Vahdet-i Vücûd Risalesi

Nurun Ala Nur

Düzenleyici
Moderator
VAHDET-İ VÜCÛD RİSALESİ

Yazan: İbn Kemal Paşa’nın yardımcısı Nebî b. Turhan (Abdulbarî b. Turhan) b. Turmuş es-Sinabî.
Terceme: Harun Ünal

Bismillahirrahmanirrahim
(Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla)

Zalimlerin kendisi hakkında söyledikleri şeylerden münezzeh olan yüce Allah’a hamd olsun. Sürekli salat ve selam, hakkı pervasızca haykıran, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, Ehl-i Beytine, şeriatını koruyan yakınlarına, dinini savunan ashabına olsun.
Asıl konuya gelince, hiçbir şeye muhtaç olmayan yüce Allah’a mahtaç olan Nebî bin Turhan b. Turmuş es-Sinabî şu gerçeklere değinmek ister.
Ey inananlar! Şu gerçeği oldukça iyi bilmelisiniz ki, tasavvuf ehlinin mezhebi, batıl, asılsız bir mezheptir. Bunların dalalet ve sapıklıkları, yetmiş iki fırkanın sapıklığından daha tehlikelidir. İşte bu bakımdan tasavvuf ehlinin görüşlerini bilmek gereği vardır. Böylece müminler, tehlikeden kurtulmuş ve sakınmış olsunlar. Hem tasavvuf ehlinden, hem bunların meclislerinden ve hem de bağlı bulundukları görüşten uzak kalabilsinler. Çünkü bunların hem kendileri sapık ve hem de birçoklarını saptırıyorlar. Bizim burada sözünü ettiğimiz görüş, “Füsûsu’l-Hikem” adlı kitabın yazarı İbn Arabî’nin mezhebi ve görüşüdür. Doğrusu onun ortaya koyduğu görüş, büyük bir felaket ve musibettir. Bu bakımdan tertemiz olan şeriata bağlanıp sarılın ki, cehennem ateşinden kurtulmuş olasınız.
Bu öğüdü, konuyu iyice bilenlerden dinleyin ve kabullenin. Çünkü sözünü ettiğimiz görüşün sahipleri kafirdirler. Haktan sapmışlardır. Hem sapa sağlam şeriatten ve dosdoğru yoldan da çıkanlardır. Bunlar hüsrana uğrayan şeytanın tarafında, onun ekibinde yer alanlardır.
Şu gerçeği iyice bilmelisiniz ki, Füsûs adlı eserin sahibi Muhiddîn Arabî, ilk zamanlarda kendi çağının en değerli bilginlerinden, alimlerinden, ileri gelen şeyhlerindendi. Ancak son zamanlarında ise kendisi kafirlerin lideri durumuna geçmiştir. Çünkü ona göre puta tapan ile Allah’a ibadet eden arasında hiçbir ayırım yoktur. O bunun için, der ki: “Mümkinlerden herhangi bir şeye tapanlar, aslında Allah’a ibadet ediyorlar.” Nitekim Füsûs adlı kitabında da: “Doğrusu münezzeh olan Hak (Allah), müşebbeh olan halkın kendisidir” demektedir. Ayrıca puta secde eden kimse, Muhiddin Arabî’ye göre, putu red ve inkar edenlere göre daha bilgilicedir. Yine kendisi şunları söylüyor: “Putlara ibadet etmeyi terketmek aslında cehaletten kaynaklanan bir şeydir.” Ayrıca Füsûs’unda Hz. Nûh (a.s.)’un kavmiyle ilgili olarak şu görüşlere yer veriyor: “Eğer onlar Ved, Süva’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlı putlarına ibadeti terketselerdi, terkettikleri ölçüde hakkı bilmez olurlardı.” Yine Füsûs kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Aslında ne kadar puta tapanlar varsa, hepsi Allah’a ibadet ediyorlar.” Nitekim kendisi yine aynı kitabında Hz. Hûd (a.s.)’un kavmiyle ilgili olarak şu ifadeleri zikrediyor: “Onlar, kurb’ten yani yakınlıktan oluştular, böylece arada uzaklık denen şey kalktı. Bunlar için cehennemin adı yok oldu. Dolayısıyla tümü kurb yani Allah’a yakınlık nimetleriyle kurtuluşa erdiler. Bu da onların bunu haketleri yönündendir.” Yine Füsûs’unda diyor ki:
“Kim ilahlık davasına kalkışırsa, o bu davasında doğrudur.” Evet bu ve benzeri şeriata aykırı bir çok ifadeler kullanmaktadır. Aslında Muhiddîn Arabî’nin bu gibi ifadeleri kullanmaktan amacı, Vacibu’l-Vücud olan zat ki o bizzat Allah’ın kendisidir. İşte bu, aynı zamanda tüm mümkünlerin de vücududur, kendisidir. Evet savunduğu düşünce budur. Eğer savunduğu düşünce bu olmasaydı. O zaman söylediği: “Mümkünlerden herhangi bir şeye tapanların tümü, Allah’a ibadet etmiştir” sözünün bir anlamı kalmazdı. Oysa gayet açıktır ki, mabudun feyzi, tapınılan bir ilah olamaz. Böylesi bir inançtan Allah’a sığınırız.
İşte onun bu saçmalıklarından dolayı döneminin şeriat erbabı, onun küfrüne ve ilhadına hükmetmişlerdir. Daha sonra bu yüzden boynu vurulmuştur. Nitekim en değerli âlimlerden, kendi döneminin müftüsü olan Sadi Çelebî de Muhiddîn Arabî’nin küfrüne ve ilhadına dair fetva vermiştir. Bundan sonra gelen ve yine en değerli alimlerden olan ve bulunduğu dönemin de müftüsü bulunan Çûy zade (Çivizade) de onun küfrüne ve ilhadına ilişkin fetva vermiştir. Yani bizim zamanımızda kim bu türden görüşleri yayar ve onun itikadı gibi inanırsa, bunların da kafirliklerine ilişkin fetva vermiştir. Çünkü Muhiddîn Arabî İslâm dininin yıkmıştır. Her iki dünyada da onun hasmı sadece Allah’dır. Dünyada hasmı olduğuna ilişkin kanıt, boynunun vurulması suretiyle kendisinin ortadan kaldırılması, helakidir. Ahirette de yandaşlarıyla birlikte, dostlarıyla beraber en acıklı azapla cezalandırılacaktır. Evet durumu böyle olacaktır eğer, dostları da onun inancı üzere idiyseler. Çünkü vücudiye mezhebini ortaya atan İbn Arabî’dir. Nitekim demiştir ki:
“Vacibin hakikatı, mutlak vücuttur. O da Allah’ın zatının aynıdır yani kendisidir. Bu da tüm mümkün varlıkların vücududur. Yani zahirdeki mümkünlerin vücududur. Bu sözden çıkan sonuç şöyle olmaktadır. Mümkünlerden olan her şey vaciptir. Nitekim kendisi bunu kendi sözleriyle Füsûs adlı kitabında söylemiştir. Demiştir ki: “Mevcudatta şekil ve suret olarak Hakk’ın sereyanı, hareket etmesi olmasaydı, şu alemin bir varlığı yani vücudu olmazdı.” Yine bu sözden çıkan sonuç şöyle olmaktadır. “Vacibin mümkünlerin vücudunda yani varlığında bir tesiri yani etkisi ve fonksiyonu yoktur.” Çünkü bu şeyler ona göre bizzat vacibin kendisidir.
Şurası da gayet açıktır ki, bir şeyin kendi nefsine, zatına etkisinin mümteni oluşu yani olamazlığı burada sözkonusu olmaktadır. Yine bu sözden anlaşılan şudur. Sanii, yaratanı tatil etmek, yok saymak, kabul etmemektir. Oysa yüce Allah bu gibi şeylerden yüce ve münezzehtir. Ayrıca tüm peygamberleri de, semavî tüm kitapları da yalanlamak oluyor.
Şurası iyice bilinmelidir ki, hulûliye ve vücudiye gibi tasavvuf mezheplerinin tümü Füsûs sahibi Muhiddîn Arabî’nin mezhebi gibidir. Çünkü bu, onların en büyük akıl hocalarıdır. (Bkz. Hayatu’l-Kulûb, Bap: 38)
Salat ve selam Hz. Muhammed’e, Ehl-i Beyt’ine ve ashabınadır. Bunu tamama erdiren yüce Allah’a hamdolsun. Tüm halkların efendisi olan bizim peygamberimiz Muhammed’e salat ve selam olsun.
Bitti


İSMAİL HAKKI BURSEVİ

İsmail Hakkı aslında İstanbullu’dur. Celvetiye tarikatının şeyhlerinden Atpazarlı Şeyh Osman Efendi’den inabet almış ve adabı, usulü bu şeyhte ikmal etmiştir. Daha sonra şeyhlikte halife olarak Bursa’ya gitmiş, bir müddet sonra da Mısır’a hicret etmiştir. Çağının alimleriyle sohbette bulunmuş, onlardan bilgi ve hüner elde etmiştir. Yine Osmanlı beldesine, İstanbul’a döndü. 1228 tarihinde Şam’a göç etti. Burada bir süre kaldıktan sonra Üsküdar’a tekrar döndü. Burada da bir süre kaldıktan sonra yine Bursa’ya gitti. 1134 yılında yeniden Üsküdar’a gelerek burada iskan etti. Bu sırada vahdet-i vücut meselesini gündeme getirdi. Bu yüzden Tekfur dağında ikamete mecbur kılındı. Ancak affedilip serbest bırakılmasından sonra yine Üsküdar’a gelmiş, burada bir süre kaldıktan sonra, tekrar Bursa’daki görevine atanmış ve oraya gönderilmişti. 1137 yılında Zilkade ayında vefat etmiş ve bulunduğu şehre defnedilmiştir.
(Bkz. Hakikatu’l-Cevami’)

Bitti


VAHDET-İ VÜCÛD RİSALESİ

Yazan: SA'DUDDÎN TAFTAZANÎ
Terceme: HARUN ÜNAL

BİSMİLLAHİRRAHMÂNİRRAHÎM
(Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla)

Zalimlerin, zatı hakkında tüm söylediklerinden yüce ve münezzeh olan Allah'a hamd ederim. Salat ve selam, pervasızca Hakkı haykıran, bir uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen peygamberimiz Hz. Muhammed ile şeriatı olduğu gibi koruyup muhafaza eden ehl-i Beytine, dinine yardım eden sahabesine olsun.
Asıl konuya gelince: Yüce ve hiç bir şeye ihtiyaç duymayan Allah'a muhtaç olan bu yoksul yazar, Sa'duddin Tatazanî olarak şöhret bulan Mes'ud b. Ömer (Ömeroğlu Mesut) -Ki Allah kendisini doğru yola iletsin ve ona gerçeğin tadını tattırsın- söze şöyle başlamak ister:
Muhiddîn Arabî'nin "Füsûsu'l-Hikem" adını taşıyan ve batıllarla dopdolu olan kitabını gördüğümde, bu konu üzerinde konuşmamı hak istedi. Gerçek de beni bu konuda konuşmaya sevketti. "Füsûs" kitabı ümmetleri dalâlete ve sapıklığa yönelten bir kitaptır. Kalb ve gönülleri öldüren, gerçek ve şer-i hükümlerle çelişen bir kitap...
Şu gerçeği oldukça iyi bilmelisin ki, yüce Allah, rahmetiyle kullarını yarattığı gibi, onlara doğru yolu da en gerçekçi ve açık bir şekilde beyan etmiştir. Onlara, akıl denen bir nimetle, hakkı bilme, tanıma gerçeğine ulaşabilmeyi bir nur olarak ihsan etmiştir. Akıl ile gerçeğe ve istediklerine ulaşabilme hüccetini (delilini) sunmuştur. İnsanlar bu sayede, yaratılanlara bakarak yaratanın gerçeğini kavrayabilirler. Yine verilen bu akıl sayesinde, Esma ve sıfatlar açısından yüce Allah hakkında nelerin caiz ve nelerin de muhal (olamaz) olduğu gerçeğini kavrayabilirler. (1) Nitekim yüce Allah'ın peygamber göndermesi işi, O'nun caiz olan fiilleri arasında yer alır. Aynı zamanda yüce Allah, gönderdiği peygamberlerini mucizeler yoluyla da doğrulamaya kadirdir, bu da yüce Allah hakkında caiz olan hususlardandır.
İşte bu noktada aklın tasarrufu ve yetkisi sona erer. Çünkü akıl, meadı yani bundan sonraki ahiret alemiyle ilgili gerçekleri bilme ve tanıma noktasında bağımsız değildir. Ayrıca orada kullar için mutluluklarını veya mutsuzluklarını sağlayacak gerçekleri de bilme olanağından yoksundur. Aklın görevi, bağımsızlığı sadece Allah'ı tanımada ve peygamberlerin doğruluğunu kabulde sözkonusudur. Bundan sonra akıl, kendine döner, peygamberlerden, bunların dünya ve ahiret hayatlarına ilişkin söylediklerini kabul etmeleri gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), zaten akıl gerçeğiyle çelişmeyen ve aklın da açıkça ve bürhana dayalı olarak kabul edecekleri şeyleri söyler, yoksa akılca muhal olabilecek yani olamaz olan bir şeyi peygamber söyleyemez. Çünkü yüce Allah'ın hüccetle, batıl olarak hakkında bir hüküm verdiği şeyin varlığı sözkonusu değildir. Böyle bir şeyin şeriatca varid olmasına olanak yoktur. Ayrıca aklın hakkında olamaz yani muhaldir diye hüküm verdiği bir velayetin ve keşfin de durumu sözkonusu değildir.
Aksine bu ikisinden her birinin olabilir ya da olası şeyler olduğu gerçeği gündeme gelebilir. Kaldı ki şeriat, aklın bağımsız olmadığı bir alanda bir şeyi anlayıp algılamasını red eder. Ancak aklın almada bağımsız olmadığı bir şey, keşif yoluyla ortaya çıkabilir. Çünkü bir şey eğer, keşif ve ayan (ortaya koyma) yoluyla bilenbilecekse, orada aklın bedahati ve bürhanından söz edilemez. Fakat bu anlamdaki bir şey, akla sunulunca, akıl böyle bir şeyin batıl ve geçersiz olduğuna hükmedemez. Çünkü böyle bir şey, akılca "olabilirler" arasında yer alır. Bu, tıpkı şuna benzer. Kainattaki varlıklardan, herhangi birisinin, yüce Allah'ın varlığı dışında yok olması gibidir. Bu, mümkündür, olabilir. Böyle bir durum, gerçeğe ulaşan ariflerin "Arifi vasılîn" nazarında böyledir. Bu anlamdaki arifler "Fena fittevhid" derecesindeki bir fena derecesine erenlerdir. Bu hal ise, bir tek olan ve hereyi gücü altında tutan kahhar zatın nurlarının tecellisinde olabilir. Bu, tıpkı gündüz güneşin ortaya çıkmasıyla, ışıkları ve aydınlıklarının varlığıyla birlikte, güneşin etkisiyle adeta yok olan yıldızların durumu gibidir. İşte ilahî tecellilere mazhar olanlar da, bu durumlarında eşyadan hiçbir şeyin varlığını değil, sadece yüce Allah'ın varlığını müşahede ederler. Tıpkı gündüz yıldızlar yerinde oldukları halde, güneşin etkisiyle nasıl ki gözükmüyorlarsa, bu arifler de eşyanın varlığına rağmen sadece yüce Allah'ı müşahede ederler. Arifler, böylece bir tek Allah'ı müşahede etmeleri, tüm varlıklar arasında sadece yüce Allah'ı görmeleri, öteki varlıkları görmezlikten gelmeleri olayına "Vahdeti mutlaka veya mutlak vahdet" yani mutlak birlik adını veriyorlar. Bu ise, Marifet ehlinin varabileceği ya da erişebilecekleri en son dereceleri olmaktadır. "Mutlak vahdet", marifet erbabınca, bizim yukarıda açıkladığımız gerçeğin adıdır. Yoksa bu, vahdet-i vücutcu görüşün ileri sürdükleri, yani bu kafirlerin savundukları bir vahdet değildir. Çünkü vahdet-i vücutculara göre -Vahdet-i mutlak'a göre değil- tüm kainatın varlığı, hatta tüm murdarlıklar, pislikler, kazurata varıncaya dek her şey evet her şey -haşa- Allah'dır. Yüce Allah, zalimlerin ve haddini aşanların kendisi hakkında ileri sürdükleri tüm bu şeylerden yüce ve münezzehtir.
Oysa yerde ve gökte var olan tüm mümkün şeyler, bu ikisi arasında yer alan her mümkün, sofistlerin ileri sürdükleri gibi, "bunların hiçbirisinin gerçekliği yoktur, hepsi sadece hayalden ve seraptan ibarettir." İslâm diniyle hiçbir ilgisi olmayan bu türden safsatalarını ve hükümlerle alakası bulunmayan bu türden itiraflarını keşif süsü vererek, bunlara revaç kazandırmak isterler. Hatta ağızlarıyla da, keşfin, akıl ötesi bir iş olduğunu gevelerler. Sen de bilirsin ki, keşif denilen mertebe, aklın elde edemeyeceği bir mertebedir. Fakat, böyle olmakla birlikte aklın aynı zamanda bedahatla reddettiği yani aklın açıkca muhal gördüğü bir şeye ulaşmak demek değildir. Ayrıca bundan şöyle bir anlam da çıkarılmamalıdır. Bu, aklın elde edemeyeceği türden şeylerdir, diye bir vehme kapılmamalıdır. Aksine bu, muhaldır, olmazdır. Aklın bu gibi şeyleri iptal kılmada ve geçersiz saymada bir rolü ve görevi vardır. Buna gidiş yolu öncelikle tasavvur yani düşünceden, sonra da tasdikten geçerek, bu şeyin batıl olduğuna karar verir. Bu ise zaten bedahatle yani açıkça ve delile dayalı olarak aklın görevidir.
Fakat mümkün ve insanın elinde olan yani kesbî denilen şeylere gelince, akıl bunları imkân terazisinde tartar. Bunların batıl olduğuna ilişkin herhangi bir hüküm vermez. Diğeraraftan, keşf yoluyla bilinip de, akılca bilinemeyecek olan şey, bunlara göre, sadece mümkün olan şeylerden ibarettir. Zaten bunların yolu da açıktır, bunlar için bir bürhana da gerek yoktur. Çünkü bunlar ayan denen aynlarda varlığı olamaz olan muhallerden değildir. Çünkü keşfe göre, mümteni olan yani olamayacak olan bir şeyi, mümkün kılmaz. Yani aynlarda böyle olamayacak bir şeyin, keşif aracılığıyla olabilecek demek değildir. Çünkü böyle bir şey, gerçeklerin mümteni olanla, batıl olan şeyler arasında durmadan değişiklik göstermesidir ki, bu olamaz.
Meselâ keşif yoluyla ve ayanla muhalin değişiklik göstermesi olabilseydi, tıpkı mutlak vücudun (varlığın), bir tek şahıs olması ve aynı zamanda harici bir mevcut olması gibi. Yine bir vahidi şahsînin, tüm bu görünen varlıklarda, onlar üzerinde tekrar etmek suretiyle yayılmış ve dağılmış olması, hem de, görülenlerde, herhangi bir bölünmeye gitmeksizin ve başka bir şeyle karışarak çoğalma olmaksızın bir şahsi vahid, tek bir varlık... Bu, şeytanın bir aldatmacasıdır, İblisin bir tuzağıdır. Bozuk inançlıların bir hokkabazlığıdır, gözboyacılığıdır. Yanlışın ve hatanın da kaynağıdır. Bir de gerçekle gerçek olmayanı ayırdedememektir. Yani şu anlatılan şeylerden aklın muhal gördükleriyle, bir aklın ulaşamayacakları şeyleri, meselâ tecelli nurlarının her tarafı kaplaması suretiyle kainat varlığının bir anlık yok oluşu gibi, şeyleri ayırdedememelerindendir. Ancak böyle bir şeyi elde edebilmek de ya ilahî bir cezbe sayesinde veya gerek ilmî ve gerekse amel^ö görevlerde yüce peygambere uyarak egzersiz yapmak ve riyazatla kazanılır. Bu anlamda bir şeyi elde edebilmek, ittisalî yani bağlılık anlamında bir kazançtır, amaca eriştir. Bunu bilmekse, ancak idraka ve kavrayışa dayalı bir elde ediştir, kazançtır.
Ayrıca aklın her şeyi anlayıp algılamada bağımsız olmadığı ve aklın ulaşamayacağı bir şey, mutlaka bu gibi tüm şeyler, yüce Allah'ın bildirmesine ve irşadına bağlıdır. Ancak alemlerin Rabbi tarafından bir bildirim ve irşad olmalı ki, akıl onları bilebilsin. Yüce Allah'ın nebi ve rasulleri yani genel ifadesiyle peygamberleri göndermesi -Allah'ın salat ve selamı hepsinin üzerine olsun-, birinciyi açıklamaya yöneliktir. Yani konuyu bildirmek meselesine bağlıdır. Bu ise, açıkca şeriattır, şeriat ilmine işarettir. İrşad ile de ikincisine işarettir ki, bu da hakikat ilmidir. Burada remz ve telvih yani sembol ve işaretler sözkonusudur. Nitekim bu manadaki bir telvihi Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetiyle görmekteyiz. Yüce Mevlamız şöyle buyuruyor:
"... O'nun zatından (yüzünden) başka her şey yok olacaktır." (Kasas: 28/88)
Bu âyette geçen "yüz yani zat" ifadesiyle, fena fittevhid'de fani yani yok oluş derecesine erebilmektir, buna bir işaret vardır.

İSLÂM DİNİ KEMALE ERDİRİLMİŞTİR

Ayrıca yüce Allah, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) ile, İslâm dinini kemale erdirmiştir. Aynı zamanda bu dini, alemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed (a.s.) aracılığıyla halka karşı olan nimetini de tamamlamıştır. Nitekim yüce Allah bu gerçeği de gayet açık bir şekilde ifade buyurmuştur. Şöyleki:
"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide: 5/3)
Kim, Allah'ın gösterdiği yola uyarsa, kim O'nun hoşnutluğuna kulak verirse, kim de Allah'ın âyetlerini inkardan uzak kalırsa, itikat ve inanç bakımından kim de sapıklıktan kaçınırsa, aklın tesbit ettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in de tüm peygamberlerin açıkladıkları gibi iman ederlerse, işte böyleleri kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır, demektir. Artık bunlar en yüce derecelere aday kimselerdir. Dolayısıyla, bunlar için hiçbir korku ve üzüntü olmayacağı müjdesini de ver. Aynı zamanda takva sahipleri için vadolunan cennete de bunlar erişirler.
Kim de nebîlerin ve rasullerin dininden döner, ölü toplumların isteklerine yönelirse, kim saadetten ve muvaffakiyetten yoksun kalırsa, kim de hep yolu yokuş yukarı çıkarsa, aşağılık sofistlerin safsatalarıyla yetinirse, bu, içi ve dışı kararmış eşkiya denen kafirlere uyarsa, şeriatı inkar edenlere arka çıkarsa, hak din ve mezhepleri reddederse, "dinler ve inançlar sadece bir yaldızlı sözlerden oluşan, halkın kimi problemlerini çözmek için ortaya konan tuzaklardır" diyenlerin ve böyle inananların ardından kim koşarsa, Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti bunlar üzerine olsun.
Çünkü bunlar halkı şaşırtmışlar, hem azıp sapmışlar ve hem de saptırmışlar, hidayeti bırakıp körlüğü, nurları, aydınlıkları bırakıp zulüm ve karanlıkları seçmişlerdir. Böylece kendilerine cehennem yurdunu helal kılmışlardır. Bir takım ilim sandıkları uydurmaların peşine takılarak dini gönüllerinden ve boyunlarından söküp atmışlardır. Bunlar özellikle Allah'ın dinine ve yoluna engel olan bir takım kimselerin yoluna uymuşlar ve onların izinden gitmektedirler. Böylece gittikleri yolda hep eğiriyi ve hep sapkınlığı arayıp durmuşlardır. Bunlar aynı zamanda ahiret yurdunu da inkar edenlerdir. Zavallılar kendilerinin gerçek üzere olduklarını sanıyorlar. Oysa dikkat edin bunlar, yalancıların ta kendileridir. Oysa şeytan bunları çepe çevre kuşatmış ve kendilerine şöyle vesvese ve telkinde bulunmuştur:
"-Nebilerin ve rasullerin yani peygamberlerin tabileri olan ve onların izinden giden İslâm liderleri, müctehid imamlar, şeriat ve ahkam âlimleri, zahiri âlimlerdir, yüzeysel bilgiye sahiptirler. Böyleleri şeriatın iç yüzünü, sırrını öğrenemezler, çünkü bunlar geri zekalıdırlar." Evet, şeytan gerçek İslâm bilginleri hakkında bu şekilde saçmalıklarla vesvesede bulunur. Yine bu tipler, kendileri için de, zındıklıklarını örtmek suretiyle, "hakikat ilmine erenler", adını ileri sürerler. Oysaki bunlar hakikatı ve gerçeği ortadan kaldıranlardır. Bunların iddialarına göre, şeriatın sırrına erenler, ancak felsefecilerdir. Çünkü bunlar felsefecileri, hükema diye, hem de gerçekçi hükema diye adlandırıyorlar. Aynı zamanda böylelerine tedkikci uzak görüşlü kimseler adını da veriyorlar. Bu yüzden bunlar çok dikkat ve titiz davrandıklarını, üstün akıl ve zeka sahibi olduklarını, mantıksal anlamdaki ilimlerinde köklü temellere ve güzel esaslara dayandıklarını, hendesi ya da matematiksel bilimleriyle, gizli gerçeklere erebildiklerini ileri süren bu adamlar ve bunlara bağlı olarak hareket edenler, peygamberlerden öğrenilen gerçeklere ve inançlara bağlı kalan değerli zatlara uymayı kabullenemezler, çünkü üstünlük peşindeler, kendilerini büyük görmekteler. Bunlar, İslâm önderlerine, müctehid imamlara ve İslâm alimlerine, şeriatlere bağlı kalmaya yanaşmazlar, kendilerini bunların üzerinde görürler. Çünkü peşine takıldıkları kafirleri taklitten ayrılmazlar. Bunlar dini esaslarda ve ahiretle ilgili akidevi konularında, bağlı bulundukları efendilerinin kıyaslamalarına bakarlar, onları tahkik ve tedkik erbabı kabul ettikleri için de hep onların çizgisinde yürümek isterler. Oysaki bu gibi uhrevî yani ahiret hayatiyle ilgili ve akideyi içeren konular, ancak Hz. Peygamber'in yüce Allah'dan alıp bildirmesiyle bilinebilir. Aklın o konularda herhangi bir bağımsızlığı yoktur. Nitekim Kur'ân'da bu gerçeğe işaret buyurmaktadır:
"İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân-ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin." (Şûrâ: 42/52)
Bu kimseler, kendilerince aklî ilimlerine bağlı kalarak, aklî tasarruflarda bulunurlar. Çünkü bu aklî ilimler de yol, açıklık yani bedahat ve bürhandır. Böyle bir şey, aslında akıl sahibi topluluklarca bu manada bir kıyasa gitmenin açıkca batıl ve geçersiz olduğu da asla gözardı edilmemeli, zaten bunun gizli bir yanı da yoktur. Dinî akideler ve inançlar konusunda sadece ve sadece akıllarına dayanıp güvenenler, özellikle aptal cahillerdir, sefih düşüklerdir ki, bunlar ateş yaranıdırlar. Cehennemde ebedî olarak da kalıcıdırlar. Bu gibi konularda bunlara uyanlar da kördürler, bu körlükleriyle onları en büyük bir ahmaklıkla izliyorlar, onlara tabi oluyorlar. Özellikle de bu tiplerden en sapık ve en katı yürekli olanlara tabi olanları unutmamak gerekir. Bu beyinsizler bu alanda en aptallarını ve en önde gözüken adamlarını Taklid ederler. Zaten tasavvufcu geçinen zındıkların adeti ve huyu böyledir. Bunlar felsefeci geçinen vahdet-i vücutcu kafirleri taklit ederler. Oysaki İslâm bu tiplere, ne İslâmî yönden, ne felsefî açıdan değer vermez. Aslında mülhidler yani dinsizler ve sofistler aklın bedahatına ve açıklığına rağmen, muhal yani olamaz olan şeyleri açıkca ileri sürerler. Akıl ve nakil açısından kesinlikle olamaz ve muhal olan şeyleri hep gündeme getirirler. Bunlar aslında kainatın tümünün ilahlığına kanidirler ve böyle bir fikri ileri sürerek gerçekte, yerin ve göklerin yaratıcısı olan yüce Rabbimizi inkar ederler. Bu arada tüm semavî kitaplarda ifade olunan ve açıklanan gerçekleri de yalanlarlar. Tüm eşyanın tevhidini, bir ve aynı olduğunu ileri sürerek müşrik olmuşlardır. Tâ Hz. Adem (a.s.)'den başlayarak son peygamber olan bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar, tüm peygamberlerin dinlerini yıkıp yok etmeye çalışırlar. Bu cahil tasavvufcu geçinenlerin iddialarına göre, Batıl vahdet-i vücut felsefecilerinin zındıklıkları ve zındıkları, zaruri olan ilimlerin açıkça bildirmesine bakarak, bunları mutlak vahdete bir vasıta ve vesile kabul ederler. Ki bu mutlak vahdet, bunlara göre marifet erbabının varabilecekleri, erişebilecekleri en son dereceleri olmaktadır. Oysa bu zındıklar nerede, sözünü ettikleri marifet ehli nerede.. birbirleriyle kıyaslanmaları bile mümkün değildir. Bu zındıklar apaçık bir dalalet ve sapıklık içindedirler, aynı zamanda kör ve cahil bir toplum içindedirler. Çünkü bu kesimin ileri sürdüklerine göre, mutlak vahdeti şirk ve zındıklık olarak ileri sürdüler.
Bu kesime göre, İslâm'ın bayraktarları durumunda olan müctehid imamlar, değerli İslâm âlimleri, halkın önderleri ve yol gösterenleri bu zındıkların seviyesine ve mertebesine ulaşamazlarmış. Çünkü gerçek İslâm âlimleri bunlara göre zahiri âlimlermiş. Bunlar zındıklık bilgilerine dayanarak, kendi bilgilerine hakikat ilmi adını verirlerken, hakkı iptal etmişler, gerçekleri göz ardı etmişlerdir. Bunlara göre, bu anlamda bir hakikat bilgisine erişebilmek, ancak daha önce geçen kafir felsefeci geçinenler olmuştur, bir de bunların dinsiz ve zındık olan tabileri... ki bunlara Allah lanet etmiş ve bir de lanet edebilme durumunda olan her varlık lanette bulunmuştur. Zira bunlar görünürde Allah'a şirk koşarlarken, gerçekte Allah'ın varlıkları dışındaki varlığını inkar ediyorlar, Allah'ın âyetlerini ve mucizelerini kabul etmiyorlar, reddediyorlar. Aynı zamanda İslâm dinini ve hatta tüm peygamberlerin dinlerini red ve inkar ederek geçersiz kılıyorlar. İşte bu sözüm ona tasavvufçu sofistler böylesi tuhaf bir tevhidle kafirlerden de öteye en büyük kafirdirler. Böylesi bir yolu taklit edenler de, hüsrana uğrayanlardan öte bir hüsran ve zarar içindeler.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde: 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler." (Bakara: 2/8)
Sakın bunların bu sapkınlıkları seni Allah'ın âyetlerinden uzaklaştırmasın, bunlar senin için bir engel oluşturmasın. Seni bunlar İslâm dininden ayırmasınlar. Yine bunların peşine takılarak sakın, peygamberlerin gösterdiği yol ve çizgide gidenlerin uyanlarından olmaktan uzak durmayasın.
İslâm dinini ve peygamberlerin getirdiği sistemi, inancı yıkan bu zındıklardan bir takım felsefeci geçinenler, fakih yani İslâm âlimi hüviyetine büründüler, onlar gibi görünmeye başladılar. Böylece dinden sıyrılıp çıkmış "bu yüzden de şeytanın takibine uğrayarak, sonunda azgınlardan olmuştur." (A'raf: 7/175) Çünkü bu zındıklar ve şeytan bunlara şeytanî bir taklidi öngörmüştür. Böylece müslüman âlimler sûretinde küfür liderleri sahneye çıkmıştır. Böylece bu kimseler cahillerden bir takım insanları saptırmışlardır. Aynı zamanda ilim öğrenen, ilme talip olanlardan da bir takımlarını dalalete sürüklemişlerdir. Bu tip kimseler ortada kalmışlar, ne oradan ne buradan, olabilmişler, şaşkın şaşkın dolaşıp durmuşlardır. Böyleleri hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlarından olan kimsenin haberini oku." (A'raf: 7/175)
İşte âyette de belirtildiği gibi, onlar, bu zındıkları ve dinsizleri tıpkı Bel'am b. Baûra (1)'nın kör taklidi misali taklidet etmişlerdir. Böylece gerçekleri görmekten kör olmuş, kötü itikatlar içinde bocalayıp kalmıştır. Zira semavî olan ve Allah tarafından gönderilen kitaplardan yüzçevirmişlerdir. Bunlar ilim adamı olmaları bir yana, avamdan yani sıradan halktan bile olamamışlardır. Çünkü içinde bulundukları rezaleti bırakmamışlardır. Zira bunların karakterlerinde, kendilerini dalalet erbabına benzetmeleri yüzünden akıllıca davranma sevgisi yoktur. Zira üstün zekalı gibi görünerek sapıklıkta ısrar edene göre, aptal olan kimse daha çok kurtuluşa yakındır. Nitekim, gözü gören şaşı kimseye göre, kör olan insan gerçekleri kabulde, selamete çok daha fazla yakındır.
 
Üst