Dünyada Uhrevî Âlem Goncası
ÇOCUK
O başlı başına bir âlemdir... Ne hiçbir kayıt altına girmeyen ve sınırsız bir şefkatle onu sinesine basan ana, ne de erkeklik sertliği, donukluğu ve biraz da perdeli, bulanıkça bir hâl ile ona eğilen baba.. Hiçbiri olduğu gibi onu anlayamaz. Onda, bülbüllere "Sus ben öteyim." diyen bir dil vardır ama, herşeyi binde birkaç gören ve duyan insan nereden bilecek o dili?
O, Cennetlerden inmiş taze bir gül, çiçeği üstünde taravetli bir meyvedir. Çürütmek için toprak ona kucak açmış beklemekte; rüzgârlar onu soldurmak için esmekte; güneş onun damarlarındaki hayat suyunu ışık hüzmesi kollarıyla emmekte... Belki de kaziye bunların tamamen aksinedir. Evet belki de herşey kucak açıp ona koşmakta; güneş soluklarıyla ona hayat üflemektedir.
Kudsî Hadis dilinde, yâni Hakk lisanında "Gönül meyvesi" ince varlık, Ruhlar âleminin mutlak sevimliliğini, evlerimizin içinde canlandıran kanatsız melektir. Annenin babanın çok çok yukarılardan çekip indirdikleri, ten tenceresine hapsettikleri o parlak ve sevimli ruh, Hamlet'in dediği gibi "Olmak veya olmamak" için kaynatılmakta. Güzellerden ve güzelliklerden ayrı düştüğü bu cihetler hepsinde ya var olmazsa!..
Ona giydirilen kaypak dünya gömleği, kaybettiği ruhî sultanlığın yerini tutar mı?.. Bir gül gibi koklayıp durduğunuz, kemer bağlamış bir gonca deyip kucaktan kucağa attığınız; nefesinde sabânın geleceğini taşıyan o evlerin ocakların neşesine biz ne veriyoruz acaba?
Bütün o gülüp güldürmeleri; tepinip gönlümüze heyecan getirmeleri, ağlayıp şefkatimize cilveler kazandırmaları hangi elverişle mükâfatlandırıyoruz? Şu zemin, topyekûn gök, bu sevimli şehbaza taht olmaz. Onun ülkesi, yıldızlar âleminin çok ötesindeki Cennetlerdir.
Hayal ipinin çözüldüğü, aklın parçalarının suya erdiği o âlemde, kanat çırpıp göklere yükselen de odur. Efendiler Efendisi, bu mevzuun dahi büyük sarrafı, küçükleri çocukluk semasının ayı, güneşi Hasan ve Hüseyin'e (ra) "Cennet reyhanı" dememiş miydi? Bu, üstü kapalı, o ebedî nimet sofrasında, iştah açıcı bir koku demektir.
Onlar; İranlısı, Turanlısı hattâ Küfristanlısı, Cennet ehline çocuk sevgisi zevkini yetiştirecek fidanlardır. Biz dünyada onların ışıklarına çok defa gölge olur, bütün ümit gündüzlerini geceye çeviririz. Haşir-neşir olduğumuz ruh sıkıntılarını onların mukavemetsiz ruhlarına da içiririz. Zihnî melekelerin inkişafa başlaması ile ufkunda beliren binlerce istifham içinde terk ettiğimiz o yavrucaklar kendine bir şey vermeyen görgüsüz ve duygusuz muhitin, kör inat ve amansız baskısı karşısında, bir saksı içinde oraya hapsedilmiş bir kır çiçeği gibi, çirozlaşır, fıtrat ve tab'ına aykırı bir istikamette varlık arzetmeye başlarlar.
Artık, geniş ufuklarda fevkalâde bir cüretle şehbal açıp tecessüse koyulacak o ölü ruh, mücerret düşüncenin elinden tutup götüreceği, ulvî âlemlerin sonsuzluğuna eremediği için, maddenin hudutlarına çarpa çarpa kolsuz kanatsız kalır. Hâlbuki o parlak ufuklar ve o feyizli kucakta, daima hasas, daima mevceler hâlinde ve fıkırdaşan o masum oluşma ve istenen şekle girme sancısını çekmektedir. İçini dolduran niçinlere cevap verir, semasını tereddüt hislerinden temizlediğiniz an, onu yaratılışın hikmeti istikametine sevk etmiş olacaksınız.
Kar yağar, yağmur yağar, bulutlar yere su serpip tozu toprağı yatıştırır, sonra çekilir gider, Güneş, kürenin bağrına elini uzatır, "yardım, yardım" diye atan kâlbine, sahibinin izni ile bir itminan getirir. Ay, günlere destan düzer... Bir bir bütün yıldızlar bu türküyü söyler, siyah saçlarını yüzüne dökmüş uyuyan gece o kadar munisleşir, tatlılaşır ki, âdeta gündüzden farkı kalmaz. Omuz omuza âyetler, uç uca işaretler, şerh ister, tarih ister ki, kafa ve vicdan yar olsun. İç-dış olan bu âlem ve Kur'ân birbirinden koparıldığı günden beri kopardığı feryat, maceranın bağrını kana boyasın, elmasın kademini kömürün ateşini söndürsün.
Çekirdek çürür ondan ağaç olur, ipekböceği ipek hasıl eder, sonra yok olur. Bütün bunlar arşa birer cilve, devran bunun üzerine kurulmuş, çark bu istikamette dönüyor. Biz de fıtratın bu yüksek kanunlarına uymak mecburiyetindeyiz.
Izdırabımız çocukların saadetini, ağlamamız onların gülmelerini, hiç olmazsa bir ağacın tımarına verdiğimiz ehemmiyet kadar üzerlerine eğilmemiz, onların ebediyen var olmasını temin edecektir. Sevilen ve sevilecek olan varlıkları, sevimsiz hâle getirmeye, hoyratlaştırmaya hakkımız yok. Hakk'ın fidanlarını, Cennet bağının güllerini soldurmaya nasıl hakkımız olabilir? Bizim onlarla alâkamız çobanlık alâkasından daha ileri değildir!
Hakk'ın Habibi, torunlarını, ev yakınlarını, çocuklarını omuzunda büyüttü... Hem büyük bir dâvânın mücahedesi, hâlledilmesi çok güç meselelerin mihraka oturtulması esnasında... Evet, o esnada eşsiz elmas, kerim yavru İbrahim'in demirci dadısına gidiyor; isin, pasın içinde O'nu okşuyor, sinesine basıyordu.
Ve yine o esnada ay parçası iki torununu kucağına alıp "Allah'ım ben bunları seviyorum, sen de sev" diyordu. Hikmet kutbunun kucağından düşmeyen o iki yıldız, atılmanın, itilmenin kendilerine kazandırdığı ziya ile, Sadr-ı İslâm'dan bu yana binlerce peyke güneş olmuşlardır.
Ve yine o günden bugüne nice sokağa atılmışlar, izbelerde unutulmuşlar veya zevk ve kaprislerimize kurban olmuşlar vardır ki, fıtrî teşekkülü bozulmuş, bodurlaşmış ve de ihmalkârlıklarına Cehennem zakkumu yedirmişler ve yedirmektedirler. O taze gül, o kır çiçeği ve zambaktan böyle koku, böyle Cehennemî meyve bizim kadir bilmezliğimizden meydana geldiği için, bugün ve o gün (Ukba'da) sancısını da biz çekeceğiz.
Cenâb-ı Hakk şu devirde bile bataklıkta gül yetiştirenlerden ders alıp, îmâna tam uymaya cümleyi muvaffak kılsın.