Baharı uğurlamak için uygun bir yer olacağını düşünerek gitmiştim oraya. Ömrümün bilmem kaçıncı baharını (biliyorum da söylemiyorum)…
“Geriye daha kaç bahar kaldı?” sorusu daha kabristanın girişinde tırmaladı ruhumu. Okumaya başladığım Fatiha soruyu geçici de olsa unutturdu.
İlk dikkatimi çeken gölgelerdi. Yemyeşil ağaçların gölgesi düşmüştü mezarların üstüne. Mezarların gölgesi de ölümün hayattaki uzantısı gibiydi. Mermerlerin soğuk duruşları, mezar taşlarındaki yazılar hayatın kısa bir özetiydi. Çoğu mezar taşında doğum ve ölüm tarihleri yazılıydı. İki taş veya iki tarih arasında bir hayat. Öyleyse ne önemi var insanın?
Kimiz biz? Ölen ve öldüren, giden ve gelen, acıkan ve doyan. Bitimli ve arzulu. İsyan eden, karşı çıkan, tutkulu, şehvetli, doğru ve yanlış arasında sıkışan.
O’nun dışındaki her şeyin kırılışını simgeliyordu kabirler.
Neler yatıyordu bedenlerden maada toprak altında? Sırlar geldi ilk aklıma. İkinci aklıma gelen: Ayrılıklar. Yalan ve dolanlar. İyilikler ve kötülükler. İnsan hikâyeleri. Geçirdiğimiz depresyonlar, panik atakları. Zekiler, kıt akıllılar. Yakınmalar, şükürler. Bitmişti işte. Öte dünyaya başlamak için. Her şey oraya ulaşmak içindi. Tez geçmişti övgülerin hazzı. İnsanların övgüsü de kalabalıkların yergisi de kabrin karanlığında sıkışıp kalmıştı. Övgüler de yergiler de eşit derecede önemsizdi.
Her kabir taşı, “Sönmek için yanıyor her ışık” sözünü doğrular gibiydi. Ölüm iki dünya arasında bir gedikti. Döner taşı, öter kuşu yoktu artık sakinlerinin. Kabristan ölüm denizi gibiydi. Kabirler yüzüyordu denizde. Her insanın hayat nehri de buraya varıyordu.
Kabirlerin üzerinde çiçekler, bitkiler canlanmıştı. Ölüme inat. Ağaçların uçları kıpır kıpırdı. Rüzgâr dalları çekiştirip durarak sessizliğin boşluğunu dolduruyordu. Kuşlar rüzgârla oynaşıyor, kabristana neşe saçıyordu. Baharın sesini soluksuz dinliyordum ki, kendi soluğumu duydum. Kendi ölümümün buz kesen soluğunu. Soluğum kesildi. Dalıp gitmiştim. Toprağın altında kalmış sözler, un ufak olmuş diye geçirdim içimden. Hayır, dedim. Toprağın altında kalmamıştı sözler. Bir levh-i mahfuzda yazılmıştı. Kayıtları tutulmuştu.
Bir kabrin yanı başında durdum. “Hüvel Baki” yazıyordu. Hayalhanemde onu kabre koyduğumuz an belirdi. Sağ yanına yatırmış, yüzünü de kıbleye döndürmüştük. “Ölmek: sağ yanımızın yere değmesi, yüzümüzün de kıbleye dönmesi” diye geçirdim içimden. Bir terapist, hastalarına öldüklerinde mezar taşlarına ne yazılmasını isteyeceklerini sorar. Bunu, hayatı nasıl yaşamak istediklerinin bir göstergesi sayar. Ben de yanı başında durduğum mezar taşındaki gibi “Hüvel Baki” yazılmasını isterdim diye düşündüm.
Kabristandaki bahara elveda demeye hazırlanırken, “son sözlerin nedir?” diye sordum ona. “Beni yeniden yeniye yaratan buradaki bedenleri de yeniden yaratacak” diye seslendi. “Bir gün dirileceksiniz yine. Hesabını tuttuğunuz saç telleriniz yeniden uzayacak. Yanaklarınız yeniden kızaracak. Bacaklarınız sizi oraya buraya taşıyacak güçte olacak. Gözleriniz gözlerinize değecek yine.”
Sonra, “Elveda!” dedi bahar. “Görüşmek üzere” diyerek uğurladım onu. Yağmaya başlayan yağmurla arkasından su bile dökmüş oldum.
Kabristandan ayrılırken düşünceliydim. Bir mezar taşında doğum ve ölüm tarihi, “Hüvel Baki” yazısı. Bir de… Bunu yazmak zor geldi.
Kabirler, insanın benliğine sınırlarını gösteren biricik mekânlardır. Yalnız gitmeli oraya. Yalnızca gitmeli. İçten dışa dıştan içe yürümeli. Topu topu bu, demeli. Bu işte. Az çok, eksik fazla, ne yaşanırsa yaşansın, hepsi bu. Gözü dönmüş hırslarımıza kabirler gösterilmeli. Al işte demeli. Sonun bu. Öfkelerimize kabirler gösterilmeli. Bak işte sen de sağ yanına yatacaksın. Yüzün kıbleye dönük. Endişelerimize kabirler gösterilmeli. Al işte demeli. Neden korkuyorsun hayatta? Başımıza gelmesinden korktuğumuz şeylerin en büyüğü bu ve bu bizim yazgımız. Yazgısını sevmeli insan. Razı olmalı. İncinmiş yanımıza kabirler gösterilmeli. İşte bu. Hepsi bu. İncitenlerin de incinenlerin de sonu.
Tüm yaşadıklarımız sağ yanına yatacak. Yüzleri kıbleye dönük…
Mustafa Ulusoy
“Geriye daha kaç bahar kaldı?” sorusu daha kabristanın girişinde tırmaladı ruhumu. Okumaya başladığım Fatiha soruyu geçici de olsa unutturdu.
İlk dikkatimi çeken gölgelerdi. Yemyeşil ağaçların gölgesi düşmüştü mezarların üstüne. Mezarların gölgesi de ölümün hayattaki uzantısı gibiydi. Mermerlerin soğuk duruşları, mezar taşlarındaki yazılar hayatın kısa bir özetiydi. Çoğu mezar taşında doğum ve ölüm tarihleri yazılıydı. İki taş veya iki tarih arasında bir hayat. Öyleyse ne önemi var insanın?
Kimiz biz? Ölen ve öldüren, giden ve gelen, acıkan ve doyan. Bitimli ve arzulu. İsyan eden, karşı çıkan, tutkulu, şehvetli, doğru ve yanlış arasında sıkışan.
O’nun dışındaki her şeyin kırılışını simgeliyordu kabirler.
Neler yatıyordu bedenlerden maada toprak altında? Sırlar geldi ilk aklıma. İkinci aklıma gelen: Ayrılıklar. Yalan ve dolanlar. İyilikler ve kötülükler. İnsan hikâyeleri. Geçirdiğimiz depresyonlar, panik atakları. Zekiler, kıt akıllılar. Yakınmalar, şükürler. Bitmişti işte. Öte dünyaya başlamak için. Her şey oraya ulaşmak içindi. Tez geçmişti övgülerin hazzı. İnsanların övgüsü de kalabalıkların yergisi de kabrin karanlığında sıkışıp kalmıştı. Övgüler de yergiler de eşit derecede önemsizdi.
Her kabir taşı, “Sönmek için yanıyor her ışık” sözünü doğrular gibiydi. Ölüm iki dünya arasında bir gedikti. Döner taşı, öter kuşu yoktu artık sakinlerinin. Kabristan ölüm denizi gibiydi. Kabirler yüzüyordu denizde. Her insanın hayat nehri de buraya varıyordu.
Kabirlerin üzerinde çiçekler, bitkiler canlanmıştı. Ölüme inat. Ağaçların uçları kıpır kıpırdı. Rüzgâr dalları çekiştirip durarak sessizliğin boşluğunu dolduruyordu. Kuşlar rüzgârla oynaşıyor, kabristana neşe saçıyordu. Baharın sesini soluksuz dinliyordum ki, kendi soluğumu duydum. Kendi ölümümün buz kesen soluğunu. Soluğum kesildi. Dalıp gitmiştim. Toprağın altında kalmış sözler, un ufak olmuş diye geçirdim içimden. Hayır, dedim. Toprağın altında kalmamıştı sözler. Bir levh-i mahfuzda yazılmıştı. Kayıtları tutulmuştu.
Bir kabrin yanı başında durdum. “Hüvel Baki” yazıyordu. Hayalhanemde onu kabre koyduğumuz an belirdi. Sağ yanına yatırmış, yüzünü de kıbleye döndürmüştük. “Ölmek: sağ yanımızın yere değmesi, yüzümüzün de kıbleye dönmesi” diye geçirdim içimden. Bir terapist, hastalarına öldüklerinde mezar taşlarına ne yazılmasını isteyeceklerini sorar. Bunu, hayatı nasıl yaşamak istediklerinin bir göstergesi sayar. Ben de yanı başında durduğum mezar taşındaki gibi “Hüvel Baki” yazılmasını isterdim diye düşündüm.
Kabristandaki bahara elveda demeye hazırlanırken, “son sözlerin nedir?” diye sordum ona. “Beni yeniden yeniye yaratan buradaki bedenleri de yeniden yaratacak” diye seslendi. “Bir gün dirileceksiniz yine. Hesabını tuttuğunuz saç telleriniz yeniden uzayacak. Yanaklarınız yeniden kızaracak. Bacaklarınız sizi oraya buraya taşıyacak güçte olacak. Gözleriniz gözlerinize değecek yine.”
Sonra, “Elveda!” dedi bahar. “Görüşmek üzere” diyerek uğurladım onu. Yağmaya başlayan yağmurla arkasından su bile dökmüş oldum.
Kabristandan ayrılırken düşünceliydim. Bir mezar taşında doğum ve ölüm tarihi, “Hüvel Baki” yazısı. Bir de… Bunu yazmak zor geldi.
Kabirler, insanın benliğine sınırlarını gösteren biricik mekânlardır. Yalnız gitmeli oraya. Yalnızca gitmeli. İçten dışa dıştan içe yürümeli. Topu topu bu, demeli. Bu işte. Az çok, eksik fazla, ne yaşanırsa yaşansın, hepsi bu. Gözü dönmüş hırslarımıza kabirler gösterilmeli. Al işte demeli. Sonun bu. Öfkelerimize kabirler gösterilmeli. Bak işte sen de sağ yanına yatacaksın. Yüzün kıbleye dönük. Endişelerimize kabirler gösterilmeli. Al işte demeli. Neden korkuyorsun hayatta? Başımıza gelmesinden korktuğumuz şeylerin en büyüğü bu ve bu bizim yazgımız. Yazgısını sevmeli insan. Razı olmalı. İncinmiş yanımıza kabirler gösterilmeli. İşte bu. Hepsi bu. İncitenlerin de incinenlerin de sonu.
Tüm yaşadıklarımız sağ yanına yatacak. Yüzleri kıbleye dönük…
Mustafa Ulusoy