Ubudiyet

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
Ubudiyet kelimesi, Arapça "a-b-d" kökünden türemiştir. Sözlükte; kulluk, kölelik, aşırı bağlılık, itaat anlamlarına gelmektedir. Kul, köle anlamındaki ve itaattan başka şefkat, merhamet ve himâye anlamlarını da taşımaktadır. Buna göre insan bütün benliğiyle Allah'a kul olmanın bilincine ulaşınca, Allah da ona merhamet etmekte ve o kimseyi koruması altına almaktadır. İnsan Allah'a karşı yapmış olduğu kulluk görevinde; O'nun emirlerini yerine getirdiği gibi, O'nun hoşnutluğunu kazanmak amacıyla da, her türlü söz ve davranışlarında en içten saygı ve sevgi ile bağlılığını ortaya koyar. Bu nedenle Allah'a yönelen bu söz ve davranışlara da ibadet adı verilmiştir (bkz. Râğıb, Müfredât, 479; İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, III, 270-279; Toshihiko Izıtsu, Kur'an da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, 139-140).

Daha üstünü olmayan her boyun eğiş, ubûdiyet kavramı içinde değerlendirilmektedir. Kişinin yüksek ve galebe sahibi birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, isyanı terketmesi, tam bir bağlılıkla boyun eğmesi ubûdiyetin anlamları içinde bulunmaktadır. Belki de ubûdiyetten kastedilen asıl anlam bu olmalıdır.

Âbid ve ibâd kelimeleri, ibâdet kökünden; abd ise, ubûdiyet kökünden türemektedir. Sufîler, buradan hareketle, abd'in âbid'den, ubûdiyet'in de ibâdetten üstün olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü âbid, hürdür, hür olanlar ise bir ücretle ve karşılığını bekleyerek çalışırlar. Abd ise, kuldur; kullar, köleler hiç bir şeye sahip olmadıkları için, çalışmalarının tek amacı vardır, o da efendilerini memnun etmektir. Başka bir deyişle, âbid nimet elde etmek, abd ise nimeti vereni memnun etmek için çalışırlar (bkz. Kuşeyrî, Risâle, 428, 460; Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, 244, 264). Sûfiler, ubûdiyet makamının gerçekleşmesi için, kalp ve kalbe âit amelleri zâhiren ve bâtınen kusursuz ve eksiksiz yapılarak, yalnızca Allah için amel edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (Sühreverdî, Avârifü'l-Meârîf, trc. H. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, 593). Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de tövbe etmeyi ibâdetten önce zikretmiştir (Tevbe, 9/112). Tövbe, ibadetten önce tutulmuştur. Bunun sebebi, makamlara ulaşma noktasının tövbe, makamların nihayetinin de ubûdiyet ve kulluk olmasıdır. Allah, günahkarların tövbelerinden sözederken; "Hepiniz birden Allah'a tövbe edin ey müminler" (Nûr, 24/31); Peygamberinden sözederken de; "Kuluna vahyettiğini vahyetti" (en-Necm, 53/10) buyurmuştur. Bu duruma göre; tövbe ilk, ubûdiyet ise, son makamdır (bkz. Hucvirî, Keşfu'l-Mahcub, 171).

Erdoğan PAZARBAŞI

ABD-UBUDİYET
ABD : “ Kul. Köle. Hizmetçi.”
UBUDİYET : “ Kulluk. Kölelik. Bendelik.” “ Kul olduğunu bilip, Allah’a itaat etmek”
“ İbadet, Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet ise Allah’ın yaptığına razı olmaktır.” (Hak Dini Kur’an Dili)
Kulluk

“Ubudiyet”, lûgat olarak “kulluk” mânâsına geliyor. Kul olduğunu bilen, bu dünyada dilediği gibi ömür süremeyeceğinin şuurunda bulunan ve bu âlemde misafir olduğunun farkında olan bir insan kulluk vazifesini seve seve yerine getirir.

Ubudiyet devamlıdır, kesikli değil. Çünkü kulluktan ayrı olduğumuz bir ânımız yok. Her an hayatı tadan, her an bedeninden istifade eden ve her ânı Allah’ın yarattığı bu âlem içinde geçen insan daima kuldur. O hep doğru söyleyecek, hep helâl yiyecek, hep meşru dairede dinleyecek, bakacak, düşünecektir.

Sabahtan öğlene kadar ömrünü istikamet üzere, isyansız geçiren bir kul, öğle vaktinde Rabbinin emriyle bu kulluğunu en ileri mânâda hatırlar ve ilân eder. O’nun emrettiği tarzda kıldığı namaz, kulluğun şuurunda olmanın, aczinin, fakrının, zilletinin şuurunda olmanın ve bunu el bağlama, bel bükme ve yüz sürme şeklinde ilân etmenin en güzel ifadesi.

Ubudiyet bir sahra ise, ibadet o sahrada yer yer yükselen dağlar gibi.

İbadet insanda kulluk şuurunu pekiştirir, kuvvetlendirir. Bu şuur sayesinde insan, emdiği havanın, içtiği suyun, aldığı gıdanın hep Allah’ın ihsanı olduğunu düşünür ve kalbi Rabbine karşı sonsuz bir minnettarlıkla dolar. Güneş’i O’nun lâmbası, Ay’ı O’nun kandili, geceyi O’nun örtüsü bilir ve Rabbinin misafiri olmanın hazzını ruhunun tâ derinliklerinde hisseder.

O’nun ulûhiyetine imanla mukabele ettiği gibi, nimetlerine şükürle, kemaline hayretle, hikmetine tefekkürle, musibetlerine de sabırla mukabelede bulunur.

Zaten ubudiyet de bu demek değil midir?..

İBADET : “Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmek, Allah’ın emirlerine boyun eğmek”

“Kendi kusurunu, acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i samedaniyenin ve rahmet-i ilâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmek.” İşârât-ül İ’caz

İbadete muhtacız

İnsan tepeden tırnağa acz ile kaplı. Ne saçının ağarmasını durdurabiliyor, ne tırnağının uzamasını...
Ve insan baştan ayağa ihtiyaç dolu. Saça muhtaç; o olmadı mı bir yanı noksan kalıyor. İnsan alına muhtaç; kaşa, göze, kirpiğe muhtaç. Dudağa, çeneye, gırtlağa muhtaç. Geçelim bütün bunları ve ayaklarımıza varalım. İnsan ayağa muhtaç; topuğa, parmağa, tırnağa muhtaç.

İnsan, hemen dudağının önündeki havadan, tâ cennete kadar herşeyin fakiri. Hiçbirine sahip değil. Mide yapmaktan âciz olduğu gibi meyvenin de fakiri. Göz yapmaktan âciz olduğu gibi Güneşin de fakiri.
İşte ibadet, insana aczini ve fakrını hatırlatan, kul olduğunu, başıboş olmadığını ders veren en ulvî vazife. İnsan bir taraftan kendi aczine ve fakrına bakar, sonra herşeyi onun için ve ona göre terbiye eden Rabbinin bu sonsuz ihsanlarına karşı nasıl şükredeceğini bilemez hâle gelir. Bu hâl onu el bağlamaya götürür, bel bükmeye götürür, yüz sürmeye götürür. Bunu yapmayan insan kendinin gâfilidir, kendinin cahilidir ve nefsini bilmediği için de Rabbinin gâfilidir.

İşte insanı bu gafletten korumak ve kurtarmak üzere nazil olan bir İlâhî Ferman:

“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine nâil olasınız.” (Bakara Sûresi, 21)

İnsan ibadeti niçin yapar ve bu ibadet ona ne kazandırır? Bu iki sorunun cevabı bu âyette şöyle veriliyor:

“Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz.”

Âyetteki, ‘sizi ve sizden öncekileri yaratan’ ibaresi Rabbin sıfatıdır. Bu sıfatı bir an için düşünmediğimizde, âyet-i kerime, “Rabbinize ibadet ediniz.” şeklinde karşımıza çıkar. Demek ki ibadetin sebebi, Rabbimizin bizi terbiye etmiş olması. Rabbe, ibadet edilir. Bu kudsî vazifeyi idrak edebilelim diye Allah, vicdanımıza bazı işaretler koymuş. Babamıza itaat etmeyi vicdanî bir görev sayıyoruz. Niçin? Babamız olduğu için. Annemize isyandan sakınıyoruz. Niçin? Annemiz olduğu için. İşte âyet-i kerime bizim vicdanımıza hitabediyor: “Rabbinize ibadet edin” diye emrediyor. Çünkü o sizi terbiye etmiştir. Babanızın yediği gıdayı beyaz kan hâline o getirmiş, sizi ana rahminde bir nutfe olarak rahim duvarına o yapıştırmış ve oradaki dokuz aylık terbiyenizi safha safha hep o icra etmiştir. Şimdi ise bir başka rahimdesiniz: Kâinat... Burada da sizi terbiye eden, besleyen, büyüten, yedirip içiren ancak O’dur.
Allah Rabdir ve herşeyi O terbiye etmiştir. İnsan ise abddir, kuldur; herşeyiyle Allah’ın terbiyesinden geçmiştir. Elimizi tutmaya, ayaklarımızı yürümeye, ciğerimizi solunuma, midemizi sindirime, aklımızı anlamaya elverişli tarzda terbiye eden Allah’dır. Öyle ise biz Rabbimizin bu rakamlara sığmaz terbiye tecellilerine karşı edebimizi takınmak mecburiyetindeyiz.

Rabbimize karşı edepli olmak... Nefsimize takılan ve etrafımızı çepeçevre kuşatan bu kadar ihsana karşı O’na gereği gibi şükredememenin mahçubiyetini ruhumuzun tâ derinliklerinde hissederek.

İşte Rabbine karşı şükür borcunu böylesine hisseden, idrak eden insan Kur’an’ın “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin”, “Namazı ikame edin”, “Ramazan ayında oruç tutun” gibi emirlerini dinleyince aradığını bulmanın huzuruna erer.

İbadet için, “abd ile mâbud arasında en yüksek ve lâtif nisbet ancak ibadettir” (İşârât-ül İ’caz) buyruluyor. Yâni, insan ibadet sayesinde, “Ben Allah’ın kuluyum, O’nun mahlûkuyum, bu dünyada O’nun misafiriyim ve öldükten sonra da, inşaallah, O’nun saadet yurdu olan Cennete gideceğim” diyebiliyor.

Günlük hayatında bütün işlerini kul olmanın şuuruyla hep helâl dairesinde geçiren insan, belli vakitlerde Rabbinin huzurunda el bağlıyor. O’na yine O’nun emrettiği biçimde ibadetini takdim ediyor. Bu onun, Rabbine karşı bir kulluk vazifesidir, bir şükür borcudur.

Âcizliğini, fakirliğini ve zilletini tam hisseden bir insanın kalbi Rabbine karşı derin bir mahçubiyetle dolar. Bu iç burukluğuna “inkisar” deniliyor. Ve İmam-ı Rabbani Hazretleri “İbadet, tezellül ve inkisardan ibarettir” buyurarak bu hâli ibadetin temeli, esası sayıyor.

Bu âyet-i kerime, bazılarının hatırına gelebilen “Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var” şeklindeki yersiz bir soruya da cevap veriyor. Âyette “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine nâil olasınız.” buyrulmuştu. İbadetin neticesinde ortaya çıkan bir mahsûl var: “İnsanın takva mertebesine erişmesi.” Yâni, ibadetin faydası insana ait. İnsan o ibadetle bir yere varıyor, bir makama eriyor: Takva mertebesine; Allah’dan korkma, O’nun yasaklarından sakınma, haram kıldıklarından kaçınma mertebesine. Bu makama ermeyenler ömürlerini günahla, isyanla ve daha kötüsü şirkle, küfranla geçirirler. Bunlar ise insanı cehenneme götürür.

Demek ki takva mertebesi, cehennemden ve ona götüren her türlü kötülükten olanca gücüyle kaçınma makamı. Cehennemden kaçınma ise insanı Cennete götürür. İbadetin neticesi Cennet. Cennete muhtaç olan ise biziz. Oradaki sonsuz nimetlerden biz istifade edeceğiz. O halde böyle bir soruyu nasıl sorabiliyoruz!?

İhlâs sûresi, Allah’ın “Samed” olduğunu ders verir bize. Samed, yâni “Herşey O’na muhtaç; O ise hiçbir şeye muhtaç değil.” Birazcık insaf, bu hakikati anlamaya kâfi. Ana rahminden başlayalım. Orada bize ayaklar takıldı, burada yürüyelim diye. Mide takıldı, gıdalarla beslenelim diye. Göz takıldı, eşyayı görelim diye... Bütün bunlara muhtaç olan biziz. Allah’ın bize böyle ihsanlarda bulunmaya ne ihtiyacı olabilir!? Eğer bütün bu ikramlara karşı şükür vazifemizi ibadetle yerine getirirsek, şükredenler diyarı olan Cennete gideceğiz. Orada maddî ve manevî nimetleri en ileri seviyede tadacağız. Öyle ki bu dünyadaki nimetler onlara göre gölge makamında kalacak...

Demek ki biz her iki âlemde de muhtaç, her iki âlemde de tüketiciyiz. Allah’ın bizi cennetinden nimetlendirmeye ne ihtiyacı olabilir ki böyle bir soru sorulabilsin!

Meselenin bir diğer yönü:

İşârât-ül İ’caz’da, “İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan ibadettir...” buyrulur.

Bozulmamış her akıl şüphesiz kabul eder ki, insan ruhunun bu inkişafı, bu terakkisi insanın kendisi içindir. Zira, insan böylece, yarın varacağı cennetden daha fazla istifade edebilecektir. Cennet bir yönüyle dünyaya benziyor. Bu dünyaya ağaçlar da gelmişler, hayvanlar da insanlar da. Hepsi bu âlemden faydalanıyorlar; ama istidatları, kabiliyetleri miktarınca. Demek ki dünyaya gelmekle iş bitmiyor. Ondan tam istifade etmenin yolu bu âleme yüksek kabiliyetlerle, ulvî duygularla adım atabilmekte.

Her insanın da bu âlemden istifadesi eşit değil.

Cennete ancak mü’min kullar girebilecekler. Allah’ın fazlı ve lütfu ile... Ondan istifade dereceleri ise ibadetleri ve ihlâsları nisbetinde olacak.

İbadetin bu terakki ettirici yönü yanında bir de tedavi edici tarafı var. İnsan, mide bulandıran mekruhtan, zehirleyen harama kadar her türlü günahtan ancak ibadet sayesinde uzak durabiliyor... Böyle bir Rabbanî tedavi ile kalbini, ruhunu ve bütün duygularını hatadan, yanlıştan kurtaran insan, artık ibadet hakkında böyle bir soruyu nasıl sorabilir!?

“Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat, sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın... Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil hekime dese ‘Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?’ Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.” (Lem’alar)

Prof. Dr. Alaaddin Başar
 
Üst