlerinden ayırdetmek, şüphesiz bütün Kur'ân'ı bilmekle mümkün olabilir.

Ebu Bekir el-Cassas (ö. 370/980) ile İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Âhkâmü'l-Kur'ân"adlı eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. Ebû Abdillah el-Kurtubî (ö. 671 H.), "el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân" ; es-Sâbûnî de, "Tefsîru Âyati'l-Ahkâm" adlı eserleriyle hüküm âyetlerinin tefsîrini yapmışlardır.

c) Sünneti bilmek.

Bu şart üzerinde de bilginlerin ittifakı vardır. İctihadın bölünebileceğini kabul etmeyenlere göre bir müctehidin teklifî hükümleri içine alan bütün hadisleri okuması, onların amaçlarını kavraması, onlarla ilgili özellikleri bilmesi gerekir. Yine onun, sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hass'ını, mutlak ve mukayyedini bilmesi gerektiği gibi; hüküm hadislerinin rivayet yollarını, senedlerini, hadis rivayetlerinin kuvvet derecelerini de bilmesi gerekir.

Hadis rivayet edenlerin hal tercemeleri ile adâlet ve zabt bakımından durumları hakkında bir çok eserler yazılmıştır. Kütüb-i Sitte gibi sahih hadis mecmuaları meydana getirilmiş ve bunlar üzerine bir çok âlimler tarafından şerhler yazılmak suretiyle hadisler senetleri bakımından tasnif edilmiş ve İslâm hukukçularının bazı hadisler üzerindeki görüş ayrılıkları ortaya konulmuştur. Bu hadis çalışmaları müctehidin bunlara başvurarak hüküm çıkarmasını kolaylaştırmaktadır. Hükümlerle ilgili bütün hadislerin ezbere bilinmesi şart değildir. Ancak gerektiğinde yerlerinin, başvurma metodlarının ve hadis rivâyetlerinin bilinmesi yeterlidir (Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, s., 382 vd).

d) Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek.

Üzerinde icma (ittifak) meydana gelen konuları bilmek yanında Sahabe, Tabiî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri konuları bilmek gerekir. Ancak bütün icmâ yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapılan mesele hakkında icmâ veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir. Medine ve Irak fıkhının metod ve farklarını bilme yanında; doğru olanla doğru olmayan, naslara yakın olanla uzak olan şeyler arasında karşılaştırma yapabilecek akıl, anlayış ve değerlendirme gücüne sahip olmak gerekir. Gerçekte Asr-ı saadette ve daha sonra yaşamış büyük hukukçuların görüşlerini incelemek, delil ve temayülleri bakımından onlar arasında karşılaştırmalar yapmak kişinin muhâkeme gücünü ve araştırma melekesini geliştirir.

Müctehidlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri, ihtilaf sebeplerini açıklayan eserler meydana getirilmiştir. eş-Şirâzî'nin (ö. 476/1083) "el-Mühezzeb" adlı eseri ve Nevevî'nin buna yazdığı şerh, İbn Hazm'ın (ö. "456/1063) "el-Muhallâ" sı İbn Rüşd'ün (ö. 595/1199) "Bidâyetü'l-Müctehid" ve İbn Teymiyye'nin (ö. 728/1327) "el-Fetâvâ" adlı eserleri bunlar arasında zikredilebilir.

e) Kıyas bilmek

İctihad, bütün şekil ve metodlarıyla kıyası bilmeyi gerektirir. Hattâ imam Şâfiî'ye göre ictihad kıyastan ibarettir. Kıyasın metodunu bilmek; naslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nassı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:

1- Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek. Bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması da gereklidir.

2- Kıyas kaide ve prensiplerini bilmek. Meselâ belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nas üzerine kıyas yapılamaz. Kendisine dayanılan asıl hükmün illetini tesbit ettikten sonra hükme bağlanacak yeni meselede (fer'î) de aynı illetin gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmak gerekir.

3- Önceki müctehidlerin kıyas metodlarını bilmek. el-İsnevî (ö. 772/1370) "Kıyas bilmek bir ictihad kaidesi ve sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur" der (el-İsnevî, Şerhu Minhâci'l-Usûl, III, 310 (İbn Emîr'in Takrîri kenarında) Mısır 1316; Şafii, a.g.e., s., 477).

f) Hükümlerin amaçlarını bilmek İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nas'dan değil, bütün nasların toplamından anlaşılabilir. Bu hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Ayette; "Biz, seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) buyurulur. İslâm'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluğun değil kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir sonucudur. Emredilen bazı güçlükler büyük zararları gidermek amacına yöneliktir. Cihadın farz kılınışı böyledir. Nitekim âyette şöyle buyurulur: "Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. Şüphesiz Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder. Gerçekten Allah, güçlü ve yücedir" (el-Hacc, 22/40).

Maslahata göre fetva vermede, gerçek maslahatlarla (toplum yararı) nefsî ve şehevî arzulardan gelen bir vehimden ibaret olan maslahatları birbirinden ayırdetmek gerekir. Böylece mazarratı defetme, maslahatı celbetme, bütün insanlara faydalı olan şeyleri tercih etme, başka bir deyimle toplum yararını kişisel yararın üstünde tutma melekesi gelişir.

g) Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak.

Müctehidin gerçek fikirleri yanlış olanlardan ayırdetme melekesine sahip olması gerekir. Bu da doğru bir anlayış ve keskin bir görüşe sahip olmakla gerçekleşebilir.

h) İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak.

İslâm dinî, ancak kalbi iman ve ihlasla aydınlanmış olanların idrak edeceği bir dindir. İtikadı bozuk kimse bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; tarafsız bir gönülle naslara yönelemez. Kötü niyet düşünceyi de kötüleştirir. Bu yüzden büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmadan önce ihlâs ve takvâlarıyla meşhur olmuşlardır. İhlaslı kimse gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassub göstermez. Büyük imamların hepsi; "Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir (Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 388, 389; İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdulkadir Şener, Ankara 1968, 1969, s. 125, 126).

İşte İslâm hukukçularının müctehidde bulunmasını gerekli gördükleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir.

Fıkıh usulü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar: 1) Şerîatte müctehidler. Ca'feru's-Sadık, Muhammed el-Bâkır, Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi. 2) Müntesip mutlak müctehidler. Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, el-. Müzenî, Abdurrahman b. Kasım gibi. 3) Mezhebte müctehidler. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrazî gibi. 4) Tercih yapan müctehidler. Bazı usulcüler önceki tabakayla bunu bir saymışlardır. 5) İstidlâl sahibi müctehidler. Bunlar; "Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve delilî yönünden daha kuvvetlidir" gibi açıklamalar yapmışlardır. 6) Hafızlar tabakası. Bunlar taklidçi olup, öncekilerin tercihlerini bilmede huccet sayılırlar. 7) Mukallidler tabakası. Bunlar, fıkıh kaynaklarını anlayabilir, fakat görüş ve rivayetler arasında tercih yapamazlar.

Dayandığı Kitap, Sünnet, İcmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp bununla amel etmeye "taklid"; deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak suretiyle bir müctehidin reyini benimsemeye ise "ittiba" denir. eş-Şevkânî'ye (ö. 1250/1832) göre sahabe, Tâbiûn ve Tebe-i tâbiîn içinde ictihad edecek dereceye ulaşamayanlar belirli bir müctehidi taklîd etmiyor; onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittiba ediyorlardı. Taklid bu nesillerden sonra ortaya çıkmıştır. Taklid yerine, ittiba ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi gerekir. Bu durum, ilim adamlarını delilleri öğrenmeye zorlar, delillerin kuvvetli olanı ile zayıf olanım tartışma imkânı doğar. Bunun gerçekleşmesi için delillerin zikredildiği temel eserlere yönelmek, te'lif edilecek İslâm hukuku kitaplarında hükümlerin dayandığı delilleri de göstermek gereklidir. Bunun sonucunda araştırıcılar, vahiy, Sünnet ve icmâi ümmet üzerinde düşünme ve değerlendirme imkânı bulurlar.

Hamdi DÖNDÜREN

İçtihat Nedir? Şartları Nelerdir?

İçtihadın sözlük anlamı; meşakkatli, külfetli, zor bir işi meydana getirmek için bütün gücünü sarf ederek ceht ve gayret göstermektir.

Terim anlamı ise; kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları şer'î delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır. Yani, Kur'an, hadis ve icma ile sabit olan şer'î delillerden hüküm çıkarmaktır.

Kur'an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir denizdir; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O'nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri anlayışları oranında ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (asm.) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur'an 'dan istifadeler etmişlerdir ve edeceklerdir.

Kur'an-ı Kerim, özet hâlinde ve ince nüktelerle doludur; bir çok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.

Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübindedir."

Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder: "Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."

Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur'an'ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi.

İmam-ı Şa'rânî'nin buyurduğu gibi. "Eğer Peygamber Efendimiz (asm.) Kur'ân-ı Kerimdeki icmalleri toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri açıklamasaydı, Kurân-ı Kerîm’in özet hâlindeki ifadeleri üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, Sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi özet hâliyle kalırdı."

Malumdur ki, Cenâb-ı Hakk nazarında en makbul olan amel güç olanıdır. (İbadetlerin en faziletlisi zahmetli olanıdır) hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir görevdir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (asm.) tam anlamıyla vâris olmakla mümkündür.

2) Müfessirlerin (Tefsir Edicilerin) Tefsirlerinin farklı farklı olması sebebi nedir? Manaların çeşitliliği nerden kaynaklanıyor?

Tefsirde farklı yorumların, değişik algılamaların çeşitli nedenleri vardır. Bunların başında, Kur’an’ın muhatabı olan insanın kendi yapısı gelir. Allah, güzel isimlerinin bin bir çeşit tecellilerini göstermek, sanatının bin bir türlüsünü ortaya koymak maksadıyla bitki ve diğer canlılardan yüzbinlerce tür yaratmıştır.

Yeryüzü halifesi, tevhit inancının dellalı olarak yaratılan insan nevi ise, birliği simgelemesi ve benzeri hikmetler için bir tek tür olarak yaratılmıştır. Ancak, bu tek türden çok ürünler almak için, insanlardan her bir şahsı, bir tür hükmünde pek çok hakikate işaret edecek, bir nevi iken, yüz bilnlerce nevi hükmüne geçecek şekilde yaratılmıştır. Bu cümleden olarak, insan oğlunun aklı, fikri, duyguları maddî-manevî sahada çok çeşitlilik arz edecek şekilde ayarlanmıştır. Farklı ilim dallarında uzmanlık gibi farklı meslek, meşrep ve mezhepler de bu fıtrî durumu desteklemiş ve pekiştirmiştir. Bunun bir sonucu olarak, aynı manzaradan, aynı ifadeden farklı algılamalar söz konusu olmaktadır. Özellikle, Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın en belirgin i’caz parıltısı olan îcaz/veciz üslubu, sonsuz ilahî ilmi yansıtan geniş kapsamı ve değişik muhatapların seviyesini göz önünde bulunduran hikmetli ifadeleri karşısında, bu farklı algılamalar oldukça geniş bir yelpazede boy göstermiş, aklî, ilmî, fikrî ve hissî sahada cereyan etmiştir.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Kur’an tefsirinde cereyan eden farklı yorumlar, genellikle birbirine zıt olan görüşler değil, birbirini açıklayan, birbirini tamamlayan yorumlardır. Bunlar birbirinin hükmünü yok sayan ihtilaflardan ziyade, ayetin manalarından birini esas alan ve “masadak“ denilen uygun bir örnekleme çeşitliliğidir.

Kur'an'ın kapsamı

Kur'an, bitmez, tükenmez bir hazinedir. Zaman ve mekân üstü evrensel ilâhî bir mesajdır. Her asır, onun naslarını ve muhkemâtını/açık-seçik ifadelerini olduğu gibi kabul ile beraber, ikinci derecede yer alan diğer ilmî hakikatlerinden de hissesini alır, fakat başkalarının gizli kalmış hisselerine ilişmez. Diğer bir ifadeyle, "zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Ortaya koyduğu gerçekler daha da netleşerek gözler önüne seriliyor.

Bilindiği gibi, her devirde yazılan ilmî eserlerin, muhatapları tarafından yeterince anlaşılabilmesi için onları kavrayan kimseler tarafından açıklanması gerekir. Allah'ın, evrensel bir kitap olarak gönderdiği Kur'an'ın, böyle bir izaha ihtiyacı ise ortadadır. İndiği günden beri hitap ettiği her devirde bu ihtiyaç yapılan tefsirlerle karşılanmıştır. Alimler, kendi bilgileri çerçevesinde ve içinde bulundukları çağın gereklerini de göz önünde bulundurarak Kur'an'ı tefsir etmişlerdir. Her müfessir Kur'an'ı tefsir ederken uzman olduğu ilim alanını ön plana çıkartacak şekilde bir metot takip etmiştir. Bunun tabii bir neticesi olarak da tefsir ilminde farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Râzi'nin tefsirinde Kelâm, Beydâvî'de belagat, Kurtubî'de Ahkâmla ilgili hususların ön plana çıktığı görülmektedir.

Kur’an’ın Eşsiz Üslûbu

Bir sözün güzelliği, mükemmelliği, yüksekliği ve derinliği dört unsura bağlıdır:

a. Mütekellim
b. Muhatap
c. Maksat
d. Makam.


Bir kısım ediplerin sadece sözün makamını dikkate almaları belâğat açısından doğru bir tesbit değildir. Çünkü bir sözün kimin tarafından söylendiği, kime söylendiği, niçin söylendiği ve hangi makamda söylendiğine bakılarak hakkında doğru karar verilebilir. Bu çerçevede Kur'an'ın durumuna bakıldığı zaman onun eşsizliği kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü bir sözün arkasında, onun sahibinin şahsiyeti, ilim ve kudreti vardır.

Hiç kuşku yok ki, gücünü yüce Allah'ın sonsuz ilminden alan, insanların en zeki ve en akıllısı, insanlık camiasının yıldızları olan peygamberlerin en üstünü Hz. Muhammed (a.s.v) gibi eşsiz bir şahsiyete hitap eden ve onun şahsında bütün insanlık ailesini muhatap alan, on beş asır boyunca edebiyatın en ünlü uzmanlarını belagatına -ilmen- secde ettiren, onlara boyun eğdiren, insanlık için dünya ve âhiret saadetini temin edecek prensipleri ders veren, Allah'ın birliğini, genelde peygamberlik müessesini ve özelde Hz. Muhammed (a.s)'in peygamberliğini, âhiretin varlığını ispat ve insanlık camiasında Allah'a karşı kulluk görevi ile adaletin mükemmel bir şekilde işlemesini sağlamayı gaye edinen ve binlerce âyetinde onları ders veren bir kitabın eşi benzeri olamayacağı gibi, onun ifade inceliklerini -aynı seviyede- kavramak da herkse için geçerli değildir. Milyonlarca tefsirin varlığı bunun açık bir delilidir.

Kur'an'ın lafızları, sadece bir mânâyı değil, pek çok mânâları ifade etmektedir. Bütün zaman ve mekânlarda bulunan bütün insanlara hitap eden Kur'an, insanların tüm kesimlerine ayrı ayrı mânâları ifade edecek bir üslûpta gelmiştir. Bu sebeple, Kur'an'ın mânâsı küllîdir. Her bir müfessir, o küllî mânâdan kendisine uygun bir tanesini alır ve izah eder. Bunu yaparken ya anlayışına, ya deliline, ya da meşrebine dayandırdığı bir mânâyı tercih eder. Demek ki, Kur'an'ın farklı şekillerde tefsir edilmesi yalnız câiz değil, aynı zamanda ilmî bir zarurettir/bir zorunluluktur.(bk. Nursi, Mektûbat, s.304).

Konuyla ilgili bir kaç misal:

Kur’an-ı Hakim, geniş kapsamıyla bütün zaman ve mekânlara, her seviyedeki insan kesimine aynı ifadeyle hitap edip hepsini ayr ayrı tatmin etmiştir.

Konuya ışık tutacak şu misaller verilebilir:

“Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lamba ve aydınlatıcı bir ay yaratan Allah yücedir.”( Furkan, 25/61). Bu âyetten farklı kesimler farklı mânâlar anlamış ve o mânâların hepsi de doğrudur. Meselâ: Alelâde bir insan, bu âyetten, güneş ve ayın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar. Bir Arap filoluğu ise, âyette geçen "Sirac/lamba/kandil" kelimesinin işaretiyle güneşte ışık ile birlikte ısındırma özelliğinin de var olduğunu anlar. Bir astronomi bilgini ise, bu tabirlerden güneşin, ışığın bizzat kaynağı, ayın ise, ışığını dışarıdan almakta olduğunu anlar. Çünkü, Arapça’da ışığın kaynağı olan şeyler için "muzî" tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de "münîr" tabiri kullanılır. Meselâ: Aydınlık bir oda için "Ğurfetün müzîetün" denilmez, aksine "münîretün" denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için "kabesün münîr" denilmez, aksine "müzî" denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir.

İşte Kur'an-ı Hakim'in Kur'an'da ay için "nur-münîr", güneş için "ziya-siraç" tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir.

Yine, "Allah, yeri de gökten sonra yayıp sermiştir."( Nâziat, 79/30) meâlindeki âyette geçen "Dahv" kelimesinin bir anlamı, serip yaymaktır. Normal bir insan bunu böyle anlar ve anladığı doğrudur. Bu âyeti tetkik eden bir astronomi bilgini ise, bu kelimeden yeryüzünün küre şeklinde yuvarlak olduğunu anlar. Bu her iki anlayışın da doğru olduğunu söyleyen Said Ramazan Bûtî, "Dahv" kelimesini bu her iki anlamda kullanan İbn Rûmî'nin bir şiirine yer vermiştir.( bk. Said Ramazan el-Bûtî, Revâyi', 115-16).

Gerçekten bu kelimeden türemiş olan "medha" kelimesi deve kuşu yumurtasının yuvası anlamına gelir ki, bu da tam yuvarlak olmayıp, elips şeklindedir.( bk. Ahter-i Kebîr; el-Mu'cemü'l-Vecîz, "Dahv" maddesi).

Tefsirde Üç Mesele :

Tefsirde üç temel mesele vardır.

Birincisi : Tefsir edilen ayetlerin Allah’ın kelamı olduğu gerçeğidir.

İkincisi : Allah’ın bu ayetten maksat ve müradı ne ise o haktır.

Üçüncüsü : Allah’ın bu ayetten maksadı şu veya bu olabilir.

İlk iki maddede hiç bir ihtilafın olamayacağı bilinen bir gerçektir. Üçüncü maddedeki husus ise tefsircilerin farklı yorumlarına açık olmak durumundadır.

İşte tefsirdeki farklı yorumların hedefinde tefsire konu olan ayetteki Allah’ın müradını tespit etmek vardır. Örneğin Hud suresinnin 17. ayetinde geçen "Rabbi tarafından gönderilen kesin delile dayanan kimse" den maksatın kim olduğu hususunda farklı görüşlere yer verilmiştir. Bu kimseden maksat, Hz. Muhammed (a.s.m)’dir, diyenlerin yanında, onun Abdullah b. Selam olduğunu söyleyenler de vardır. Keza ayette geçen "peşinden o delili destekleyen" den maksat, Kur’an, Tevrat, aklî deliller olduğu görüşlerine yer verilmiştir.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).

Mesur olan tefsirlerdeki ihtilaflar

Özellikle mesur olan tefsirlerdeki ihtilaflar iki kısımdır:

a. Yalnız lafızda cereyan eden ihtilaf.

Örneğin: “Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başaksına ibadet meyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin.” mealindeki İsra suresinin 23. ayetinde geçen ve buyurdu şeklinde tercüme ettiğimiz “kada” kelimesi, İbn Abbas tarafından “Emera = emretti", Mücahit tarafından “Vassa = Kesin tavsiye etti", Rabi b. Enes tarafından “Evcebe = vacip/gerekli kıldı", şeklinde açıklanmıştır. Bunların hepsi yaklaşık aynı manayı ifade etmekte ve burada gerçek bir ihtilaf söz konusu olmamaktadır.

“Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz.”(Tevbe, 9/41) mealindeki ayette geçen “hafif -ve- ağırlıklı” kavramlarına farklı yorumlar getirilmiştir. Bunlar, yaşlı-genç, zengin-fakir, evli-bekâr, zinde-zinde olmayan, hasta-sağlıklı kimseler olarak yorumlanmıştır. Görüldüğü gibi, bu yorumların hepsi aynı kapıya çıkar, farklılığı sadece lafzîdir. Diğer bir ifadeyle, bunlar uzlaşmaz değil, uzlaşan ihtilaflardır. Çünkü, burada gençler, bekârlar, zinde olanlarla sağlıklı olanlar “hafif” olanlar, diğerleri ise, “ağır” olanlardır. Ayetin ifadesi, bütün bunları birden kapsayabilir. İbarelerin farklılığı, mürad olan/aranan mananın farklılığını göstermez. Bilakis, konu şairin dediği gibidir: “İbarelerimiz/ifadelerimiz farklıdır, ama güzelliğin bir tanedir/Onların hepsi de o güzelliğe işaret etmektedir” (bk. Zerkeşî, Burhan, 2/150-160)

b. Hem lafızda hem de manada cereyan eden ihtilaf. Bu da kendi arasında ikiye ayrılır:

Birincisi: Ayetin, - yorumlarda söz konusu edilen- manaların hepsini kucaklama ihtimali bulunan yerler.

İkincisi: Ayetin, söz konusu edilen manaların hepsini kapsamasının imkânsız olduğu yerler.

Birinci kısım ayetlere şunlar misal verilebilir:

“Onlara, kendisine ayetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat; Evet, o adam bu ilme rağmen o ayetlerin çevresinden ayrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı…”(Araf, 7/175-176). Bu adamın nereli veya kimlerden olduğu konusunda görüşler belirtilmiş; İsrail oğullarından bir adam, Yemenli, Bulkalı olduğu ifade edilmiştir. Bu görüşler arasında herhangi bir çelişki olmadığı için, bu ihtimallerin hepsi göz önünde bulundurulabilir.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar..”(Maide, 5/54) mealindeki ayette vurgulanan vasıflara sahip bir çok topluluk ortaya çıkmıştır. Allah’ın dinine sahip çıkacak topluluk kavramı çok geniştir. Çeşitli zaman ve mekânlarda İslam tarihi boyunca, bu vasıfta topluluklar Allah’ın lütfüyle eksik olmamıştır. Bunların hepsi de bu ayetin işaret ettiği evsafta işler yapmış ve ayetin işaretine birer masadak (uygun birer örnek) olmuşlardır

Tefsirlerde bu konuda, daha çok -birer misal olarak- Hz. Ebu Bekir (ra) ve arkadaşları, Hz. Ali (ra) ve arkadaşları, Yemen halkı, İranlılar gibi topluluklar söz konusu edilmiştir(bk. Zemahşerî, Razî, ilgili ayetin tefsiri).

İbn Aşur da, Araplar, Farslar, Gassaniler, Türkler, Kıptiler, Berberiler, Moğollar, Tatarlar, Endülüslüler… gibi bir çok Müslüman topluluğun bu ayetin işaretine mahzar olduğunu söylemiştir.(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Bediüzzaman Said Nursi ve Elmalılı Hamdi Efendi de, bu ayetin övgüsüne mazhar olanlardan birisinin Türk Milleti olduğunu söylemişlerdir.

İşte bu yorumlar arasındaki farklılık, bir çelişkiyi ifade etmez. Bilakis, yorumlarda yer alan bütün bu farklı kesimlerin hepsi de, ayetin bir masadakı/ayetin muhtevasına uygun birer canlı örnek olarak değerlendirilmelidir.

İkinci kısım için şu ayetleri misal verebiliriz:

“Kendileri için bir mehir belirlemiş olduğunuz eşlerinize dokunmadan onları boşarsanız, bu takdirde belirlemiş olduğunuz mehrin yarısını vermeniz gerekir. Ancak eşler yahut “nikah bağı elinde bulunanlar” gözü tok davranırsa o başka..”(Bakara, 2/237) mealindeki ayette yer alan “nikah bağı elinde bulunanlar”, Hz. Ali tarafından koca, İbn Abbas tarafından ise veli olarak yorumlanmıştır. Bu iki yorum arasında bir uzlaşma mümkün değildir. Alimler, Hz. Ali’nin yorumunu tercih etmişlerdir(konuyla ilgili geniş bilgi için bk. Suyutî, itkan, 2/225-237).

Kur'an Allah'ın kelamı’dır. Bütün asırlara, bütün zamanlara hitap eder. Bu nedenle her asrın, her melek, cin ve insanın her durumuna uygun bir hitabı olduğu gibi, her birinin de ondan alacağı bir dersi vardır. Öyleyse, imanın şartlarına, islamiyetin esaslarına ve Arapça’nın kurallarına uygun olmak şartıyla, Müfessirlerimizin anladıkları ve tefsirlerine yazdıkları, Allah’ın muradıdır, denilebilir. Bu durum Kuran'ın büyüklüğünü ve her zamana ve herkese hitap ettiğini gösterir.

Muhaddis Kimdir?
Tahdis den ismi fail olan muhaddis genel olarak hadis rivayet eden kimse manasına gelir. Bu manada ravinin müteradifi olarak kullanılır.
Muhaddisin tarifinde İslâm alimleri değişik ölçüler gozönüne almışlardır. Kimine göre muhaddis yukarıda anıldığı gibi ravi ile eş anlamlıdır. Buna göre her hadis rivayet eden ravi muhaddis sayılır. Ne var ki bu tarif eksiktir. Aslında ravi ile muhaddis arasında umum husus münasebeti vardır. Her muhaddis ravidir, ancak her ravi muhaddis değildir. Ravi, hadisleri isnadıyla rivayet eden kimse olduğu halde muhaddis onları rivayet etmekle kalmayıp garib lafızlarını, değişik vecihlerini, ravilerini ve diğer hususları iyi bilen kimsedir. Bu itibarla muhaddisin raviden üstün olduğunda şüphe yoktur.

Diğer taraftan hadis alimlerine göre muhaddis, senedleri ezberlemekle birlikte, isnadlan teşkil eden ravilerin ne dereceye kadar adaletli veya mecruh olduklarını bilen kimsedir. Fakihlere göre ise muhaddis sadece hadis işitmekle kalmayıp senetleri ezberleyen, ravilerin adalet veya cerh drumlanm bilen alime denir. İbn Adî, hadis ezberlemeyeni muhaddis saymaz. 806
Bazı alimler hadis alimlerini ezberledikleri hadis sayısına göre dercelendirerek yirmibin hadisi metinleriyle ve senetleriyle ezberlermiş, senetleri oluşturan ravilerin tercümelerini, cerh ve ta'dil noktasından hallerini bellemiş kimseye muhaddis denileceğini söylemişlerdir. Kabul etmek gerekir ki, bir kimsenin ne kadar hadis bildiğini kestirmek çok güçtür. Bu bakımdan bu tarif muhaddis sayılan bir hadiscinin aşağı yukarı ne kadar hadis bildiğine dair bir fikir verirse de tarif için kesin bir ölçü niteliğinde değildir.
es-Suyûtî'ye göre gerçek manada muhaddis, hadislerin isnadlarını, illetlerini, âlî ve nazil olanlarını, senedleri teşkil eden ravilerin isimlerini bilmekle beraber el-Kutubu's-Sitteyi, Ahmed b. Hanbel'in müsnedini, Beyhaki'nin sünenini, et-Taberani'nin mu'cemlerini öğrenmiş, bilgisine bin kadar cüz eklemiş kimsedir. Muhaddisin asgari ölçüsü budur. 807
Şu hale göre alimlerin muhaddis tarifleri az da olsa birbirinden farklıdır. Ne var ki bu tariflerin özünü, bir kimseye muhaddis denilebilmesi için, en azından onun hadis kaynaklarını bilmesi, hadislerin senedlerini teşkil eden ravileri tanıması, herbirinin adalet veya cerh durumları hakkında malumat sahibi olması gerektiği oluşturmaktadır. Buna bir de hadislerin sahihlerini, sahih olmayanlarından ayıracak yeteneğe sahip olmayı eklersek muhaddis denen alimlerin niteliği özlü hiçimde ortaya çıkmış olur. Muhaddisin vazifesi rivayet ettiği haberleri kendisinden sonrakilere değiştirmeden nakletmektir. Bunun için birtakım yeteneklere sahip olması gerekir.


3) Esmaül-Hüsna: Allahın güzel isimleri nelerdir?
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki:

“Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.” Bir rivâyette: “Kim o isimleri sayarsa cennete girer.” buyurmuştur. Buhârî hadisi bu lafızla çıkarmıştır. Müslim'de “tek” kelimesi yoktur.
Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikir 5, (2677); Tirmizî, Daavât 87, (3502).
 
Üst