SÜRPRİZ MASALLAR
KELEBEKLER
İki varmış, üç yokmuş. Beş varmış, on yokmuş. Bir çocuk varmış, çocuğun arkadaşı martıymış. Çocuk bir gün martıya şöyle demiş: " Ben bir masal yazmak istiyorum. Kafana takılan tilkidir, kuştur, aslandır, geyiktir.. hangisini öne sürebilirsin? İlk ne diyebilirsin? Adını an, onun masalını yazayım. "
Martı fazla düşünmeden cevap vermiş:
" Kelebekler, bir günlük ömürlerinde nasıl da binlercesi, on binlercesi bir sokak lambasının etrafında toplanıyorlar ve uçup duruyorlar. Onlar lambanın yanına geliyor ve lambanın ışığının etkisinden kurtulmaları mümkün olmuyor. Gece geç saatlerde birer ikişer yere düşüyorlar ve yatıp kalıyorlar. Sabah olunca sokak lambasının çevresinde binlerce kelebek bulunuyor. "
Çocuk: " Bu kelebekler en son ne zaman böyle bir olay gerçekleştirdiler? "
Martı: " Şu ilerdeki köprünün yanında bir sokak lambası var. Yıllardır temmuz ayının son günleri geliyorlar. Bu yıl da aynı zamanda gelirler. "
Çocuk: " Bu yıl da temmuzun son günleri gelsinler ve ne olacağını görsünler. "
Martı: " Bir planın var galiba? "
Çocuk: " Evet, bir planım var. Temmuz ayına daha dört ay var. Bekleyelim ve görelim. "
Beklediler ve gördüler. Dört ay şıp diye geçti ve bir gece kelebekler yine aynı sokak lambasına geldiler. Giderek sayıları çoğaldı, binleri, yüz binleri buldu. Çocuk ve martı oradaydı. Çocuk direğe tırmandı, lambayı gevşetti ve lamba söndü. Martı gibi kelebekler de şaşırmıştı. Işık yoktu, şimdi neyin etrafında döneceklerdi? Dönmek bir amaç değildi. Dönmek bir araç değildi. Dönmek bir amaç ve araç olmadığına göre, gece boyunca saatlerce dönüp duran kelebekler yatıp kalıyorlardı yani uykuya dalıyorlardı. Baş döner durur, dönmekten bıkan baş uyku moduna girer, yeter ki dönme dursun. Dönme durunca baş uyur, gider. Kelebekler, bir şeye ulaşmak istiyorlar ama bırak ona ulaşmak şöyle dursun, kendilerinden geçiyorlar. Döne döne kendilerinden geçerek yatıp kalıyorlar. Ertesi gün ayılan kelebeklerin pek çoğu gökyüzüne kanat çırparak uçup gidiyorlar. Kalanlar çok dönenler. Normalden çok döndükleri zamanın fazlasını uyuyarak geçiriyorlar.
Yiğit lakabıyla anılır, adına pervane derlermiş, bir kelebek varmış. Bir sokak lambasının etrafında her gece sabahlara kadar döner dururmuş. Bu durum aylarca sürmüş. Sonunda pervane aradığını bulamamış ama kendini kaybetmiş. Arkadaşları günlerce pervaneyi aramışlar ama bulamamışlar. Zamanın birinde bir bilge kelebek şöyle demiş: " Dünya döner güneş etrafında, kelebek döner ışık etrafında, kelebek güneş etrafında dönüyor da dünya ışık etrafında dönsün de görelim. "
SON
Serdar Yıldırım
KATİL SAKIZ
On beş yaşındaki iki kız arkadaş Gizem ile Çağla evin balkonunda oturmuş, konuşuyorlardı. Aniden bir güvercin geldi ve bahçedeki ağaçlardan birine kondu. Güvercini gören Çağla çiğnemekte olduğu sakızı ağzından çıkardı:
" Bak Gizem, şu sakızı güvercine atacağım. Güvercin sakızı görmezse iyi ama görür de yerse dünyası değişir. "
" Dünyası mı değişir? O zaman atma sakızı. Güvercine yazık. "
" Hayır atacağım. İşte attım. "
Çağla'nın attığı sakızı güvercin gördü ve kanatlarını çırparak, sakıza doğru uçtu. Bunun üzerine Gizem heyecanla bağırdı:
" Dur güvercin, yeme o sakızı. Senin sonun olabilir. "
Güvercin sakızı yuttu ama sakız boğazına yapıştı. Soluk alamayan güvercin sırtüstü düştü ve öylece kaldı. Gizem oturduğu yerden ayağa fırladı:
" Yaptığını beğendin mi Çağla, güvercini öldürdün? "
Bunun üzerine Çağla:
" Eee sana da yaranılmıyor. Al güvercini başına çal. Bir güvercine beni değişiyorsun. "
" Evet değişiyorum. Çağla adında bir arkadaşım yok bundan sonra. "
Çağla:
" Ne halin varsa gör. " dedikten sonra hızlı adımlarla Gizemlerin evini terketti.
Gizem daha sonra bahçeye indi. Güvercini aldı, baktı, onun minicik kalbi atmıyordu. Çok üzüldü, biraz ağladı. Sonra vücudunu dikleştirdi, göğsünü gerdi. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi ve kararlı adımlarla ileri doğru yürüdü. Hikaye yazarı Serdar Yıldırım'a gidecek ve olanları anlatıp insanların çiğnedikleri sakızı yola, bahçeye atmamalarını anlatan bir hikaye yazmasını isteyecekti.
Serdar Yıldırım Gizem'in isteğini olumlu karşıladı. Birkaç gün içinde hikayeyi yazıp Facebook'a çıkarırım, okursun, dedi ve şöyle devam etti:
" İnsanlar, bilinçli olsunlar ve sakızlarını yola, bahçeye atmasınlar. Sakızı ekmek parçası sanan kuşlar bu sakızları yemeye kalkışınca olan oluyor. Ya sakız gagalarına yapışıyor, kuşlar açlıktan ve susuzluktan ölüyor ya da yutunca soluk boruları tıkanıyor ve nefes alamayan kuşlar yine ölüyor.
Sakız çiğne çöpe at, sakın yola, bahçeye atma. Bu da sloganımız olsun. Gizem senin başlattığın bu kampanyanın gönüllüsü oldum. Birkaç ay içinde pek çok site ve forumda hikayenin okunmasını sağlarım. Böylelikle bir yıl içinde binlerce kişi konu hakkında bilgi sahibi olur. "
Serdar Yıldırım'ın söyledikleri karşısında Gizem derin bir oh çekti. En azından başka güvercinler, kuşlar ölmez diye düşündü. Daha sonra güvercini bahçenin bir köşesine gömdü. Hatırasını hiç bir zaman unutmayacağına söz verdi.
SON
YAŞLI DEĞİRMENCİ
Uzak, çok uzak şehirlerden birinin çok fakir bir köyü varmış. Bu köyün adı da fakir köymüş. Fakir köyün toprağı çorak, havası kurakmış. Bitki yetişmez, hayvan barınmazmış. Hal böyle olunca köydeki herkes bir dilim ekmeğe muhtaçmış. Bu köyde fakir ve yaşlı bir değirmenci varmış. Toprakta buğday yetişmiyormuş ki, insanlar buğdayını değirmene getirsin, öğütsün, un olarak geri alsın.
Yaşlı değirmenci erkenden kalkar, elini, yüzünü yıkar, sanki öğütülecek çuvallar dolusu buğday varmış gibi, hevesle değirmenin başına geçer, dereden topladığı kumları buğdaymış gibi değirmen taşının altına döker, kendini avuturmuş. Günler böylece geçip giderken, fakirlik iyice boğazlarına kadar dayanmış. Bir dilim ekmek bulamaz olmuşlar.
Değirmencinin hanımı: “ Bey, herkes gibi biz de açlıktan ölmeden bu köyden gidelim,” demesine rağmen, yaşlı değirmenciye söz geçiremezmiş.
“ Ölürsem değirmenimin başında ölürüm. Sen istiyorsan git,” dermiş de başka bir şey demezmiş.
Yaşlı değirmenci yine bir sabah erkenden kalkmış, değirmenin başına geçmiş, dereden topladığı kumları değirmen taşının altına dökmüş. Biraz sonra değirmen gürültüyle çalışmaya başlamış. Değirmenden farklı sesler gelmeye başlamış. Değirmenci de şaşırmış, bakmış, elini uzatmış, bir de ne görsün? Unun aktığı yerden çil çil altınlar akmıyor mu? Yaşlı değirmenci gözlerine inanamamış, avucuna alıp bakmış, yanlış görmüyormuş, bunlar gerçekten altınmış. Sevinçle hanımının yanına koşmuş. Olanları anlatmış. Kocasına ilk anda inanmayan hanımı altınları görünce inanmış. Çok mutlu olmuşlar, artık yoksulluktan kurtulmuşlar.
Yaşlı değirmenci ve karısı altınların bir kısmını alıp kasabaya inmişler. Kendilerine elbiseler, ayakkabılar ve yiyecekler alıp, köylerine dönmüşler. Onların bu durumunu gören köylüler olanlara bir anlam verememişler.
Gel zaman git zaman yaşlı değirmenci ve karısı zengin olmuşlar. İyi yürekli yaşlı değirmenci altınları sadece kendine ayırmayıp köylülere dağıtmaya başlamış. Köy fakirlikten kurtulmuş artık fakir köyün adı zengin köy olmuş. Ancak köylülerin arasındaki iki adam bu duruma tahammül edemiyormuş. Yaşlı değirmenci bu altınları nerden buluyor, diye merak etmişler.
Bir sabah erkenden değirmene giderken, yaşlı değirmenciyi yakalamışlar ve değirmene getirip bağlamışlar. Altınları nerden bulduğunu sormuşlar fakat bir türlü söyletememişler. Yaşlı değirmenci, ben size de altın verdim, yardım ettim, deyince adamlar, verdiğin on altın bize yetmedi, biz altınların hepsini istiyoruz. Adamlar, değirmenciye altınların yerini söyletmek için, odunla dövünce yaşlı değirmenci oracıkta ölmüş. Bunun üzerine adamlar korkup kaçmışlar. Daha sonra adamları kolcular yakalayıp zindana atmışlar.
Yaşlı değirmencinin karısı, aynı yöntemle altın elde etmek istemiş ama bu mümkün olmamış.
Aradan zaman geçtikçe köy giderek fakirleşmiş ve adı tekrar fakir köy olmuş.
SON
Yazan: Ayla Yıldırım
BOKSÖR KANGURU DAS
Avustralya Kıtası’nda pek çok kanguru yaşarmış. Bazı zamanlar kanguruların sayısının dört milyonu bulduğu olurmuş. Ormanda, dağda, bayırda, çölde nereye baksan kanguru görürmüşsün. Kangurular, denizin ortasında büyük bir ada olan Avustralya Kıtası’nda öylesine çoğalmışlar ki, bu durum bazı genç kanguruları yeni yaşam sahaları aramaya yönlendirmiş. İşte bu genç kangurulardan biri de Das’mış. Das’ın yakında bir gemiye binerek Kanada’ya gideceği haberi kangurular arasında hızla yayılmış. Das’ın iki yıl sonra geri döneceği ve neler anlatacağı merakla bekleniyormuş.
Das bir gece Sydney Limanı’na gelerek, Kanada’ya giden gemiye gizlice binmiş ve geminin ambar dairesine saklanmış. Burada yiyecek, içecek depoları bulunuyormuş. Gemi, Büyük Okyanus’tan geçerek günler sonra Kanada’daki Prince Rupert Limanı’na varmış. Das geceleri şehrin karanlık sokaklarında gezmiş, dolaşmış. Ama bir gece oradan geçmekte olan, kangurulara boks yapmayı öğretip, onları ringlerde birbiriyle dövüştüren bir menajerin dikkatini çekmiş. Menajer, Das’ı, adamlarına yakalatıp, ringe çıkarmış. Das boks öğrendikçe bu konudaki yeteneği ortaya çıkmış. Çok güçlüymüş ve yumrukları demir gibiymiş.
Das daha sonraki aylarda ringde diğer kangurularla pek çok maça çıkmış. Rakiplerini birer birer yenen Das, final maçına çıkmaya hak kazanmış. Şimdiki şampiyonu yenerse dünya şampiyonu olacakmış. Şampiyonluk maçı tam da Das’ın Avustralya’dan yola çıktığı günün ikinci yıldönümüne denk gelmiş. Arkadaşları, birkaç gündür Das’ın dönüşünü Sydney Limanı’nın hemen karşısındaki tepede bekliyorlarmış. O gün gelen gemilerin hiçbirisinden Das çıkmamış.
O akşam kangurular arası dünya şampiyonluğu maçını pek çok ülke televizyonu yayınlıyormuş. Bunlardan biri de Avustralya televizyonuymuş. Prince Rupert’ten gelen gemi yolcularını boşaltmış ve limanda demirlemiş. Kaptan ve gemi çalışanları boks maçını televizyondan seyrediyorlarmış.
Arkadaşları, Das’ın bu gemiyle mutlaka gelmesi gerektiğini düşünerek, acaba ambarda kilitli mi kaldı yoksa bir aksilik oldu da yakalandı mı, diyerek gece karanlığında gemiye çıkmışlar ve televizyondaki boks maçını görmüşler. Arka ayakları üstünde duran ve ön ayaklarında eldiven olan iki kanguru birbirlerine kıyasıya yumruk atıyorlarmış. Bazen uzun kuyruklarıyla yere tutunarak, arka ayaklarıyla rakibinin karnına tekme vuruyorlarmış. Bir kanguru, şu sarı eldivenli bizim Das değil mi, deyince, ötekiler, evet, demişler, bu bizim Das.
Maç sonunda rakibini yenen Das, dünya şampiyonu olmuş ve altın madalyayı boynuna takılmış. Seyirciler, çılgınca Das’ı alkışlamışlar. Omuzlarda taşımışlar. Yumruklarını havada sallayan ve göğsüne vuran Das, hayatından memnun görünüyormuş.
Das’ın dünyanın öbür ucunda olduğunu bilen arkadaşları gece yarısından sonra yola çıkıp sabaha kadar koşmuşlar ve ertesi gün nerede bir kanguru görseler Das’ı anlatmışlar. Das’ın dünya çapında şöhrete ulaştığından bahsetmişler. Onun geri gelmesini ister misiniz, sorusuna kangurular:
“ Hayır, gelmesin. Das, kanguruların spor elçisi olsun ve bizi dünyaya tanıtsın. Burada kanguru sürüsüne katılmadığı için, ayrı dururdu. Ayrışmak istedi, bir, tek olmak istedi ve aramızdan ayrıldı. Bizden koptu. Das şimdi hak ettiği yerde, zirvede. Zirvedeki yerini uzun yıllar koruyacaktır. “
SON
Serdar Yıldırım
KELEBEKLER
İki varmış, üç yokmuş. Beş varmış, on yokmuş. Bir çocuk varmış, çocuğun arkadaşı martıymış. Çocuk bir gün martıya şöyle demiş: " Ben bir masal yazmak istiyorum. Kafana takılan tilkidir, kuştur, aslandır, geyiktir.. hangisini öne sürebilirsin? İlk ne diyebilirsin? Adını an, onun masalını yazayım. "
Martı fazla düşünmeden cevap vermiş:
" Kelebekler, bir günlük ömürlerinde nasıl da binlercesi, on binlercesi bir sokak lambasının etrafında toplanıyorlar ve uçup duruyorlar. Onlar lambanın yanına geliyor ve lambanın ışığının etkisinden kurtulmaları mümkün olmuyor. Gece geç saatlerde birer ikişer yere düşüyorlar ve yatıp kalıyorlar. Sabah olunca sokak lambasının çevresinde binlerce kelebek bulunuyor. "
Çocuk: " Bu kelebekler en son ne zaman böyle bir olay gerçekleştirdiler? "
Martı: " Şu ilerdeki köprünün yanında bir sokak lambası var. Yıllardır temmuz ayının son günleri geliyorlar. Bu yıl da aynı zamanda gelirler. "
Çocuk: " Bu yıl da temmuzun son günleri gelsinler ve ne olacağını görsünler. "
Martı: " Bir planın var galiba? "
Çocuk: " Evet, bir planım var. Temmuz ayına daha dört ay var. Bekleyelim ve görelim. "
Beklediler ve gördüler. Dört ay şıp diye geçti ve bir gece kelebekler yine aynı sokak lambasına geldiler. Giderek sayıları çoğaldı, binleri, yüz binleri buldu. Çocuk ve martı oradaydı. Çocuk direğe tırmandı, lambayı gevşetti ve lamba söndü. Martı gibi kelebekler de şaşırmıştı. Işık yoktu, şimdi neyin etrafında döneceklerdi? Dönmek bir amaç değildi. Dönmek bir araç değildi. Dönmek bir amaç ve araç olmadığına göre, gece boyunca saatlerce dönüp duran kelebekler yatıp kalıyorlardı yani uykuya dalıyorlardı. Baş döner durur, dönmekten bıkan baş uyku moduna girer, yeter ki dönme dursun. Dönme durunca baş uyur, gider. Kelebekler, bir şeye ulaşmak istiyorlar ama bırak ona ulaşmak şöyle dursun, kendilerinden geçiyorlar. Döne döne kendilerinden geçerek yatıp kalıyorlar. Ertesi gün ayılan kelebeklerin pek çoğu gökyüzüne kanat çırparak uçup gidiyorlar. Kalanlar çok dönenler. Normalden çok döndükleri zamanın fazlasını uyuyarak geçiriyorlar.
Yiğit lakabıyla anılır, adına pervane derlermiş, bir kelebek varmış. Bir sokak lambasının etrafında her gece sabahlara kadar döner dururmuş. Bu durum aylarca sürmüş. Sonunda pervane aradığını bulamamış ama kendini kaybetmiş. Arkadaşları günlerce pervaneyi aramışlar ama bulamamışlar. Zamanın birinde bir bilge kelebek şöyle demiş: " Dünya döner güneş etrafında, kelebek döner ışık etrafında, kelebek güneş etrafında dönüyor da dünya ışık etrafında dönsün de görelim. "
SON
Serdar Yıldırım
KATİL SAKIZ
On beş yaşındaki iki kız arkadaş Gizem ile Çağla evin balkonunda oturmuş, konuşuyorlardı. Aniden bir güvercin geldi ve bahçedeki ağaçlardan birine kondu. Güvercini gören Çağla çiğnemekte olduğu sakızı ağzından çıkardı:
" Bak Gizem, şu sakızı güvercine atacağım. Güvercin sakızı görmezse iyi ama görür de yerse dünyası değişir. "
" Dünyası mı değişir? O zaman atma sakızı. Güvercine yazık. "
" Hayır atacağım. İşte attım. "
Çağla'nın attığı sakızı güvercin gördü ve kanatlarını çırparak, sakıza doğru uçtu. Bunun üzerine Gizem heyecanla bağırdı:
" Dur güvercin, yeme o sakızı. Senin sonun olabilir. "
Güvercin sakızı yuttu ama sakız boğazına yapıştı. Soluk alamayan güvercin sırtüstü düştü ve öylece kaldı. Gizem oturduğu yerden ayağa fırladı:
" Yaptığını beğendin mi Çağla, güvercini öldürdün? "
Bunun üzerine Çağla:
" Eee sana da yaranılmıyor. Al güvercini başına çal. Bir güvercine beni değişiyorsun. "
" Evet değişiyorum. Çağla adında bir arkadaşım yok bundan sonra. "
Çağla:
" Ne halin varsa gör. " dedikten sonra hızlı adımlarla Gizemlerin evini terketti.
Gizem daha sonra bahçeye indi. Güvercini aldı, baktı, onun minicik kalbi atmıyordu. Çok üzüldü, biraz ağladı. Sonra vücudunu dikleştirdi, göğsünü gerdi. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi ve kararlı adımlarla ileri doğru yürüdü. Hikaye yazarı Serdar Yıldırım'a gidecek ve olanları anlatıp insanların çiğnedikleri sakızı yola, bahçeye atmamalarını anlatan bir hikaye yazmasını isteyecekti.
Serdar Yıldırım Gizem'in isteğini olumlu karşıladı. Birkaç gün içinde hikayeyi yazıp Facebook'a çıkarırım, okursun, dedi ve şöyle devam etti:
" İnsanlar, bilinçli olsunlar ve sakızlarını yola, bahçeye atmasınlar. Sakızı ekmek parçası sanan kuşlar bu sakızları yemeye kalkışınca olan oluyor. Ya sakız gagalarına yapışıyor, kuşlar açlıktan ve susuzluktan ölüyor ya da yutunca soluk boruları tıkanıyor ve nefes alamayan kuşlar yine ölüyor.
Sakız çiğne çöpe at, sakın yola, bahçeye atma. Bu da sloganımız olsun. Gizem senin başlattığın bu kampanyanın gönüllüsü oldum. Birkaç ay içinde pek çok site ve forumda hikayenin okunmasını sağlarım. Böylelikle bir yıl içinde binlerce kişi konu hakkında bilgi sahibi olur. "
Serdar Yıldırım'ın söyledikleri karşısında Gizem derin bir oh çekti. En azından başka güvercinler, kuşlar ölmez diye düşündü. Daha sonra güvercini bahçenin bir köşesine gömdü. Hatırasını hiç bir zaman unutmayacağına söz verdi.
SON
YAŞLI DEĞİRMENCİ
Uzak, çok uzak şehirlerden birinin çok fakir bir köyü varmış. Bu köyün adı da fakir köymüş. Fakir köyün toprağı çorak, havası kurakmış. Bitki yetişmez, hayvan barınmazmış. Hal böyle olunca köydeki herkes bir dilim ekmeğe muhtaçmış. Bu köyde fakir ve yaşlı bir değirmenci varmış. Toprakta buğday yetişmiyormuş ki, insanlar buğdayını değirmene getirsin, öğütsün, un olarak geri alsın.
Yaşlı değirmenci erkenden kalkar, elini, yüzünü yıkar, sanki öğütülecek çuvallar dolusu buğday varmış gibi, hevesle değirmenin başına geçer, dereden topladığı kumları buğdaymış gibi değirmen taşının altına döker, kendini avuturmuş. Günler böylece geçip giderken, fakirlik iyice boğazlarına kadar dayanmış. Bir dilim ekmek bulamaz olmuşlar.
Değirmencinin hanımı: “ Bey, herkes gibi biz de açlıktan ölmeden bu köyden gidelim,” demesine rağmen, yaşlı değirmenciye söz geçiremezmiş.
“ Ölürsem değirmenimin başında ölürüm. Sen istiyorsan git,” dermiş de başka bir şey demezmiş.
Yaşlı değirmenci yine bir sabah erkenden kalkmış, değirmenin başına geçmiş, dereden topladığı kumları değirmen taşının altına dökmüş. Biraz sonra değirmen gürültüyle çalışmaya başlamış. Değirmenden farklı sesler gelmeye başlamış. Değirmenci de şaşırmış, bakmış, elini uzatmış, bir de ne görsün? Unun aktığı yerden çil çil altınlar akmıyor mu? Yaşlı değirmenci gözlerine inanamamış, avucuna alıp bakmış, yanlış görmüyormuş, bunlar gerçekten altınmış. Sevinçle hanımının yanına koşmuş. Olanları anlatmış. Kocasına ilk anda inanmayan hanımı altınları görünce inanmış. Çok mutlu olmuşlar, artık yoksulluktan kurtulmuşlar.
Yaşlı değirmenci ve karısı altınların bir kısmını alıp kasabaya inmişler. Kendilerine elbiseler, ayakkabılar ve yiyecekler alıp, köylerine dönmüşler. Onların bu durumunu gören köylüler olanlara bir anlam verememişler.
Gel zaman git zaman yaşlı değirmenci ve karısı zengin olmuşlar. İyi yürekli yaşlı değirmenci altınları sadece kendine ayırmayıp köylülere dağıtmaya başlamış. Köy fakirlikten kurtulmuş artık fakir köyün adı zengin köy olmuş. Ancak köylülerin arasındaki iki adam bu duruma tahammül edemiyormuş. Yaşlı değirmenci bu altınları nerden buluyor, diye merak etmişler.
Bir sabah erkenden değirmene giderken, yaşlı değirmenciyi yakalamışlar ve değirmene getirip bağlamışlar. Altınları nerden bulduğunu sormuşlar fakat bir türlü söyletememişler. Yaşlı değirmenci, ben size de altın verdim, yardım ettim, deyince adamlar, verdiğin on altın bize yetmedi, biz altınların hepsini istiyoruz. Adamlar, değirmenciye altınların yerini söyletmek için, odunla dövünce yaşlı değirmenci oracıkta ölmüş. Bunun üzerine adamlar korkup kaçmışlar. Daha sonra adamları kolcular yakalayıp zindana atmışlar.
Yaşlı değirmencinin karısı, aynı yöntemle altın elde etmek istemiş ama bu mümkün olmamış.
Aradan zaman geçtikçe köy giderek fakirleşmiş ve adı tekrar fakir köy olmuş.
SON
Yazan: Ayla Yıldırım
BOKSÖR KANGURU DAS
Avustralya Kıtası’nda pek çok kanguru yaşarmış. Bazı zamanlar kanguruların sayısının dört milyonu bulduğu olurmuş. Ormanda, dağda, bayırda, çölde nereye baksan kanguru görürmüşsün. Kangurular, denizin ortasında büyük bir ada olan Avustralya Kıtası’nda öylesine çoğalmışlar ki, bu durum bazı genç kanguruları yeni yaşam sahaları aramaya yönlendirmiş. İşte bu genç kangurulardan biri de Das’mış. Das’ın yakında bir gemiye binerek Kanada’ya gideceği haberi kangurular arasında hızla yayılmış. Das’ın iki yıl sonra geri döneceği ve neler anlatacağı merakla bekleniyormuş.
Das bir gece Sydney Limanı’na gelerek, Kanada’ya giden gemiye gizlice binmiş ve geminin ambar dairesine saklanmış. Burada yiyecek, içecek depoları bulunuyormuş. Gemi, Büyük Okyanus’tan geçerek günler sonra Kanada’daki Prince Rupert Limanı’na varmış. Das geceleri şehrin karanlık sokaklarında gezmiş, dolaşmış. Ama bir gece oradan geçmekte olan, kangurulara boks yapmayı öğretip, onları ringlerde birbiriyle dövüştüren bir menajerin dikkatini çekmiş. Menajer, Das’ı, adamlarına yakalatıp, ringe çıkarmış. Das boks öğrendikçe bu konudaki yeteneği ortaya çıkmış. Çok güçlüymüş ve yumrukları demir gibiymiş.
Das daha sonraki aylarda ringde diğer kangurularla pek çok maça çıkmış. Rakiplerini birer birer yenen Das, final maçına çıkmaya hak kazanmış. Şimdiki şampiyonu yenerse dünya şampiyonu olacakmış. Şampiyonluk maçı tam da Das’ın Avustralya’dan yola çıktığı günün ikinci yıldönümüne denk gelmiş. Arkadaşları, birkaç gündür Das’ın dönüşünü Sydney Limanı’nın hemen karşısındaki tepede bekliyorlarmış. O gün gelen gemilerin hiçbirisinden Das çıkmamış.
O akşam kangurular arası dünya şampiyonluğu maçını pek çok ülke televizyonu yayınlıyormuş. Bunlardan biri de Avustralya televizyonuymuş. Prince Rupert’ten gelen gemi yolcularını boşaltmış ve limanda demirlemiş. Kaptan ve gemi çalışanları boks maçını televizyondan seyrediyorlarmış.
Arkadaşları, Das’ın bu gemiyle mutlaka gelmesi gerektiğini düşünerek, acaba ambarda kilitli mi kaldı yoksa bir aksilik oldu da yakalandı mı, diyerek gece karanlığında gemiye çıkmışlar ve televizyondaki boks maçını görmüşler. Arka ayakları üstünde duran ve ön ayaklarında eldiven olan iki kanguru birbirlerine kıyasıya yumruk atıyorlarmış. Bazen uzun kuyruklarıyla yere tutunarak, arka ayaklarıyla rakibinin karnına tekme vuruyorlarmış. Bir kanguru, şu sarı eldivenli bizim Das değil mi, deyince, ötekiler, evet, demişler, bu bizim Das.
Maç sonunda rakibini yenen Das, dünya şampiyonu olmuş ve altın madalyayı boynuna takılmış. Seyirciler, çılgınca Das’ı alkışlamışlar. Omuzlarda taşımışlar. Yumruklarını havada sallayan ve göğsüne vuran Das, hayatından memnun görünüyormuş.
Das’ın dünyanın öbür ucunda olduğunu bilen arkadaşları gece yarısından sonra yola çıkıp sabaha kadar koşmuşlar ve ertesi gün nerede bir kanguru görseler Das’ı anlatmışlar. Das’ın dünya çapında şöhrete ulaştığından bahsetmişler. Onun geri gelmesini ister misiniz, sorusuna kangurular:
“ Hayır, gelmesin. Das, kanguruların spor elçisi olsun ve bizi dünyaya tanıtsın. Burada kanguru sürüsüne katılmadığı için, ayrı dururdu. Ayrışmak istedi, bir, tek olmak istedi ve aramızdan ayrıldı. Bizden koptu. Das şimdi hak ettiği yerde, zirvede. Zirvedeki yerini uzun yıllar koruyacaktır. “
SON
Serdar Yıldırım