Büyük barış istedim de başım göğe mi erdi!

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Büyük barış istedim de başım göğe mi erdi!
04 Eylül 2011 Pazar 07:36
Askeri alanlara başımdaki örtüyle girince başım göğe mi erecek?
Namaz kılan genelkurmay başkanı mı istiyormuşuz yoksa başörtülü kadın subaylar mı?
Ülkeyi daha ne kadar ele geçirecekmişiz?
Bu ülkenin işsizlik, eğitim, terör gibi çok daha ciddi meseleleri varmış da biz nelerle uğraşıyormuşuz, derdimiz neymiş?
Daha doğrusu bilinçaltımızda neler varmış?
Meseleye boyun uzaması ya da kısalması şeklinde bakmak zaten bu ülkenin en temel yaklaşımlarından birisidir...
Bu sakat mantıktır ki, hiçbir meseleye çözüm sunmaz. Zaten böyle konuşmaya başladığınızda, bir mücadele içine girersiniz ki, bundan sonra artık her meseleyi “zor” yoluyla çözmeye çalışırsınız. Yani güçlü olan dilediğini yapar, bu da sürgit böyle devam eder. Ama bu süreçten pek adalet çıkmaz.
***
Bu ülkede adaleti ve sosyal barışı ayakta tutmak için yapılmalı ne yapılıyorsa, konuşulmalı ne konuşuluyorsa.
Yoksa ne başörtülü kadınlar askeri alanlara girince boyları uzayacak, ne de TSK milletin sesine kulak verdiğinde boyu kısalacak.
“Büyük Barış Öneriyorum” başlıklı yazıma çok farklı kesimlerden ilginç tepkiler aldım, büyük çoğunluğu olumlu olmasına rağmen “cesur öneri” olarak adlandırılması da tuhaf geldi. Bu milletin kırk yıldır aralarında söyleştiği şeylerdi bunlar.
Meseleyi erken cumhuriyete kadar götürüp tartışmaya açacak değilim.
Şimdi bir yeni dönemin önünde duruyoruz.
Genelkurmay da özeleştirisini yapmaya başladı. (Koşaner Paşa “sözlerimin arkasındayım” dedi.)
İşte bu süreçte dikkat çekmek istediğim husus şudur ki; teknik konulardaki hataları değil TSK ile bu milletin arasındaki sorun. Karakolların yetersizliği, donanımsızlığı, profesyonel askerlik meselesi falan... Tamam bunlar da tabi ki çok önemli.
Ama bu milletin yüreğini yakan çok daha büyük bir soruna dikkat çektim. İstediğiniz kadar TSK’yı mükemmel tahkim edelim, bir tek kayıp vermesinler, kusursuz bir orduya dönüşsün.
Ne yazık ki, mesele bu değil işte.
Bu millet onların hepsini bir dereceye kadar hoş görür, evladını gözünü kırpmadan bağışladığı gibi her türlü kusuru bağışlar.
Değil mi ki, “annelerinin bağırlarından çocuklarını alacak kadar “bizden” olan TSK’nın, o askerlerin anneleri, kardeşleri, eşleriyle aralarına ördüğü kalın ve aşılmaz duvar var, değil mi ki koca bir millet o duvarın arkasındadır, asıl mesele budur.
Haydi bir adım daha öteye geçiyorum:
Başörtülü anaların çocuklarını askere sorgusuz sualsiz alan, öldüğü zaman da sadece “üzülen” TSK’nın “askeri okullara” girmek isteyen gençlerin yedi ceddini araştırıp, okula giriş formlarına dahi “anaların başı açık fotoğraflarını” şart koşmasını da, ailesindeki dindarlıktan dolayı “tehlikeli” görüp Askeri Okullara alınmamasını hangi vicdanın kabul edeceğini merak ediyorum.
28 Şubat sürecinin hemen akabinde Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “iyice öğrensinler, sorun çıkmasın” diyerek kışlaların, lojmanların girişine astırdığı “tavşan kulağı modeli başörtüsü şekilli maketler ve özel çizdirilmiş resimleri” kim izah edebilir.
Bunların doğruluğunu savunacak birisi var mı?
Başörtülü kadınlar eğer isteselerdi, yapılan bu haksızlıklara karşı evlatlarını askere göndermemek gibi sivil itaatsizlik başlatabilir pekala da tahmin edilemeyecek kadar başarılı olurlardı. Fakat yaptıkları yanlışın bir gün farkına varacaklar diye hep sabırla hareket etti bu millet.
İşte “Büyük barış öneriyorum” derken, ben TSK ile milletin arasına örülen duvarların yıkılmasını istemiştim.
Okumadığım için, Bekir Coşkun “bu benim Genelkurmay başkanım değil” diye çiziktirmiş midir bilmiyorum. Orduevlerine nasıl girecek, arkadaşlarının yüzüne nasıl bakacak diyenleri de, bu millete bidon kafa diyenleri de bir kenara koyuyorum.
Kafalarının içinde duvarlar örülü olanların beni anlamasını beklemiyorum ama Necdet Özel Paşa’nın anlayacağını umuyorum...
Berlin duvarı falan hikaye, asıl bu duvar yıkılınca neler olacağını bir görün!...
Star
 

YİĞİDO

Üye
Kademeli
Uçan halı ve Yüzbaşı Amerika'nın giysisi
04 Eylül 2011 Pazar 06:19
Dostoyevski, biz Avrupa'yı öğrenmekle kendimize nasıl bakacağımızı öğrenmeliyiz, diyordu.
Biz de, Batı'yı öğrenmekle onu nasıl anlamamız gerektiğinin yolunu açmalıyız, diyoruz. Bu cümle, bizi, Batı kültürünü irdelemenin yolunu açmaya yöneltmelidir.
İmdi, soru şudur:
Batının ilmini alalım, fakat onun ahlâkını reddedelim demenin acaba bir anlamı olabilir mi?
Bu cümleye bir anlam izafe edenin durumunu nasıl değerlendirmemiz gerekir?
İlimle ahlâkı iki ayrı kategori olarak bölmek, aslında tam da Batı kültürünün ondan uymasını istediği bir eğilime boyun eğmek olur. Bütün bir Tanzimat aydını bu tuzağın içine yuvarlanmıştır.
Bir insanın üzerinde yer aldığı ahlâkî zemin her ne ise, onun oradan devşireceği her türlü hasadın- episteme, etik, estetik- mahiyeti de o ahlâkın karakterini taşır.
Böylece nasıl İslam'ın ilmini onun ahlakından ayıramıyorsak, Batının ilmini de onun ahlakından ayırmak imkân dâhilinde görünmemektedir.
Ahlâk ile bilgi alanını birbirinden ayırmamız gerektiğini her defasında ileri sürmekten vazgeçmesek bile pratikte epistemoloji ile etik arasında bir geçişliliğin kurulabileceği fikrini kabul etmemiz gerekiyor. Ancak burada, gene de, şu kritik fikri atlamamak önem taşıyor: ahlâk ile bilgi alanı birbirine delil olarak ileri sürülemez. Bir kimsenin ahlâkının yüceliği onun fikrinin yüceliğine delil olarak kullanılamaz. Ve vice versa...
Olayı epistemoloji bağlamında ele almakla, bilginin hangi vasatta boy verdiğinin araştırılması birbirinden farklı iki alanı işaret eder.
Bir kimsenin ahlâkının sağlamlığı onun fikrinin sağlamlığına delil olmaz. Ancak bir kimsenin fikrinin beslendiği ortam ile o fikrin özü arasında bağlılaşım (ilgileşim, korelasyon) kurmak mümkündür.
İnsanoğlu uçmayı her zaman düşünmüştür. Binbir Gece masallarındaki uçan halıyı hatırlayın. Oradaki uçan halı tamamiyle insanî bir olaydır. Bir de, 1940'lı, 50'li yıllardaki Yüzbaşı Amerika filmlerindeki kahramanın uçuşunu hatırlayalım. Yüzbaşı Amerika giydiği marifetli elbisesinin düğmelerine dokunarak uçar. Bunda bir yapaylığın olduğu hemen fark edilir. Sonuçta, her ikisi de insanın fantezisinin birer ürünüdür. Fakat uçan halı Doğu kültürünün dışa yansımasını temsil ederken, Yüzbaşı Amerika'nın elbisesi, o uygarlık zeminini demir meleklere dayandırmış olan bir kültürün ürünüdür.
Uçan halı fantezisi bizi yeryüzü üzerinde seyahate çıkarır, oysa demir melekler kültürünün marifetli elbisesi ile uzaya, uzayın boşluğuna seyahat edersiniz.
Doğu ve Batı kültürlerinin müntehasını irdelediğimizde, halen Batı kültürünün fena halde etkisi altında bulunan bizler, benim burada söylemek istediğim sonuca akıl erdirmekte zorlanabilir. Çünkü uzaya gitmek günümüzde marifet sayılmaktadır. Aslında uçan halı da, Yüzbaşı Amerika'nın uçmaya elverişli elbisesi de iki farklı kültürün birer farklı sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Uçan halı figürü bizi uzay seyahatine götürmez; o, bizim yeryüzü seyahatimizi kolaylaştırıcı bir fantezi olarak tasarlanmıştır. Yüzbaşı Amerika'nın elbisesi ise bizi uzay yolculuğuna sevk eder. Yüzbaşı Amerika'nın farklı versiyonlarında ona siyasal misyonlar da yüklenmiştir.
Hâsılı, her iki kültürün uzantısına bakıldığında, onlar kendi ihtiyaçlarının yemişlerini verir.
İnsanların sürekli ilişki ve dayanışma içinde yaşamasını öngören İslam dininin hâsılası olan kültürde televizyon seyretmek hayati bir ihtiyaç halinde görülmezken; bireyci ve bireysel bir hayat öngörüsüne dayanan Batı kültüründe -en özelde de Amerikan yaşantı tarzında- televizyon vazgeçilmez bir icat telakki edilmiş ve anında olağanüstü bir rağbete mazhar olmuştur.
Söz konusu bilimlerin teknik alana yansıması olan buluşlar, aynı zamanda, o buluşların zeminini oluşturan ahlâk telakkileri ile de ilgileşim halindedir.
Yeni Şafak
 
Üst