Türkçe Ezan

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
İslâm evrensel bir dindir:

Kur'ân-ı Kerim Son Peygamber'i (s.a.v.), "Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusu" olarak takdim etmektedir (Ahzâb: 33/40). İlâhî Kitaba göre O "âlemlere rahmettir" (Enbiyâ:21/107), "Bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir" (Sebe' :34/28). Bu âyetlerin ilk muhatabı olan Hâtemu'l-enbiyâ Efendimiz (s.a.v.) vazifesinin şuuru içinde hareket ederek İslâm davetini Araplara ve Arap Yarımadası'na mahsus (özgü) kılmamış, dîni bu dar çerçeve içinde tebliğ etmekle yetinmemiş, İran, Habeşistan, Bizans, Mısır gibi o çağın dünyasının bilinen kültür ve medeniyet merkezlerine mektuplar ve temsilciler göndererek farklı din, renk, dil ve coğrafyadan olan insanları İslâm'a çağırmıştır. Kendisi bu fânî dünyadan ayrıldıktan sonra samîmî ve sadık mensupları dünyanın dört bir yanına yayılarak İslâm'ı tebliğ etmişler, Çin'den İspanya'ya kadar büyük bir cofrafya üzerinde İslâm'ın tanınmasını, benimsenmesini ve yayılmasını sağlamışlardır.

Bu apaçık âyetlere ve tarihî gerçeklere rağmen, önündeki ağacı görüp koca ormanı göremeyen zihin miyopları gibi "Sen ancak uyarıcısın ve her bir kavmin de bir yol göstericisi (rehberi) vardır" (Ra'd: 13/7) meâlindeki âyete takılarak Peygamberimiz'in (s.a.v.) elçiliğini ve İslâm'ın kapsamını daraltmaya, Araplara özgü kılmaya yeltenenler büyük bir gaflet ve yanılgı içindedirler.

Peygamberimiz'in (s.a.v.) Kur'ân'da sayılan vasıfları ve özellikleri âyetlerin bağlamlarına, işlenen konulara uygun olarak serpiştirilmiştir. "Uyarıcılık" vasfının zikredildiği âyet, âhireti inkâr eden ve Peygamber'e Rabbinden, kendilerini inandıracak bir mûcizenin gelmesini isteyen kâfirlere cevap olarak gönderilen âyetler arasında indirilmiştir. Bu âyetler bağlamının ifade ettiği mânâ şudur: "Peygamber insanları hidâyete getiremez, onun vazifesi tebliğ etmek ve uyarmaktır, bu kavme olduğu gibi bundan önceki kavimlere de hidâyet rehberleri, yol göstericiler gönderilmiştir. İnsanlar hür irâdeleriyle o hidâyet rehberlerine uyarlarsa doğru yolu bulurlar, uymazlarsa doğru yoldan sapmış olurlar".

Şu halde Son Peygamber'in (s.a.v.) gönderildiği kavme bir uyarıcı, bir de hidâyet rehberi gönderilmiştir. Bu kavim/kavimler İslâm'ın ilk muhatapları olmaları itibariyle Araplar'dır, İslâm'ın evrenselliği itibariyle de mîlâdi 610 yılından itibaren bütün dünya insanlığıdır. Gönderilen uyarıcı Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğuna göre hidâyete götüren, rehber olan (hâdî) kimdir veya nedir?

Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce âyette bu sorunun cevabı şöyle verilmiştir: "Hâdî Allah'tır, insanları -irâdelerini değerlendirerek- saptıran veya doğru yola kavuşturan O'dur, O istemedikçe -peygamberler dahil- hiçbir kimse bir başkasını doğru yola getiremez, iman etmesini sağlayamaz. Allah Teâlâ'nın yol göstericiliği ve hidâyet rehberliği, peygamberleriyle gönderdiği kitaplar vâsıtasıyle olmaktadır. O'nun bütün kitapları doğru yolun rehberleridir (hüdâ, hâdî), doğru yolun adı İslâm'dır, bütün peygamberler kavimlere (Allah'ın kullarına) onu tebliğ etmişler, hayatını ona göre yaşayanları müjdelemişler, sapanları ise uyarmışlardır.

Hâtemu'l-enbiya da (s.a.v.) aynı hidâyetin temsilci ve tebliğcisidir (En'âm: 6/84-90). Kendisi örnektir, uyarıcıdır, müjdeleyicidir, hidâyetin şahididir, dâvetçisidir, insanlığın ufkunu aydınlatan ve açan ışıktır; onunla gönderilen rehber ( hâdî ve hüdâ) Kur'ân'dır, muhatabı da bir kavim değil, bütün insanlıktır. Son Peygamber (s.a.v.) den sonra ulusal veya evrensel bir peygamber daha gelmeyecektir; hangi sosyal ve siyasî ölçütlere göre bölünürlerse bölünsünler bütün insanlığın son peygamberi, "öncekilerin getirdikileri dinlerin özünü tasdik ve teyit eden" Muhammed Mustafâ'dır (s.a.v.).

Evrensel İslâm'ın Mensupları:

Evrensel bir din olan İslâm'ın mensuplarına Arapça'da "müslim" denir, bu kelime Türkçemize "müslüman" olarak geçmiştir. Müslümanlık aynı zamanda bir kimliktir; bu kimliği taşıyanlar, dil, renk, vatandaşlık, coğrafya, sosyal sınıf, millî kültür, etnik özellikler üstünde bir birliğin üyeleridirler; bu birliğin adı "İslâm Ümmeti"tir. İslâm ümmetini (müslümanlar bütününü) diğer din ve ideoloji mensuplarından ayıran ve tanınmalarını sağlayan işaretlere, sembollere, belliklere "şi'âr, çoğulu: şe'âir" denir.

Müslümanları birbirine bağlayan ve guruplara göre farklı olan tabîî, sosyal, siyasî, coğrafî... bağlar vardır. Bu bağlar ümmet birliğine, dolayısıyla İslâm'a aykırı olmadıkça meşrûdur, çoğu teşvik de edilmiştir. Ancak bütün bu bağların üstünde olan, onları destekleyen, kontrol eden ve aşan bağ "dindaşlık bağıdır", müslüman kimliğinin temsil ettiği ilişkidir. Kur'ân'a göre bu ilişkiyi ifade eden ve yönlendiren temel kavramlar "kardeşlik, velâyet (birbirinin velîsi, koruyucusu, temsilcisi, tarafı olmak), yardımlaşma, dayanışma, hep birden Allah'ın ipine sarılmadır".

Müslümanlar bu kavramları hayatlarını yöneten ve yönlendiren kurallar haline getirmedikçe ümmeti oluşturamazlar, ümmeti oluşturmadıkça da güçlü olamaz, diğer kültür ve medeniyetlere alternatif olacak çağdaş İslâm Medeniyetini dünyaya takdim edemezler. Tarihte oluşturulan İslâm medeniyeti ne Araba, ne Aceme, ne Türk'e, ne de başka bir kavme aittir; o, bütün müslüman kavimlerin ortaklaşa oluşturdukları ve katkı sağladıkları "müslümanlar medeniyeti" veya "İslâm Medeniyetidir".

İslâm'ın Şiarları:

Yukarıda tanımı geçen şiarlar, müslüman kavimlerden, uluslardan, guruplardan birine veya birkaçına değil, bütün müslümanlara (ümmete) ait şiarlardır; semboller, işaretler ve belliklerdir. Onlar kimliklerdeki vatandaşlık sembollerine benzerler, bir kimsenin kimliğinde TC. kelimesi veya ay-yıldız işareti görüldüğünde onun Türk ve TC. vatandaşı olduğu anlaşılır; bir kimsede, gurupta, kurumda, yerleşim bölgesinde...

İslâmî şiarlar görüldüğünde veya işitildiğinde de o kimsenin, o şeyin ve orasının müslüman olduğu, İslâm'a ait bulunduğu anlaşılır. İslâmî şiarlar için verilen listelerde şunlar zikredilmektedir: Besmele, selâm, dinî günler ve bayramlar, ezan, kıble, cemâatle namaz, cum'a namazı, câmî, minare, Kur'ân, Hac ibâdeti, Peygamber (s.a.v.) in sünneti.

Şiarların Korunması:

Kur'ân-ı Kerim'de -yer yer bazıları zikredilerek- İslâmî şiarların korunması önemsenmiş ve emredilmiştir (Bakara:2/158; Mâide: 5/2; Hac: 22/32,36). Fıkıh ve Siyaset-i şer'iyye kitaplarında, ezan, cemâatle namaz gibi şiar-ibâdetleri toptan terkeden bölgelerin, cebrî tedbirlerle uygulamaya zorlanabileceklerinden bahsedilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) , içlerinde müslümanların bulunup bulunmadığı bilinmeyen bir bölgeye (dâru'l-harbe) sefer ettiğinde uygun bir yerde konaklar ve sabah namazının vaktini beklerdi, vakit gelince ezan sesi duyulursa oraya baskın yapılmazdı, duyulmaz ise orada oturanların müslüman olmadıklarına hükmedilir ve buna göre davranılırdı. (Buhari, Ezan, 6). Bu tarihi vâkıa da meselâ ezanın İslâmî sembol olma özelliğine açıklık getirmektedir.

İslâmî şiarlar belli bir kavme (ulusa, guruba) mahsus olmadığı, bütün müslümanlara (ümmete) ait bulunduğu için bunların korunması, dilin ve şeklin korunmasına bağlıdır. Dil ve şekil değiştirildiği zaman şiar değişmiş, belli bir gurubun malı olmuş olur, şiarı koruma emri gerçekleştirilmiş, yerine getirilmiş olmaz.

Şiar olarak ezan-ı Muhammedî

Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret ettikten sonra müslümanlar rahatlık içinde cemâatle namaz kılar hale gelmişlerdi. İlk günlerde ezan yoktu, namaz vakti yaklaşınca mescitte toplanıyor, vaktin gelmesini bekliyorlardı. İhtiyaç üzerine müslümanları uyarıp namaza çağıracak bir usûl arandı, Yahudiler gibi boru çalma, hristiyanlar gibi çan çalma teklifleri yapıldı ise de bunlar Peygamberimizin (s.a.v.) içine sinmedi.

Sahâbe'den Abdullah b. Zeyd bir gece rüyasında iki parça yeşil elbise giymiş, elinde çan bulunan bir zat gördü, namaza çağırmak üzere bu çanı satın almak istedi, yeşil elbiseli zat "Sana bundan daha hayırlı bir yol göstereyim" dedi ve bugüne kadar okuyageldiğimiz ezanı Abdullah'a öğretti. Abdullah uyanır uyanmaz Resûlullah'a (s.a.v.) koştu, gördüklerini anlattı, O da "Bu gördüğün Allah'ın izniyle hak olan bir rüyadır" buyurdu, sesi daha gür olduğu için Bilâl'e öğretmesini söyledi, Abdullah ezanı Bilal'e öğretti, Bilâl uygun bir yere çıkıp ezanı okumaya başlayınca Hz. Ömer, bir yandan elbisesini giyerek heyecan içinde koşup geldi ve aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü söyledi. (Şevkânî, Neylü'levtâr, II,37 vd.Tirmizî'den naklen). Peygamberimizin (s.a.v.) müezzinlerinden Ebû-Mahzûre de bu ezanı, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bizzat kendisine öğrettiğini ifade etmiştir (Müslim, Salât, 6).

Ezanın ortaya çıkışı ile ilgili sahîh hadîsler gösteriyor ki, ezan rüya ve ilham yoluyla bir iki sahâbîye öğretilmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) bunun ilâhî bir yoldan geldiğini tasdik etmiş, benimsemiş ve sesi müsait bulunan ilk müezzin Bilâl'e okumasını emretmiştir. Başka müezzinler edindikçe de onlara bizzat kendisi bu ezanı öğretmiştir. Şu halde ezân-ı Muhammedî İslâm'dan önce Arapların bildiği bir usûl ve metin değildir, İslâm'dan sonra bulunup uygulanmıştır, kaynağı da ilâhîdir, nebevîdir ( ilham edilmiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da benimsenmiştir).

İşte o tarihte bu metinle başlayan ezan onbeş asırdır bütün İslâm aleminde "aynı şekilde, aynı metinle, aynı dilde" okunmuş, dili ve kavmiyeti ne olursa olsun bütün müslümanlar onu duyduklarında ezan olduğunu anlamışlar, gerekli tepkiyi göstermişler, çağrıyı almışlardır. Ezanın dili değiştirilecek olursa onun şiar olma özelliği kaybolur, ümmete ait olmaktan çıkar, sünnete aykırı "ulusal ezan" olur. Ezanı böyle bir değişikliğe uğratmak câiz değildir. Bazı fıkıh kitaplarında bulunan "Başka dilde okunan ezanın ezan olduğu anlaşılırsa okunan yeterli olur" cümlesi "başka dilde ezan okumanın câiz ve sünnete uygun olduğunu" ifade etmez, "böyle okunduğu takdirde ezan okunmuş olur, tekrar okunması gerekmez" mânâsına gelir. Ebû Hanîfe'nin de, "Kur'ân'ı namazda -dili yatmayanların- başka dilden okumaları câiz olsa bile sünnete aykırı olduğu için mekruhtur" demiştir. Ana dili ne olursa olsun bütün müslümanlar 15 asırdır okunan ezanı anlamakta, bundan büyük bir haz duymakta, minarelerinden bu ezanın eksik olmaması için Mevlâ'ya dua ve niyaz etmektedirler

sorularlaislamıyet
 
Üst