Z
Ze'Mahşer
Ziyaretçi
Muhsin İlyas Subaşı¸ geçtiğimiz yıl¸ Türk edebiyatında eser veren şairlerden farklı bir eserle geldi gündeme; Aşkistan…Bu¸ aruzla yazılmış bir şiir kitabıydı. Muhsin İlyas Subaşı¸ ilk kitaplarında zaman zaman aruz denemeleri yapmış olsa da¸ böyle müstakil bir kitabı yoktu. Aşkistan bu bakımdan önem taşımaktadır.
Biz kitabın üzerinde durmadan önce¸ kendisinin¸ Divan Edebiyatı üzerine yazdığı bir yazıdan bazı alıntılar yapmak istiyoruz:
“Divan Edebiyatı¸ bütünü dikkate alınırsa¸ dil olarak daha çok Farsça ve Arapça kelime ve terkipleri kullanır. Zaten buna karşı çıkanların dayanağı da budur. Onlara göre¸ bu dil kültürümüzden çe- kildiğine göre¸ Divan Edebiyatı da böyle bir taşıyıcılığının bedelini geri plâna atılarak ödemelidir. Bu garâbeti savunanların bilmediği çok şeyden bize göre en önemlisi şudur:
Batı Medeniyeti¸ bizim kültür değerlerimizi hesaba katarken¸ edebiyatta¸ hele hele şiirde yalnızca Divan Edebiyatı’nı dikkate almaktadır: Çünkü¸ Osmanlı Edebiyatı¸ tamamıyla Şiir Edebiyatı’ndan meydana gelmektedir. Buna “Şiir Medeniyeti” de diyebiliriz.
Yeni yüzyıla Batı tarzı şiirde hayli mesafe almış olarak girdiğini iddia edenler¸ bekledikleri genel kabulü görememektedir. Bunun sebebi de bütünüyle değerlendirdiğimiz zaman bizim yeni tarz şiirimize bizim ruhâniyetimizin¸ bizim duygu estetiğimizin¸ heyecanlarımızın¸ umutlarımızın yeterince sinmiş olduğunu iddia etmek zor olmaktadır. Bugün Divan Şiiri’nin¸ bırakın Gazeli¸ bırakın Kasideyi¸ bırakın Mersiyeyi¸ bir Berceste mısraya sığdırdığı iç dünyamızı günümüzün tarzıyla ancak kocaman bir şiirde verebilmekte zorlanmaktayız. Böyle bir ret mantığının arkasında biraz da bu âcizliğin dayanılmaz açmazını aramak lazım.
Bence Divan Edebiyatı¸ herhangi bir koruma içgüdüsüne sığınacak kadar zayıf değildir. O kendi gücüyle ayakta durmaya devam edecektir. Bizde olmasa bile¸ Batı kaynaklarında devam edecektir. Şiir¸ tarihten daha gerçektir. O insanın iç tarihidir. Siyasi problemleri çözemeyenlerin edebî problem çıkarmaları yadırganamaz. Küçük düşünenlerin büyük idealleri olamayacağı için böyle bir saldırı¸ tedirginlik doğurmamalı¸ bu noktada öz eleştiri ve çıkış yolları bulma için uyarı olarak algılanmalıdır.
Bugün¸ Divan Edebiyatı’ndan beslenenlerin¸ bir tavır ortaya koymaları gerekmektedir. Üstelik bu¸ kendi varoluş sebeplerimiz için de gereklidir. Bırakın bir asrı¸ birkaç asır da geçse¸ dünya şiir lite- ratüründe Divan Şiiri’nin bizim kültürümüzü temsil gücünü kırmaları mümkün değildir. Ona sahip çıkanların da ona saldıranların da bilmesi gereken esas gerçek bu olsa gerektir bence. Bunu fark edebilirsek¸ her iki taraf da kendi zaaflarını gözden geçirme şansını yakalamış olur ki¸ kültürümüz adına en çok buna ihtiyacımız vardır…” (Muhsin İlyas Subaşı¸ Şiirden Şuura¸s.119. Nesil Yayınları¸ İstanbul-2004)
Yazar¸ böyle bir dikkat noktasına sahip olunca¸ yarın birileri çıkıp¸ “Böyle diyorsun ama¸ sen de şairsin. Aruzla neyin var?” Kaygısını duymuş olacak ki¸ böyle bir soruya muhatap olmamak için olmasa bile böyle bir hassasiyetin gereği olarak Aruz’la şiir kitabı çıkarmış.
Kitabın arkasına yazdığı metin ise¸ adeta şiir kitabının “Önsöz”ü niteliğinde. Şair burada tezini izah ediyor:
“Aşkistan’daki rubailerin tamamı¸ Divan Edebiyatı şiir anlayışı içerisinde¸ rubai formuna uygun olarak aruzla yazılmıştır. Benim şiir tarzımın bir parçası haline gelen birkaç kelimenin dışında¸ Arapça ve Farsça terkiplere yer vermemeye özen gösterdim. Bununla da¸ bir şeyi daha ifadelendirmek istedim: Arzu edilirse¸ bugünkü Türkçe’mizle de aruz şiiri yazılabilirmiş. Bunun en yetkin örneklerini Mehmet Âkif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı vermişlerdir. Üstelik bu¸ Âkif’de halk irfanını¸ Beyatlı’da ise entelektüel düşüncenin ifade tarzı olarak ilgi görmüşlerdir. Bu iki şair ile aruzla rubai yazan Arif Nihat Asya ve Fuat Bayramoğlu’nun bu alandaki çalışmalarının tamamlayıcısı olmak iddiasında değilim¸ ama o yolun ucunda ufka yürüyen bir inanmış olmayı istedim…
Divan Edebiyatı¸ bazı şairlerin eserlerinde¸ dili itibariyle halka hitap etmiyor gözükse bile¸ duyguyu kavrama ve yayma¸ estetik değerlerimizi ifade olarak bize aittir. İmparatorluk aydınının yedi asır boyunca yaşattığı bir edebiyatı¸ tarihi miras açısından olsun sahiplenmek¸ korumak ve yarınki nesillere taşımak¸ geçmişimizin gücünü ve derinliğini ifade bakımından gereklidir.
Böylece¸ başkalarının karşı çıkmasını bir kenara bırakarak¸ bu edebiyattan beslenenlerin de kendi sorumluluklarının farkında olması yönünde bir uyarı ışığı yakmış olayım¸ dedim.
Umarım¸ böyle bir niyet ve sorumluluğun ürünü olan bu eser¸ gayesine hizmet etmiş olacaktır.” (Muhsin İlyas Subaşı¸ Aşkistan¸ kapak yazısı)
Kitapta yer alan şiirlerin tamamı “Rubai”. Kitap 101 adet rubai’den oluşuyor. Subaşı ilk rubaisini ‘Divan Edebiyatı’ geleneğine sadık kalarak¸ “Münacat” tarzında yazmış:
Rabbim¸ Sana hamdolsun¸ ne verdinse bana¸
Geldimse¸ Senin lütfunla geldim cihana.
Sevmek ve sevilmek en büyük armağanın¸
Paylaşmaya güç ver servetinden¸ alana...
Münacat tarzındaki birkaç şiirinden sonra¸ Naat rubaileri var. Arkasından¸ çoğunluğu ilâhi aşk olmak üzere değişik konularda rubailer. Biz herhangi bir tercih yapmadan¸ geneli hakkında fikir versin diye¸ 50. Rubai’yi buraya alıyoruz:
Yağmur yıkasın gönlümde¸ senden geleni¸
Tutsun gecenin koynunda¸ sensiz güleni.
Ben¸ bin çilenin kahrında pişmiş gibiyim¸
Göster bana¸ yâr koynunda dertsiz öleni!
Şair 100. Rubaisinde şairleri anlatıyor:
Şâir¸ hayalinden geçenin saf dilidir¸
Şâir¸ yaşanan bin çilenin bülbülüdür¸
Ondan açılır gönlümüzün nağmeleri¸
Şâir¸ bize aşkın sunulan ak gülüdür.
Son şiir ise şiirin poetik yorumu gibidir:
Şi’rin yüreğimden süzülen meyvesi bu¸
Gurbet dili¸ gönlün sesi¸ Hak bestesi bu¸
Bunlar bana yükler gecenin tılsımını¸
Ulvîliği Hak’tan bileceksen¸ sesi bu!..
Türk şiirinin güçlenerek yarınlara taşınması bakımından bu tür çalışmaların arttırılmasının faydalı olduğunu düşünüyoruz. Subaşı¸ belki de bir tepki şuuruyla da olsa¸ bu çalışmayı başlatmış. Umarız¸ bunun arkası gelecektir. Özellikle genç şairlerimizin böyle bir yönelişe girmeleri¸ hiç olmazsa¸ arada bir “Divan Tarzı”nı denemeleri¸ bu geleneği besleyen damarlara geri dönmemiz bakımından oldukça faydalı olacaktır. Şairi kutluyoruz.
Enes PALA
Biz kitabın üzerinde durmadan önce¸ kendisinin¸ Divan Edebiyatı üzerine yazdığı bir yazıdan bazı alıntılar yapmak istiyoruz:
“Divan Edebiyatı¸ bütünü dikkate alınırsa¸ dil olarak daha çok Farsça ve Arapça kelime ve terkipleri kullanır. Zaten buna karşı çıkanların dayanağı da budur. Onlara göre¸ bu dil kültürümüzden çe- kildiğine göre¸ Divan Edebiyatı da böyle bir taşıyıcılığının bedelini geri plâna atılarak ödemelidir. Bu garâbeti savunanların bilmediği çok şeyden bize göre en önemlisi şudur:
Batı Medeniyeti¸ bizim kültür değerlerimizi hesaba katarken¸ edebiyatta¸ hele hele şiirde yalnızca Divan Edebiyatı’nı dikkate almaktadır: Çünkü¸ Osmanlı Edebiyatı¸ tamamıyla Şiir Edebiyatı’ndan meydana gelmektedir. Buna “Şiir Medeniyeti” de diyebiliriz.
Yeni yüzyıla Batı tarzı şiirde hayli mesafe almış olarak girdiğini iddia edenler¸ bekledikleri genel kabulü görememektedir. Bunun sebebi de bütünüyle değerlendirdiğimiz zaman bizim yeni tarz şiirimize bizim ruhâniyetimizin¸ bizim duygu estetiğimizin¸ heyecanlarımızın¸ umutlarımızın yeterince sinmiş olduğunu iddia etmek zor olmaktadır. Bugün Divan Şiiri’nin¸ bırakın Gazeli¸ bırakın Kasideyi¸ bırakın Mersiyeyi¸ bir Berceste mısraya sığdırdığı iç dünyamızı günümüzün tarzıyla ancak kocaman bir şiirde verebilmekte zorlanmaktayız. Böyle bir ret mantığının arkasında biraz da bu âcizliğin dayanılmaz açmazını aramak lazım.
Bence Divan Edebiyatı¸ herhangi bir koruma içgüdüsüne sığınacak kadar zayıf değildir. O kendi gücüyle ayakta durmaya devam edecektir. Bizde olmasa bile¸ Batı kaynaklarında devam edecektir. Şiir¸ tarihten daha gerçektir. O insanın iç tarihidir. Siyasi problemleri çözemeyenlerin edebî problem çıkarmaları yadırganamaz. Küçük düşünenlerin büyük idealleri olamayacağı için böyle bir saldırı¸ tedirginlik doğurmamalı¸ bu noktada öz eleştiri ve çıkış yolları bulma için uyarı olarak algılanmalıdır.
Bugün¸ Divan Edebiyatı’ndan beslenenlerin¸ bir tavır ortaya koymaları gerekmektedir. Üstelik bu¸ kendi varoluş sebeplerimiz için de gereklidir. Bırakın bir asrı¸ birkaç asır da geçse¸ dünya şiir lite- ratüründe Divan Şiiri’nin bizim kültürümüzü temsil gücünü kırmaları mümkün değildir. Ona sahip çıkanların da ona saldıranların da bilmesi gereken esas gerçek bu olsa gerektir bence. Bunu fark edebilirsek¸ her iki taraf da kendi zaaflarını gözden geçirme şansını yakalamış olur ki¸ kültürümüz adına en çok buna ihtiyacımız vardır…” (Muhsin İlyas Subaşı¸ Şiirden Şuura¸s.119. Nesil Yayınları¸ İstanbul-2004)
Yazar¸ böyle bir dikkat noktasına sahip olunca¸ yarın birileri çıkıp¸ “Böyle diyorsun ama¸ sen de şairsin. Aruzla neyin var?” Kaygısını duymuş olacak ki¸ böyle bir soruya muhatap olmamak için olmasa bile böyle bir hassasiyetin gereği olarak Aruz’la şiir kitabı çıkarmış.
Kitabın arkasına yazdığı metin ise¸ adeta şiir kitabının “Önsöz”ü niteliğinde. Şair burada tezini izah ediyor:
“Aşkistan’daki rubailerin tamamı¸ Divan Edebiyatı şiir anlayışı içerisinde¸ rubai formuna uygun olarak aruzla yazılmıştır. Benim şiir tarzımın bir parçası haline gelen birkaç kelimenin dışında¸ Arapça ve Farsça terkiplere yer vermemeye özen gösterdim. Bununla da¸ bir şeyi daha ifadelendirmek istedim: Arzu edilirse¸ bugünkü Türkçe’mizle de aruz şiiri yazılabilirmiş. Bunun en yetkin örneklerini Mehmet Âkif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı vermişlerdir. Üstelik bu¸ Âkif’de halk irfanını¸ Beyatlı’da ise entelektüel düşüncenin ifade tarzı olarak ilgi görmüşlerdir. Bu iki şair ile aruzla rubai yazan Arif Nihat Asya ve Fuat Bayramoğlu’nun bu alandaki çalışmalarının tamamlayıcısı olmak iddiasında değilim¸ ama o yolun ucunda ufka yürüyen bir inanmış olmayı istedim…
Divan Edebiyatı¸ bazı şairlerin eserlerinde¸ dili itibariyle halka hitap etmiyor gözükse bile¸ duyguyu kavrama ve yayma¸ estetik değerlerimizi ifade olarak bize aittir. İmparatorluk aydınının yedi asır boyunca yaşattığı bir edebiyatı¸ tarihi miras açısından olsun sahiplenmek¸ korumak ve yarınki nesillere taşımak¸ geçmişimizin gücünü ve derinliğini ifade bakımından gereklidir.
Böylece¸ başkalarının karşı çıkmasını bir kenara bırakarak¸ bu edebiyattan beslenenlerin de kendi sorumluluklarının farkında olması yönünde bir uyarı ışığı yakmış olayım¸ dedim.
Umarım¸ böyle bir niyet ve sorumluluğun ürünü olan bu eser¸ gayesine hizmet etmiş olacaktır.” (Muhsin İlyas Subaşı¸ Aşkistan¸ kapak yazısı)
Kitapta yer alan şiirlerin tamamı “Rubai”. Kitap 101 adet rubai’den oluşuyor. Subaşı ilk rubaisini ‘Divan Edebiyatı’ geleneğine sadık kalarak¸ “Münacat” tarzında yazmış:
Rabbim¸ Sana hamdolsun¸ ne verdinse bana¸
Geldimse¸ Senin lütfunla geldim cihana.
Sevmek ve sevilmek en büyük armağanın¸
Paylaşmaya güç ver servetinden¸ alana...
Münacat tarzındaki birkaç şiirinden sonra¸ Naat rubaileri var. Arkasından¸ çoğunluğu ilâhi aşk olmak üzere değişik konularda rubailer. Biz herhangi bir tercih yapmadan¸ geneli hakkında fikir versin diye¸ 50. Rubai’yi buraya alıyoruz:
Yağmur yıkasın gönlümde¸ senden geleni¸
Tutsun gecenin koynunda¸ sensiz güleni.
Ben¸ bin çilenin kahrında pişmiş gibiyim¸
Göster bana¸ yâr koynunda dertsiz öleni!
Şair 100. Rubaisinde şairleri anlatıyor:
Şâir¸ hayalinden geçenin saf dilidir¸
Şâir¸ yaşanan bin çilenin bülbülüdür¸
Ondan açılır gönlümüzün nağmeleri¸
Şâir¸ bize aşkın sunulan ak gülüdür.
Son şiir ise şiirin poetik yorumu gibidir:
Şi’rin yüreğimden süzülen meyvesi bu¸
Gurbet dili¸ gönlün sesi¸ Hak bestesi bu¸
Bunlar bana yükler gecenin tılsımını¸
Ulvîliği Hak’tan bileceksen¸ sesi bu!..
Türk şiirinin güçlenerek yarınlara taşınması bakımından bu tür çalışmaların arttırılmasının faydalı olduğunu düşünüyoruz. Subaşı¸ belki de bir tepki şuuruyla da olsa¸ bu çalışmayı başlatmış. Umarız¸ bunun arkası gelecektir. Özellikle genç şairlerimizin böyle bir yönelişe girmeleri¸ hiç olmazsa¸ arada bir “Divan Tarzı”nı denemeleri¸ bu geleneği besleyen damarlara geri dönmemiz bakımından oldukça faydalı olacaktır. Şairi kutluyoruz.
Enes PALA