Tasavvuf ehlinin özellikleri

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Müminlerin cennete girme sebepleri

Allahu Zülcelâl, ayeti kerimede şöyle buyurmuştur: “İman edip salih amel işleyenler ve Rablerine karşı edepli olanlar, güvenen ve itaat edenler var ya, işte bunlar da cennet ehlidirler. Onlar orada ebedi kalırlar.” (Hud; 23)

Bu ayeti kerime, müminler için en büyük müjdedir. Yalnız, Allahu Zülcelâl, iman ettikten sonra, salih amel yapmamızı emrediyor. Salih amel ile de kastedilen, hem insan olarak kendi aramızda olan hukuka riayet etmek, hem de Allahu Zülcelâl’e karşı olan hukuka riayet etmektir. İşte, bu ayeti kerime, bu şekilde salih amel işleyen kimseler için büyük bir müjdedir. Çünkü bu ayeti kerimede methedilen kimseler, Allahu Zülcelâl’e karşı yaptıkları ibadetleri gönülden ve huzur içerisinde yaparlar. Yani, ibadetlerini gaflet içinde ve adet haline gelmiş olan bir iş gibi değil de dosdoğru bir şekilde yaparlar.

Bu yüzden onlar, cennet ehlidirler ve ebediyyen orada kalacaklardır. Cennette dahi Allahu Zülcelâl’in zatına âşıktırlar. Zaten onların cennete girmelerinin sebebi, dünyada iken yalnız Allahu Zülcelâl’in rızası için ve O’nun zatına âşık oldukları için ibadet yapmalarıdır. Bu kimselerin, cennette dahi Allahu Zülcelâl’in zatına âşık olmaları, Allahu Zülcelâl’in fazlı keremidir. Yine aynı şekilde imanın nasip olması, ibadetin yapılması da O’nun fazlı ve ihsanıdır. Yoksa hiç kimsenin haddi değildir. Allahu Zülcelâl bize iman verdiği için iman ettik; ibadet yapabilme kuvveti verdiği için ibadet yapabiliyoruz.

Bütün bu nimetlere karşılık olarak Allahu Zülcelâl’e daima hamd etmemiz lazımdır. İnsan, daima kendini Allahu Zülcelâl’in huzurunda hazır olarak görüp, O’na yalvarmalıdır. Eğer insan böyle olursa inşaallah, Allahu Zülcelâl’in huzuruna tertemiz bir şekilde çıkacaktır.

Kaçırdığımız fırsatlar

Eğer biraz derin olarak düşünecek olursak, Allahu Zülcelâl’in bize ne kadar çok fırsatlar verdiğini ve bu fırsatları elimizden nasıl bir bir kaçırdığımızı görürüz. Hatta elimize verilen fırsatları kullanmayışımızın, ilerde bize ne büyük zararlar vereceğini de anlayabiliriz. Örneğin; elinde keser bulunan bir marangoz düşülenim.

Elindeki keserle kapı, pencere, masa gibi hem kendisine hem de diğer insanlara faydalı olan birçok eşya yapabilir. Ama marangoz keseri kendi kafasına vurursa, o keser marangoza zarar vermiş olur. Allahu Zülcelâl de bize çok büyük bir nimet olarak dil vermiştir. Bizim için faydalı olan birçok işi dilimizle yapabiliriz. Kur’an okumak, “La ilahe illallah” veya “Subhanellah” gibi zikirleri dilimizle yapabiliriz. Marangozun keseriyle olduğu gibi biz de dilimizle hem kendimize hem de başka insanlara faydalı olabiliriz. Ama marangoz keseri ters çevirip kendi kafasına vurduğu zaman, kendini nasıl helak ederse; biz de dilimizi faydalı işleri yapmakta kullanmak yerine, başkaları hakkında koğuculukta veya boş konuşmalarda kullanırsak, aynı marangozun keseri ile kendini mahvetmesi gibi, dilimizle kendimizi mahvetmiş oluruz.

Ne dünyasına, ne ahiretine yaramayacak olan konuşmaları yapan kimse, yeryüzünde en çok günah sahibi olan kimsedir. Demek ki dil menfaatli olduğu gibi, zararlı da olmaktadır. Onun için konuştuğumuz zaman faydalı, Allahu Zülcelâl’in rızasına götürecek konuşmalar yapmamız lazımdır.

Kurtuluş günahlarımıza ağlamakta

Dil, görünüş itibarı ile bir et parçasıdır. Ama vücuttaki bütün azalar aslında dilin tasarrufu altındadır. Onun için denilmiştir ki: Her sabah, bütün azalar dile şöyle hitap ederler: “Ey dil; Allahu Zülcelal’den kork ve O’nun Resulünden utan. Önüne her geleni söyleyip de bizi mihnet, meşakkat ve azaba atma. Daima Allahu Zülcelal’e ve O’nun kullarına karşı doğru ol. Sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer doğru olmazsan, sen de bizimle beraber ateşte yanarsın.” Konuştuğumuz şey, ya dünyamıza ya da ahiretimize menfaat vermelidir. Malayani konuşmalarla, yani ne dünyasına ne de ahiretine faydası olmayan konuşmalarla vaktini geçiren kimse, günah sahibi olur.

Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) hadisi şerifte şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden, ya hayır söylesin ya da sussun.” (Buhari) İnsan, gerekmediği müddetçe konuşmaktan kaçınmalıdır.
Böylece dilinin afetlerinden kendisini muhafaza etmiş olur.

Ukbe bin Amir (ra), Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’e gelerek: — Ya Resulellah! Kurtuluş nedir? Diye sordu.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: — Dilini muhafaza et, evine git ve günahlarına ağla! (Tirmizi) İnsan daima dünyasına ve ahiretine menfaatli olacak işlerle meşgul olmalıdır. Malayani konuşmalar yapan kişi, muhakkak hata yapar. Onun için bizi Allahu Zülcelal’den uzaklaştıracak olan şeylerden kendimizi muhafaza etmemiz lazımdır. Konuştuğumuz zaman, elimizden geldiği kadar hayırla konuşmamız lazımdır. Gıybet ve koğuculuk yaparak, Allahu Zülcelal’in razı olmayacağı şeylerle vaktimizi boşu boşuna harcamamalıyız.

Menfaat tasavvuf ehlinin yanında

Haris el-Muhasibi (rahmetullahi aleyh) , tasavvuf ehli, büyük bir zattır. Bir gün onun hakkında Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) ’e şöyle dediler:
— Haris el-Muhasibi tasavvuf ile alakalı mevzulardan bahsediyor. Bunlara ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden delil getiriyor. Onu dinlemek istemez misin?
Ahmed bin Hanbel: — Evet, dinlemek isterim, dedi. Nihayet bir gece yanına gitti. Gece sabaha kadar sohbetini dinledi. Haris el-Muhasibi ve yanında bulunanlarda, dinen münasip olmayan bir şeye rastlamadı. Ahmed bin Hanbel, burada gördüklerini şöyle anlatmıştır: “Akşam ezanı okununca öne geçip namaz kıldırdı. Namaz kılındıktan sonra yemek yedi. Yemeğe oturdular. Haris el-Muhasibi hem konuşuyor hem yemek yiyordu. Zaten yemek yerken güzel şeylerden bahsetmek, sünnete de uygundur. Yemek yedikten sonra ellerini yıkadılar. Sonra, beraberce oturdular.

Herkes yerini alınca: ‘Bir suâli olan var mı?’ diye sordu. Riya, ihlâs ve muhtelif hususlarda, sualler sordular. Suallere cevap verdi. Ayrıca delillerini de söyledi. Bu sırada gece bir hayli ilerlemişti. Birisine Kur’an-ı Kerim okumasını söyledi. Kur’an-ı Kerim okundukça ağlıyor, inliyor ve gözyaşları döküyorlardı. Kur’an-ı Kerim okuması bitince, Haris el-Muhasibi hafifçe dua yaptı, sonra namaza kalktı.” Sabah olunca, Ahmed bin Hanbel, Haris el-Muhasibi’nin faziletli bir zat olduğunu söyledi ve: “Hakikatin başı onların yanındadır.” buyurdu. Oğluna da şöyle nasihat etti: “Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol; bütün emirlerin başı (Allahu Zülcelal’in tanınması, zühd, vera ve güzel ahlak) bunlardadır.”

Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) bir mezhep kurucusu büyük bir âlim olduğu halde, tasavvuf ehline karşı böyle güzel bir itikadı vardı. Siz, bizim zamanımızdaki bazı insanların ve bizden önceki insanların tasavvuf hakkında ileri geri sapıkça konuşmalarına bakmayın. Mezhep kurucusu olan Ahmed bin Hanbel gibi zatlar, yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kılıyorlardı. Gecelerini devamlı ibadetle geçiriyorlardı.
Kalpleri ve beyinleri münevverdi, nurluydu. Bu zamandaki tasavvuf karşıtı insanların kalbi de beyni de paslıdır. Kalbi ve beyni paslı olan bu insanlar, ilimden ve Kur’an’dan ne anlıyorlar ki tasavvuf ehli hakkında hüküm vermeye çalışıyorlar?

Hâlbuki kalbi ve beyni münevver olanlar, tasavvuf ehli hakkında hep güzel sözler söylemişlerdir. Bizlere, Sâdâtı Kiram’ın himmeti altında, onlarla beraber yaşamayı nasip ettiği için Allahu Zülcelal’e yüz bin defa hamd-ü senalar olsun. Çünkü onlar, bize ışık ve rehber olmuşlardır. Allahu Zülcelal’in dostları avcı gibidirler. Avcı, ava gittiği zaman, nasıl bir şey avlıyorsa; Evliyalar da şeytanın pençesinde olan Allah’ın kullarını, Allahu Zülcelal’in yanına getirirler. Bir insan, ömrü boyunca sadece bir kişinin hidayetine vesile olsa, onu şeytanın ağzından kurtarıp alsa, o kimsenin hayrı bitmez.

Resulullah’a yakın olan kimseler

Seyyid Abdullah Hasan (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatmıştır:
“Bir gün ceddim, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ’i rüyamda gördüm:

— Ya Resulellah! Kıyamet gününde sana en yakın olan kimdir? diye sordum.
Buyurdu ki: — Dünyayı arkasına atan, ahireti daima iki gözünün önünde tutan ve günahlarından tertemiz olarak huzura gelendir. Ahiret daima gözümüzün önünde olursa sürekli hayırlı ameller yaparız. Kendimizi günahlardan muhafaza ederiz.
Çünkü kıyamet gününde: “Bütün ahireti ve dünyanın hepsini sana verelim, buna karşılık bir günah işle!” deseler yine de günah işlemeyiz. Çünkü orada hakikati göreceğiz. “Günahlardan tertemiz olmuş bir halde huzura gelme”nin manası tövbedir.

Cennet ve cehennemin olduğunu daima duyuyoruz. Ama duymakla görmek aynı şey değildir. Tabii olarak görmek daha farklıdır. Mansur bin Ammar şöyle demiştir: “Ben, hem duydum hem de kitaplarda gördüm ki, Malik cehennemin bekçisidir. Allahu Zülcelâl cehennemi onun emrine vermiştir.
Yine Allahu Zülcelâl Malik’e, cehenneme girecek olan insanların sayısı kadar da el vermiştir. Her insanı bir eliyle zincirler, ayağa kaldırır, oturtur. Malik cehenneme bakınca, onun heybetinden cehennem ateşi birbirini yer. Hâlbuki cehennem, simsiyah ve insanın bakamayacağı kadar dehşetli ve heybetlidir.” İşte, Allahu Zülcelal’in azabı böyle şiddetlidir. Biz daima cehennem, ateş, azap diyoruz ama oradaki ateş, bize sanki dünyadaki ateş gibi geliyor.

Tabi görmekle, duymanın tesiri bir değildir. Onun şiddeti ancak, görüldüğü zaman anlaşılır. Allahu Zülcelâl, kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize, razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Âmin)
 
Üst