Acıkmış Katıra Gül Koklatmak

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Domuz sürüsüne kuzu katılmaz

Lütuf tarlasına adım atılmaz

Acıkmış katıra gül koklatılmaz

İt eniği ite çeker unutma!”

Böyle diyor, söz ustası Abdurrahim Karakoç, “unutma!” başlıklı şiirinde. İnsanın söz ustası olması bir başka. Benim sayfalarla ancak ifade edebildiğim bir meramı o, bir tek cümleyle bir çırpıda anlatıveriyor… Bu tür sözler Türk halk muhayyilesinde de yeterince bulunmaktadır. Halk, günlük konuşmalarında bu sözlerden azami derecede yararlanmaktadır.
“Acıkmış katıra gül koklatılmaz!”
Peki ama neden?
***
Bu “neden”e cevap verebilmek için lafı birazcık dolaştırmak zorundayız. Bilindiği gibi katır, eşekle atın birleşmesinden doğan (babası eşek, anası kısrak) bir ara hayvandır. Yani o ne eşektir, ne attır. Anlayacağınız katır, daha baştan, nesebi gayrı sahih olmaklık bakımından, vukuatlıdır… Bu “neseb” işini hafife almamak lazım. Bunun dışında, katır ve katırın sulbünden geldiği eşek cinsi, ağır işlerde iyi iş görmekle beraber, kaba-sabalığı, ince fikirli olmaması, daha doğrusu hiç fikir edememesi, zeki olmaması ve üstelik de oldukça inat olmasıyla maruftur. İlaveten, katır, her ne kadar öldürücü tekmeler gibi güce sahipse de, sanattan anlamaz. Sanat üretemez. Bunu eskiler “eşşekten perşembelik umulmaz” sözüyle özetlemişlerdir…
Bir katır düşünün, hem de acıkmış bir katır: Şimdi bu hayvanın, biricik yiyeceği olan saman ve ottan, yeşil bir yoncadan başka bir şey düşünecek mecali var mı, olabilir mi? [Herhalde katır, petrol, doğal gaz, yer altı madenleri düşünecek değildir ya!] Gözü ahırın kapısında, ha geldi ha gelecek diye beklemekten bîtap düştüğü efendisinin ellerinde kendisine uzanacak bir tutam otta ya da bir kalbur samandadır. Bunun dışında her ne ikram ederseniz o hayvan için gereksiz, lüzumsuz ve münasebetsizdir. Şimdi tam bu demde, yani açlıktan tepinip durmaktayken katıra birisinin bir gül uzattığını düşünün: Rengi tabiatın gerçek rengini, kokusu gerçek kokuyu yansıtan, estetiği, zarafeti, güzelliği ile insanın başını döndüren; tarih boyunca sevginin sembolü olagelmiş, kara sevdalı türkülerin ayrılmaz bir parçası, gerçek san’at olan ilahî sanatın en nazenîn boyutunu temsil eden bir gül…
İşte böyle bir gül, bizim acıkmış katırımız için ya bir “ot” olarak görünecek ve tabi katırca bir iştiha ile kaptığıyla birlikte ham yapacak. Yahut, kendisiyle dalga geçildiğini düşünerek öfkelenecek ve sahibiyle beraber gülü de tekmeleyecek; nallarının altında ezilen gül, katır gübresine karışmaktan da kurtulamayacaktır.
Gül ve katır! Kabalık ve incelik. Hantallık ve güzellik Paspallık ve zerafet. Süflîlik ve ulvîlik. Şehvet ve güzellik. Menfaat köleliği ve gerçek sanat. Tekme ve gül yaprağı. Gübre ve gül kokusu… Bu listeyi uzatmak mümkündür.
“Acıkmış katıra gül koklatılmaz” sözü, katırlardan bir alıp veremediği olmayan birileri tarafından söylenmiş fantezi bir söz değildir. Bunun derin anlamları vardır. Bilgece bir sözdür. Kısaca ve genel hatlarıyla, yaratılıştaki düzeni, ahengi, uyumu, ilahî/aklî dengeyi gözetmenin gereğini hatırlatan bir sözdür. Neyin nerde durması gerektiğine dikkat etmeyi telkin etmektedir. İlahi tabiî dengede katır, gülden ve gül kokusu gibi, hassas alıcıların olmasını gerektiren, ondaki zerafeti ve insanı büyüleyen güzelliği algılama yeteneklerinden mahrumdur. Aç katıra gül koklatmak, hem katıra bir zulümdür, hem de gül gibi en zarif bir çiçeği katırın tekmeleri altına vermekle çiçeğe bir zulümdür. Bunu yapmamak gerekir.
Bu sözün başka alanlarda telmih ettiği başka anlamlar yok mu? Vardır elbette. Mesela bir ayıya, küçük bir bebek teslim edilemez. Zarif sanat eserlerinin sergilendiği bir züccaciye dükkanına fil; güzel bir bostana inek girdirilemez. Kedinin boynuna ciğer asılmaz. Aç köpek fırın bekçiliği yapamaz. Bir ırz düşmanına namus bekletilmez. Ve artık diyeceğimizi diyelim: Kur’an münkiri bir kafire Kur’an hediye edilemez.
Peki ama neden?
***
Bir Kur’an düşünün ki, insanlığı doğru olan tek yola, sırat-ı müstakîm’e çağırmaktadır. Peygamber Muhammed’i (a.s) Allah’ın bunun için risaletle görevlendirdiğini bildirmektedir. Bir Kur’an düşünün ki, Allah’a iman edenleri mü’min, iman etmeyenleri kafir olarak adlandırıyor. Allah’a iman eden, Allah’dan korkan, mü’minleri seven, onları dost edinen ve namazı kılıp zekatı verenlere Allah’ın velisi payesini veriyor. Allah’a iman etmeyenleri, Mü’minlere düşmanlık yapanları ise şeytanın velileri olarak adlandırıyor. Bu aynı Kur’an, şirki necaset, müşrikleri necisler olarak kategorize ediyor. Kafirlerin ebediyen iflah olmayacaklarını haber veriyor. Yeryüzünde Allah’ın indirdikleri ile, yani kendisi ile hükmedilmesini emrediyor. Onunla hükmetmeyenleri kafir, zalim ve fasık sayıyor. Bir Kur’an düşünün ki, erkek ve kadınlara namuslarını korumalarını, açılıp saçılmamayı emrediyor; örtünmeyi emrediyor. İçki, kumar (şans oyunları), falcılık, putperestlik gibi gelenekleri “şeytan işi pislikler” kabul ediyor. Namuslu kadınlara iftira atılmasını iğrenç buluyor ve faillere ceza öneriyor. Bir Kur’an düşünün ki, namazı, orucu ve infakı emrediyor.
Peki bu Kur’an, kendisini elinde taşıyanların bütün bunlardan hiç haberi yokmuş gibi, gayet pahalı, sükseli bir baskı ile bastırılıp, yine gayet süslü-püslü bir ambalajla sarılıp sarmalanarak, hediyeler valizine konulabilir ve onun birinci dereceden tebliğ muhatabına hediye olarak sunulabilir mi? Evet, sunulabilir. Yani bu, beşer tarihi açısından vak’ay-ı adiyedendir. Çünkü beşerin türlü dalaletleri ve garabetleri vardır, onlardan birisi de budur. Kur’an, beşer tarihi boyunca nice kafirin hilesine alet edilmiştir. Kur’an’ın bir hediyelik eşya konumuna indirgenmesine şaşmamak gerekir. Kur’an ilk kez nesneleşmiyor. Nesne, yani bir araç. Çıkarlarına alet ettikleri bir araç. Evet o Kur’an, ilgili zatın, hediye edilmiş eşyalar koleksiyonunda yerini alacak, ama o zatın kendisi, Kur’an’ın geldiği coğrafyaya ve daha ilerisine doğru, bombardıman uçaklarını göndermeye devam edecek. Elbette edecek, çünkü kendisine bu Kur’an’ı hediye edenler, bir anlamda “çekinme katliamlarını devam ettir!” mesajını vermiş oluyorlar.
İşte dinin siyasete alet edilmesi kelimenin tam anlamıyla budur. Onüç yaşındaki bir çocuğun başındaki bir metrelik bir örtüden, dünyayı yakıp-yıkacak gibi anlamlar çıkartanlar; müslüman mahallesinde bir kızcağızın başını örtmesini, o mahallede diğer başı açık olanlara “baskı” ve “dayatma” anlamına geldiği gibi olağanüstü yorumlar devşirenler, o başörtüsüne, sadece iki-üç ayetini tahsis eden Kur’an’ın kendisini hediye alıp veriyorlar, bundan hiçbir olumsuz anlam çıkmıyor! Tıpkı bir zamanlar, kendi katlarından bir ruhbanlık uyduran, ama ona da adam gibi uy(a)mayan Hristiyanlar gibi… (57/Hadid, 27) Ya da zanlarınca, Allah’a ve putlarına ekinlerden ve hayvanlardan paylar ayırıp, “bunlar Allah’a, bunlar da ortaklarımıza” dedikten sonra, Allah’a ayrılanları da kendi ortakları hesabına geçiren (6/En’am, 136) Mekke müşrikleri gibi…
Şu halde gerçek anlamda anlaşılmıştır ki, Kur’an’ın münkirleri gerçek anlamda çifte standartlı kişilerdir. Aynı zamanda din istismarcısıdırlar. Yine, hediyelik eşya konumuna indirdikleri (nesneleştirdikleri) Kur’an’ın, “bilin ki onlar gerçek bozgunculardır, fakat bilincinde değilller”; bilin ki onlar gerçek sefîh (beyinsiz/akılsız/düşkün) kimselerdir, fakat bilmiyorlar” (2/Bakara, 12-13) diyerek gerçek kimliklerini açıkladığı kimselerin, beynen-nâs “biz ıslah edicileriz” diye şişinmeleri gibi…
Dini istismar etmeyen, etmeye karşı olan kimse, ilk başta kendisi buna uymalı değil midir? Kur’an’a inanmayan kimse onun adını ağzına bile almamalı değil midir? Kur’an’ın getirdiği hayat düzenine inanmayan, sadece ona bir fetiş ya da tabu gibi inananlar, onu hediyelik eşya durumuna düşürmek ahlaksızlığını işleyebilmektedirler. Bir ölümcül hasta düşünün: Kendisine en mahir doktorun verdiği, şifa bulacağında kuşku olmayan bir reçeteyi ***ürüp bir başka ölümcül hastaya sırf “hediye” ediyor. Üstelik de reçeteyi yazan doktora düşmanlıklarını eksiltmiyorlar.
Yeryüzündeki en büyük fesat, kelimeler ve kavramlarla oynayarak, insanların zihnini alabora etmek, toplumların algılayışlarını manipüle etmektir. Teoman Duralı’nın adlandırmasıyla, Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudi medeniyeti, tanklar ve uçaklardan önce savaşını kelimeler ve kavramlarla yapmaktadır. Bir ülkeye savaş uçaklarını göndermeden önce, gerek o ülkeye gerekse bütün dünyaya karşı şeytanın bile aklına gelmeyecek kurnazlıkta bir propaganda savaşı yürütmektedirler. Bu propagandanın özeti şudur: Medeniliğin, gelişmişliğin, kalkınmışlığın, çağdaşlığın zirvesine ulaşmış bulunan Amerika, bu kıstaslar açısından listenin en altında kalmış ülkeleri eğitmek, terbiye etmek, onları da medeniyetin belli seviyesine çekmekle yükümlüdür! Amerika dünyanın öğretmenidir! Bunun için o geri kalmış bölgelere medeniyet ***ürmektedir! Bir sınıfta dersi uslu dinlemeyen öğrencilere öğretmen ne yaparsa, işte Amerika da, savaş açtığı ülkelere (bunlar genellikle “islam ülkesi” denen ülkelerdir) onu yapmaktadır.
İşin aslı ise ABD (daha doğrusu Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudi medeniyeti) kendisine yeni enerji kaynakları aramaktadır. Yeni sömürge alanları açmak istemektedir. Yani acıkmıştır. Tam bu demde ona Kur’an hediye etmenin bir anlamı yoktur. Halbuki ona enerji kaynakları lazım. Petrol lazım, doğal gaz lazım vs.. E artık bu durumda o Kur’an’ın, yukarıda resmetmeye çalıştığımız katır-zede çiçeğin akıbetinden bir farkı kalır mı, varın siz düşünün.
Bu arada belirtelim ki, nasıl ki modern dünyanın katırları eskisinden çok farklı ise, katırcıları olduğu gibi, katırlara ot yerine çiçek verenleri de farklılaşmıştır. Bunlar sıradan bir bilmezliğin esiri değiller. Bile isteye oynanan oyunun taraflarıdır. Katırlar ve hâdim-i katırlar bir ihanet oyununu birlikte sergilemektedirler. Burada saf olanlar, oyunu safça izleyen, gülünmesi gereken yerde ağlayan, ağlanması gereken yerde gülen, ama siyasi basiretleri dumura uğramış müslüman toplumlardır. Bu siyasi körlük devam ettiği sürece, bilumum kutsallarıyla birlikte, tepişen katırların arasında telef olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Bunları söylerken Kitab’ın, “Allah’dan ümidini ancak kafirler keser” ikazını da asla unutmuş değilim…
Ne dersiniz, acıkmış katıra gül koklatmakla, Kur’an vermek arasında bir fark var mıdır?

Mehmed Durmuş – İktibas
 
Üst