Sünuhat,Tulûat,İşarat

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Sünuhat,Tulûat,İşarat


Sünuhat


Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

İfade-i meram
Bazı âyâtı düşünürken bazı nükteler kalbime hutur ederek nota suretinde kaydettim. Elfazca zengin değilim, israfı da (sevmem), teşrifatçı elfazı (beğenmem), îcazımdan darılma. خُذْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ kaidesiyle sana hoş gelen şeyleri al, sana hoş görünmeyeni bana bırak, ilişme!..
Said
* * *

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
(1) اَلَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.
Meselâ: Cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir.



Meselâ: Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zaîfe karşı tevazuu, zaîfte tezellül olur.
Meselâ: Bir ulü-l emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.
Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tenbelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir.
Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanet olur.
Meselâ: Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et.
Madem ki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sârda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Sâlihattaki ıtlakı, belîgane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.
* * *

وَ اِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ
Akibet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan akibeti, bir emare-i hadsiyedir ki, cezası da bir ikab vardır. Çünki herkes hususî bir tecrübe ile hadsen görüyor ki; hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.
Eğer şu umum muhtelif tecrübeler nazara alınırsa görünür ki; nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lâzım-ı zâtîsidir.
Madem ki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüb ediyor. Elbette bu dârda terettüb etmiyen, başka dârda terettüb edecektir. Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti, belâsını buldu.
* * *

وَ جَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَ قَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا
(اَىْ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا لاَ لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا...)
Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.
Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsiye ile intiaşe gelir ki, tearüfle teavüne sebebdir. Veya menfîdir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.
* * *



وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا
Rızk hayat kadar, kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Kudret-i ezeliye dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, âlem-i latife kalb ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için edna bir sebeb ile, bir bahane ile kemal-i ehemmiyetle hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle mebsuten mütenasib, rızkı dahi ihzar ediyor.
Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.
Bir nokta-i nazarda denilebilir: “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm vesair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür. Rızıksızlık değil.
* * *

(*) وَ اِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ
Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek mi?
Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki aza, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor.
Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?... Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latifesidir.
Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.
İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.
* * *



وَ لاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِى سَبِيلِ اللّهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَاءٌ وَ لكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ
(اَىْ وَلكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا
Şehid kendini hayy bilir.(*) Feda ettiği hayatı sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rü’yada lezaizin enva’ına câmi’ bir bahçede geziyorlar. Biri rü’ya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakikî mütelezziz olur.
Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.
* * *

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا
قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا
Şu âyet haktır. Akla münafî olamaz. Hakikattır. Mücazefe, mübalağa içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
BİRİNCİ CÜMLE: Adalet-i mahzanın en büyük düsturunu vaz’ediyor. Der ki: Bir masumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nisbeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nisbettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin adalet-i izafiye cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… (Ene)ler (nahnü)ye inkılab edip, mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için ferd zımnen rızadade olabilir. Bazan (nur), (nar) göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalağa görünür.

Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküb ediyor:
Birincisi: Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.
İkincisi: İstidad-ı fıtrînin haricde derece-i kuvvetini izharla, mümkini vaki’ suretinde göstererek, nefsi zecr edip –demek o damar-ı gadr ve isyan çekirdeği güya bilkuvveden bilfiile çıkıp, imkânatı vukuata inkılab ederek, müstaid olduğu semeratı verip, bir şecere-i zakkum suretinde hayalin nasb-ül aynına vaz’eder– tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin, irşadî belâgat böyle olur.
Üçüncüsü: Kaziye-i mutlaka bazan külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazan daime suretinde görünür. Halbuki bir ferd, bir zamanda hükme mazhar olsa, kaziyenin mantıkan sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemmiyet olsa, örfen dahi doğrudur. Nasılki her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir ferd veya her ferd için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki; sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.



Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zahiren külliye ise, fakat daime değildir. Fakat beşere katilliğin zaman cihetiyle en müdhiş ferdini nazara vaz’ediyor.
Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur. Nasılki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib ferdler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.

Meselâ: İnsanlarda (veli), cum’ada (dakika-i icabe), ramazanda (leyle-i kadir), esma-ül hüsnada (ism-i a’zam), ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.
Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrüb gibidir.
TENBİH: Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.
Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş’et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neş’et edebilir. Sıfatın delaletinde (şekk) var. İmanın vücudunda da (yakîn) var. Şekk ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!..

İKİNCİ CÜMLE: اَىْ مَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا
İhya, mana-yı zahiriyy-i mecazî itibariyle, hasenenin gayr-ı mahdud tezauf düsturunu gösterir. Mana-yı aslî itibariyle halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla (hedm) eden bir bürhana remizdir. Zira bu cümle ile beraber مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ tarafeyndeki teşbih, iktidar manasını ifham ettiğini dahi nazara alınsa, mantıkan aks-i nakîz kaidesiyle istilzam ediyor ki,
مَنْ لاَ يَقْتَدِرُ عَلَى اِحْيَاءِ النَّاسِ جَمِيعًا
لاَ يَقْتَدِرُ عَلَى اِحْيَاءِ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ
demek işareten delalet ediyor.



Madem ki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz.
Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.
Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta cari olan nevamis-i İlahînin sereyanlarını keşf ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmektir.
İşte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklık Kur’anın rumuz-u i’cazındandır. Gelecek âyet bunu isbat edecektir.
* * *

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Zira kudret zâtiyedir. Acz tahallül edemez. Melekûtiyete taalluk eder. Mevani’ tedahül edemez. Nisbeti kanunîdir. Cüz ve küll, cüz’î ve küllî hükmüne geçer.
BİRİNCİ NOKTA: Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes’e lâzıme-i zaruriye-i naşie-i zâtiyedir. (Acz) zıddı olduğundan bizzarure, zaruriye-i zâtiye ile, zıddının melzumu olan zâta ârız olmaz. Madem zâta ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez. Madem ki tahallül edemez, kudrette meratib bizzarure olamaz. Zira meratibin vücudu, ezdadın tedahülüyledir. Meselâ hararette meratib, bürudetin tahallülüyledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülüyledir. (وَ هَلُمَّ جَرًّا
Mümkinatta hakikî lüzum-u zâtî-i tabiî olmadığından, kâinatta ezdad birbirine girebilmiş. Meratib tevellüd edip, ihtilafat ile tegayyürat neş’et etmiştir.

Madem ki kudrette meratib olamaz, makdurat dahi bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi, zerrat yıldızlara emsal olur.
İKİNCİ NOKTA: Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayr şer, sıgar kibr gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz’edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.
Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlık’a müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet ma’luliyet giremez. İ’vicacatı yoktur. Avaik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.
Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüchanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.



ÜÇÜNCÜ NOKTA: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ❊ وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى
Temsil, tasviri teshil ettiğinden, temsilatla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.
Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ: Kâinat hailsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farzedilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. İşte (şeffafiyet sırrı).
Meselâ: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmin nokta-i merkeziyenin elinde bir (mum) ve muhitteki noktaların ellerinde birer (âyine) farzedilse; nokta-i merkeziyenin verdiği feyz, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte (mukabele sırrı).
Meselâ: Hakikî bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i ferd hangisi bulunursa bulunsun, sarfolunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya’ya, bir kefesi seraya inebilir. İşte (müvazene sırrı).

Meselâ: En azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte (intizamın sırrı).
Meselâ: Bir mahiyet-i mücerrede bütün cüz’iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzisiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte (tecerrüdün sırrı).
Meselâ: Bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte (itaat sırrı).
Zira herşeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlaka kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur. Bütün kâinatın (Kün) emrine itaatı, bir zerre neferi itaatı gibidir. (Kün) emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.

Nikat-ı selâse hususan üçüncü noktadaki esrar-ı sitte ile, mülk ve mümkin canibinde değil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib’ad zâil ve nefs mutmainne olur.
Şöyle: Madem ki kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahiyedir, zâtiyedir, zaruriyedir. Herşeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, ona mukabildir. İmkân itibariyle mütesavi, mütevazin-üt tarafeyndir. Şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizama muti’dir. Avaik ve hususiyat-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Küll-ü a’zam, cüz’-ü asgara nisbeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevil-ervah ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz. Mezkûr üç nokta dikkat-i nazara alınsa görünür ki; مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ mübalağasız, mücazefesiz doğrudur, haktır, hakikattır.
* * *



وَلاَ يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ
Binler nüktesinden bir nükte: Sofiye meşrebinden kat’-ı nazar, İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder. Başka din, vasıtayı kabul eder. Bu sırra binaendir ki; Hristiyanda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyette avam ise, servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan, ne derece dinde mütesallib ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez. Belki kazanır.
Bir Müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hattâ izzet-i rütbîden fedakârlık etmek gerektir.
Öyle ise, kendini havas zanneden zalimlere, mazlumîn ve avamın hücumu ile, Hristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan, esasat itibariyle müteessir olmamak gerektir.
* * *

يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ يُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ
Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. Yalnız ekserî düsturların mâsadakatından bir-iki misal zikredeceğiz:
Lâkayd Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.
Hem zalime karşı miskinliği esas tutan Hristiyanlık, nihayet tecellüd, cebbarlıkta; ve zalime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet eyvah nihayet miskinlikte karar kıldı.
Hem mebdei taassub derecesinde azimet olsa nihayeti müsaheleye, ruhsata tarafdarsa nihayeti salabete müncer olan bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi.

Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıblar mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha, dostluk; ve lâkayd Jönler husumet ve salabet tarafdarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
İki âlim; bazan nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya bakiyye-i iştiha ve şevki, tevarüsle velede geçiyor. Öteki kaza-i vatar ettiğinden, veledinden ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor.
Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese; meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar.
* * *



وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’anî.
اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
İşte mahiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm sırrı şudur: Beşerde hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.
Evet ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Evvelâ şahıs itibariyle: Bir şahıs çok evsafa câmi’dir. Onların içinde bir sıfat adaveti celbetse, birinci âyetteki kanun-u İlahî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin; mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.

Halbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zalimane ile, bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet; hattâ onda da iktifa etmiyor, akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddid esbabı olduğundan, olabilir o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki haric bir sebebin neticesidir. O halde sıfat câniye değil, kâfire de olsa, o zât câni olamaz.
Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.
Medeniyet-i hazıra itibariyle görüyoruz ki; şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ deki endişelerinin sırrını gösteriyor.

İşte bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zalimanesine serfüru etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harab etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veriyor.
Acaba bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin veya bir cemaatin binlerle masumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilalciden hâlî kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o masumlar mes’ul, belki ifna ediliyor.
* * *



وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا ❊ الم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası
Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?
Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.

Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.
Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cümudet peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.

Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç tarîkledir:
1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti, tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi.
Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.



Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.
Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur’ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.
Bununla beraber zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tâbi’ gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin(*) muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam, mezhebde imtizac etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtie’yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden “inhisar zihniyeti” illetiyle ma’luldür. Ve Kur’anın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.

Hem Tahtiecilik fikri, sû’-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.

Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur’ana ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.
Bilâhere bu rü’yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”
* * *



وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ ❊ وَ شَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ
(*) Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hâsıl olmuştur.
Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.
Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir hususiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.

Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk, müttehid-i bizzâttır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır.
Saltanat itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâh ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.
Sadaret üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müdhiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terkedilmiş.
Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.
Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?

Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.



Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.
Hattâ diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünki haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâm’ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.
Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima icma’ ve re’y-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.

Sadaret, Meşihat iki cenahtır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.
İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir.
Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-ı İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hâsıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan a’yan ve meb’usanın vazife-i resmiyeleri itibariyle, bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.

Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş-yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu mes’ele-i uzmanın esasını teşkil eder.
Vehham olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin za’fiyeti bahanesine olan müzahref medeniyete lanet. Havf ve za’f, tesirat-ı hariciyeyi teşci’ eder. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez. وَ مِنَ اللّهِ التَّوْفِيقُ
* * *




 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
RÜ’YADA BİR HİTABE
Meali ve hatırda kalan elfazı aynendir.
1335 senesi eylülünde, dehrin hâdisatı verdiği ye’s ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rü’ya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rü’ya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:
Bir cum’a gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi:
–Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem, seni istiyor.
Gittim gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a’sarın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab ettim, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:
–Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re’yin var, fikrini beyan et!

Ayakta durup dedim:
–Sorun cevab vereyim.
Biri dedi:
–Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak, galibiyette ne olurdu?
Dedim:
–Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir.
Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta’cil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i (عَاجِلَهءِ) muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i (آجِلَهءِ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi:
–İzah et!
Dedim:
–Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münafî, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.
Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecektik.



Meclisten biri dedi:
–Neden Şeriat şu medeniyeti(*) reddeder?
Dedim:
–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe’ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazu’dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.

O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir.
Nev’-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir.

Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev’e verdiği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir.
Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!
Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hâssasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel’ olunmaz, tâbi’ olmaz.
Bir asıldan tev’em olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a’sar ve medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalışmalarına rağmen, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezcolunmaz, bel’ olunmaz…



Dediler:
–Şeriat-ı Garra’daki medeniyet nasıldır?
Dedim:
–Şeriat-ı Ahmediye’nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder.
İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü’dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir.
Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese “Öl!”, diğeri diyecek “Diril!”. Birinin menfaatı, zarar - ihtilaf - tedenni - za’f - uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi - ittihadımızı bizzarure iktiza eder.
Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyor idi; zâil oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, bâki kalmalı.

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.
Dediler:
–Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!..
Tekrar biri sordu:
–Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
Dedim:
–Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekâtı aldı. اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ



Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.
Yine biri dedi:
–Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?
Dedim:
–Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir (o ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.
Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş kendimi buldum. Gece böyle geçti.
Aynı gün pür-ümid, başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler dediler:
–Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?

Dedim: اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ
Evet İstanbul siyaseti, İspanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzât değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder. Biz kendimizden hayal edip, asammane tahribimizde eser-i telkini icra ederiz. Mademki menba’ Avrupa’dadır. Gelen cereyan, ya menfî veya müsbettir. Menfîye kapılan, harf gibi دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ yahud لاَ يَدُلُّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzât haric hesabına geçer. Çünki iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti faide vermez. Bahusus menfî iki cihet-i za’fla, haric cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.
Diğer müsbet cereyan ise ki, dâhilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi, دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ dir. Hareketi kendinedir. Tebaî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, haric cereyanın müsbet ve za’fına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.

Dediler:
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.
Denildi:
–Nasıl anlarız?
Dedim:
–Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû’-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.



Meselâ: İki adam döğüşürler. Biri, zaîf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celbeder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zaîf bir elde beraber yere düşerse o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever demektir.
Evet dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevketmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedid hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.
Dediler:

–İttihad’a şedid bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?
Dedim:
–Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azm ü sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.
Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hıffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halîm’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.
Dediler:
–Fırkacılık lâzım-ı meşrutiyettir.
Dedim:
–Bizdekilerde hutut-u efkâr, telaki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden nokta-i telaki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud, adem gibi; birinin vücudu ötekinin ademini ister.
İnad bazan müfrit fırka mutaassıblara, dalal ve bâtılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lanet eder. Sû’-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla dûrbînin iki tarafı gibi leh aleyhtar, vâhî emareyi bürhan, bürhanı vâhî emare görür.

İşte şu zulümdür, اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ sırrını gösterir. Zira hayvanın aksine olarak kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdid edilmemiş, meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyema enenin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Meselâ: Birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına, hattâ ehibbasına, hattâ meslekdaşına zulmünü teşmil eder, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى ya karşı temerrüd eder.



Meselâ: Muhteris bir intikam veya müntakim bir hilafıyla bir kerre demiş: İslâm mağlub olacak, kalbi parçalanacak. Sırf o müraî ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için; İslâm mağlubiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâm’ı müşkil mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, “sükût et” demiyor. “Alkışla, mütelezziz ol, beni sev” diyor, onları misal gösteriyor.
İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. وَ قِسْ عَلَيْهَا
Denildi:
–Mağlubiyet malûmdu, biz bilirdik, bilerek bizi belâya attılar.
Dedim:
–Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harb, sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabilir. Acaba fikir dediğiniz şey, (El’iyazü billah) arzu olmasın. Bazan zalimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir.

Yahu pis bir çamura düşmüşsünüz, misk-ü anber diye yüzünüze, gözünüze bulaştırmağa ne mana var?
İşte misalîlerin münevver gece meclisinde ve dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbde çıkan beyanatım. İster isen kabul et, ister isen etme, anlamak şartıyla. (İster al gûş-u kabul câne, ister hiddet et).
RÜ’YANIN ZEYLİ
Rü’ya hacda sükût etti. Çünki haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazab ve kahrı celbetti. Cezası da keffaret-üz zünub değil, kessaret-üz zünub oldu. Haccın bahusus tearüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaîyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs bîçare vâlideleri olduğunu “ba’de harab-il Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımıyarak öldürdü, şimdi vaveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmiyerek öldürmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh-u fizar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. فَاعْتَبِرُوا
* * *



كَمَا اَنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ كَذلِكَ تُسَهِّلُ الْمُشْكِلاَتِ
Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle camuşa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.
Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, (ızdırar) vaktinde mukavemete inkılab eder, boynuzuyla kurdun karnını deldiği vaki’dir. İşte hârika bir şecaat.
Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. (Rus mojikleri buna şahiddir.)
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.

Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.
* * *
BİRKAÇ VECİZELER
Hevesat-ı nefsaniye ile erkeklerin karılaşması, karıların hayâsızlıkla erkekleşmesine sebebdir.
* * *
Merak, ilmin hocasıdır.
* * *
İhtiyaç, medeniyetin üstadıdır.
* * *
Sıkıntı, sefahetin muallimidir.
* * *

Acz, muhalefetin menşeidir.
* * *
Za’f, gururun madenidir.
* * *
Sıgar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır.
* * *
Tenasüb, tesanüdün esasıdır.
* * *
Temasül, tezadın sebebidir.
* * *
Müsavatsız adalet, adalet değildir.
* * *
Gayr-ı meşru muhabbetin akibeti, mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir. (*)
* * *



Bundan yedi sene evvel bir risaleme yazdığım bir zeyldir
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ للّهِ الَّذِى قَالَ وَ لاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا
وَ الصَّلاَةُ عَلَى مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ: مَنْ قَالَ هَلَكَ النَّاسُ هَلَكَ النَّاسُ فَهُوَ اَهْلَكَهُمْ... اَمَّا بَعْد
Şu zamanın medenî engizisyonu müdhiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkîh ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya lâübaliliğe veya Hristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şübhe ile soğutmaya bir kapı açmak ister.

İşte o desise şudur: “Ey Müslüman bak, nerede bir Müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevidir. Nerede Hristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. Demek.... ilâ âhir.”
Ben de derim ki:
–Ey Müslüman! Biri maddî, biri manevî Avrupa rüchanının iki sebebinin şu netice-i müdhişiyle o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme. Dört el ile sarıl, yoksa mahvolursun.
Evet biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri manevîdir.
Birinci Sebeb: Umum Hristiyanın kilisesi ve maden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.
Evet Avrupa, küre-i zeminin hums-u öşrü iken, nev’-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki; efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hacat, zeminin kuvve-i nâbitesine sıkışmaz.

İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip talime başlarlar.
Evet fikr-i san’at, meyl-i marifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebebiyle; tearüf ticareti, teavün iştirak-i mesaîyi intac ettikleri gibi, temas dahi telahuk-u efkârı, rekabet de müsabakatı tevlid ederler. Ve bütün sanayiin maderi olan demir madeni kesretle içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasb u garet edip, gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin müvazenetini bozdu.
Hem de herşeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan bürudet-i mu’tedilane, sa’ylerine sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir. Hem de ilme istinad ile devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü, gaddarane istibdadlarının iz’acatı, engizisyonane taassublarının aks-ül amel yapan tazyikatı, mütevazî unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidadlarını inkişaf ettirip, mezaya ve fikr-i milliyeti uyandırdı.



İkinci Sebeb: Nokta-i istinaddır. Evet herbir Hristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedâhil maksadların birine el atsa arkasına bakar ki; istinad edecek, kuvve-i maneviyesine daima imdad edip hayat verecek gayet kavî bir nokta-i istinad görür. Hattâ en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur.
İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit âmâde ve dessas, medenî engizisyon taassubu ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellah kitlenin kışlası veya büyük kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.

Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hristiyan bulsa, hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.
Elhâsıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.
Ey ehl-i İslâm! İşte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyet’e çökmüş olan mesaib ve devahîye karşı nokta-i istinadımız: Muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslâmiyettir.

Bak âlem-i İslâmın şu büyük dairenin nokta-i uzmasından tut, tâ en küçük dairenin -meselâ medrese talebelerinin- bir ukde-i hayatiyesi vardır. Heyet-i içtimaiyenin efrad ve revabıtı birbirine istinadı gibi, o ukdeler dahi birbirine merbut, müteselsilen o nokta-i uzmaya müsteniddir. Demek bütün o ukde-i hayatiyelerini -boğmak değil-, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâm tenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.
Yoksa biri Avrupa’nın mehasinini mesavimizle ve telahuk-u efkârının semeratı, bizim bir şahsın semere-i sa’yi ile, insafsızca, aldatıcı cerbeze ile müvazene etmekle, (*) Avrupa’ya şedid bir meftuniyet ve milletine karşı amîk bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilal ve meyl-i tahrib ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane, namusşikenane ile kendi firavuniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bilmediği halde İslâm’a düşmanlığını göstermekle beraber; firavuniyet, enaniyet, gurur hükmü ile milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakârî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden nazar-ı hakikatta öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise; muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddıdır.



Mutaassıblara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri herbiri yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde mutaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh-i Geylanî medhinde etse idi, tekfir olunacaktı.

Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?!.
Esefâ! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus şâirane, müfritane, edebşikenane, hodpesendane olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir. وَ لاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا Te’dib-i hakikîye karşı edebsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyet’e karşı olan ta’rizat-ı zımniyelerini o kâselislerin yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmek ile iktifa ederiz.
Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine; fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betra tesir etmiştir. Bence en müdhiş maraz asabîliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle, aks-ül amel yaptırır.

Ey birader, âlem-i Hristiyanın rüchanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır. Başka kitabda tafsil etmişim. Bir hikâye:
(*) Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh San’an tepesine çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi:
–Niye böyle dikkat ediyorsun?
Dedim:
–Medresemin plânını yapıyorum.
Dedi:
–Nerelisin?
–Bitlis’liyim dedim.
Dedi:
–Bu Tiflis’tir.



Dedim:
–Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.
Dedi:
–Ne demek?
Dedim:
–Asya’da, âlem-i İslâm’da üç nur, birbiri arka sıra inkişafa başlıyor, sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişaa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.
Dedi:
–Heyhat! Şaşarım senin ümidine.
Dedim:
–Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
Dedi:
–İslâm parça parça olmuş.
Dedim:

–Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir, İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur, İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor, ilâ âhir.
Yahu şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.
İşte hikâyemin yarısı bu kadar.
Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi, bir temsil ile beyan edeceğim:
Felekzede, perişan(*) fakat asil bir aşiretten bir cesur adam ile; talii yaver, feleği müsaid, diğer bir aşiretten bir korkak ile bir yerde rastgelirler. Müfahere, münazara başlar.

Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i nefsine yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah! O vakit “Neme lâzım, işte ben, işte ef’alim” gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisab eder.
İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır, nefsine bakar gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî fikr-i milliyet uyanır; “Aşiretime kurban olayım” der.
Eğer bu temsilin remzini anladınsa, şu müsabaka ve mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette, bir Müslim -meselâ- bir Hristiyan veya bir Kürd, bir Rum ile manen hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele ve müvazene ile tezahür etse, temsilin sırrını göreceksin. Lâkin şu tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahirperestlik ve sathîlik ve galat-ı histen gelmiştir.



Ey Müslüman!
Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır. Zahiren olan İslâmiyetin za’fı, şu medeniyet-i hazıranın, başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet suretini değiştirmesi zamanı hulûl etmiştir. Suret değişirse, kaziye bilakis olur. Nasıl şimdiye kadar bidayetinde söylenildiği gibi, nerede Müslüman varsa Hristiyana nisbeten bedevi, medeniyete karşı müstenkif ve soğuk davranır ve kabulünde ızdırab çeker. Suret değişse başkalaşır.
كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ ❊ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
SAİD NURSÎ (R.H.)
* * *


 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
Tulûat
Müellifi: Bedîüzzaman Said Nursî
* * *



İFADE
Telepati nev’inden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair; birdenbire kibrit yakmak gibi, seri sualler soruyor. Ratb ve yâbis karışıyor.
İntihab kariin arzusuna tâbi’dir.
* * *

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى قَالَ: وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ... وَ اصْبِرُوا
S: Âlem-i İslâm ülemasının ortasındaki müdhiş ihtilafata ne dersin ve re’yin nedir?
C: Evvelâ
frown.gif
*) Âlem-i İslâma gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki: Re’y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re’y, ekseriyetin naziresidir. Re’y-i cumhurdan mâada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın re’ylerine bırakılır. Tâ herbir istidad, terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin.


Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır:
Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidleri taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin red ve hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red o derece meydan aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyet’in tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-i şemsten tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men’etmektedir.
İkinci Nokta: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadatlardaki heves ve heva ve mûris âyineye ve mizacına galebe çalmazsa, o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken; o, onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine müsahhar eder. İşte şu noktadan hüda hevaya tahavvül ve mezheb mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.



Fakat kaviyyen ümid ederim ki, kâinatta şu meclis-i âlî, şu meczub sergerdan küre şehrinde millet-i insaniyede ve Âdem kavminde ülema-i İslâm âlemi, bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üstünden birbirine bakıp mabeynlerinden bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir.
S- Nasraniyet, İslâmiyetin inkişafına bundan sonra mani’ olmayacak mıdır?
C- Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa ile terk-i silâh edecektir. Zira birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlıkta da yırtıldı, tevhide yaklaştı; tekrar yırtılmaya hazırlanıyor.
Ya intifa bulup sönecek veyahut doğrudan doğruya hakikî Hristiyanlığın esasına câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecektir.

Beşer dinsiz olamaz!
İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber (A.S.M.) işaret etmiştir ki: Hazret-i İsa gelecek, ümmetimden olacak; aynı şeriatımla amel edecektir.
* * *
Sâniyen:
Sebeb-i ihtilaf-ı muzır: “Bu haktır” düsturu yerine “Yalnız hak budur” ve “En güzeli budur” hükmü yerine “Güzeli budur” hükmü ikame edilmiştir. (Elhubbu fillah) esas-ı merhametkârı yerine (Elbuğzu fillah) ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin muhabbeti yerine, başka meslekten nefret, harekâtında hâkim kılınmıştır. Hakikata muhabbet yerine, ene tarafgirliği müdahale etmiştir. Vesail ve delail, makasıd ve gayat yerine ikame edilmiştir.

Halbuki fasid bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir. Bâtıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tesbit edilir. Madem gaye ve maksad haktır; delil ve vesilelerdeki fesad, böyle inşikak-ı kulûba sebebiyet vermemeli.
* * *
Sâlisen:
Sebeb-i ihtilaf, hâkim-i zalim olan cerbezedir. Fikr-i tenkid ve bedbînliğe istinad eden cerbeze, daima zalimdir.
S- O sail-i meçhul, tekrar der: Cerbeze nedir?
C- (*) Müteferrik büyük işlerde, yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir (**).
Meselâ: Bir aşiretin herbir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile vehmen tayy-ı mekân ederek birden bir şahısta o muhassalı temsil edip başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa..



Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudûrunu tasavvur etse; acaba evvelki adam ne derece müstakzer, ikinci adam ne derece müteaffin.. hattâ hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeğe hakkı olmayacaktır.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder.
Hakikaten cerbeze, enva’iyle garaibin makinesidir.
Görülmüyor mu ki, cerbeze-âlûd bir âşıkın nazarında, umum kâinat, birbirine muhabbet ile müncezib, rakkasane hareket edip gülüşüyor... Veyahut çocuğunun vefatıyla matem tutan bir vâlidenin cerbeze-âlûd me’yusiyeti nazarında, umum kâinat hüzün-engizane ağlaşıyor.

Herkes, istediği ve haline münasib gördüğü meyveyi koparır.
Bu makamda size bir temsil: Meselâ: Sizden yorulmuş yolcu bir adam, yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere, gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse (nekaisten müberra olmak, cinan-ı Cennet’in mahsusatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla) şu bahçenin müteferrik köşelerinde bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizac sevki ve emri ile, yalnız o taaffünatı taharri ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü’ ederek, o bostanı bir selhhane ve mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefretle kaçar.
Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterebilecek midir?
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

S- Herkes, zaman ve dehirden şikayet ediyor. Acaba Sâni’-i Zülcelal’in san’at-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?
C- Hâyır, aslâ. Belki manası şudur: Güya şikayetçi der ki; istediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal; hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergeliyle nakşolunan feleğin kanunu müsaid değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab’ olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahî razı değillerdir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak’ın yed-i kudretinden şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüz iştihasıyla istediğimiz semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.
Evet bir şahsın tehevvüsü için, büyük bir daire-i muhita, hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.
Elhâsıl: Cerbeze bir hâkimdir. Yalnız seyyiat tarafını konuşturmamalı, onun hasmı olan hasenatı da dinlemeli. Sonra müvazene edip, mizan-ı haşirdeki hükm-ü âdilane gibi, racih gelene muhabbetle hak vermelidir.



S- Efkâr-ı hazırada cerbeze nasıl bir tesir etmiştir?
C- Bak, o seyyiedir ki, Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebi bir devleti, ne safsatalı bahanelerle, bilmem hangi tarihte Kırım’da bize yardım etmiş gibi yavelerle, bize dost olabilecek surette gösteriyorlar.
Hem Sübhan Dağı kadar, İslâmiyet’in izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidîni, acib bahanelerle en fena derekesine indirip, millete düşman gibi gösteriyorlar.
Hem de Avrupa’nın terbiyesinin neticesi olarak خُذْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ kaidesiyle her şeyin en iyi cihetini nazara almak maslahat iken, en fena ciheti nazara alıp mütemadiyen milleti ye’se sevk ederek, ruh-u cemaatı öldürüyor.
Hem yine cerbeze seyyiesine, za’f-ı akide inzimam etmesiyle, mesail-i diniyede en zaîf tarafını irae ederek dinsizliğe zemin ihzar ediyor.

Hem yine onun netaicidir ki, mukteza-yı beşeriyet olan, beyn-es selef cereyan eden tenkidat-ı rakibkârane veya hakperestaneyi, sofestaîcesine bir cerbeze ile, her birinin hakkında başkaların tenkidatını irae edip, eazım-ı ümmet hakkında hürmetsizlik ve emniyetsizliği telkin ederek, o vasıta ile ezhandaki İslâmiyetin kudsiyetini sarsıyor.
İşte bunlar gibi çok mazarrat-ı azîme, şu nevi cerbezeden tevellüd ediyor.
İstanbul’u düşündükçe, iki karış kadar dili uzanmış, sair azası neşv-ü nemadan mahrum kalmış, ihtiyar bir çocuğun timsali zihnime geliyor.
S- Anadolu aleyhinde çıkmış olan fetvaya ne dersin? (*)

C- Fetva-yı mahz değil ki, i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünki fetvanın kazadan farkı; mevzuu âmdır, gayr-ı muayyendir, hem mülzim değil… Kaza ise muayyen ve mülzimdir. Şu fetva ise, hem muayyendir, kim nazar etse bizzarure muradı anlar. Hem mülzim olmuştur. Çünki avam-ı Müslimîni onlar aleyhinde sevketmekte esbabın en âhiridir.
Mademki şu fetva, kazayı tazammun ediyor, kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyatlarını aleyhlerinde olan davalarla, siyasiyyun ve ülemadan bir heyet tarafından, maslahat-ı İslâmiye noktasında muhakeme edildikten sonra, fetva verilebilirdi.
Zâten şimdi bazı hakaikte bir inkılab var. Ezdad isimlerini değiştirip, mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bagy, esarete hürriyet namı veriliyor.
S- Neden bu kadar (İ G Z) den nefret ediyorsun? Musalahasını da istemiyorsun?
C- Sebeb bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, manen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur; izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir.



Edirne Câmii’nde, bir İslâm hocasının lisanıyla, Venizelos gibi şeytan zalime dua ettirdi. Merkez-i Hilafette, Müslümanlar lisanıyla hizb-üş şeytan olan (İ G Z), Yunan askerlerini halaskâr, tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidîni câni, zalim söylettirdi.
Acaba bir vâlide o dereceye getirilse ki, çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmayarak, parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye ve ahlâk-ı sâmiye intifa etmesin?..
S- Neden (İ G Z) siyaseti galib çıkar?
C- Siyasetinin hâssa-i mümeyyizesi; fitnekârlık, ihtilaftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahribkârlık, hariçte menfîliktir.
Bir adam kocaman bir binayı bir günde harab eder, bir taburu ihtilale verir. Şu alçak siyasettir ki (K T T)ni zahiren tel’in ettiği halde, gizlice dehalet ediyor. Fenalık ve ahlâk-ı seyyie, siyasetine vasıta olduğu için, her yerde ahlâk-ı seyyieyi himaye ederek teşci’ eder. Şimdiki İstanbul hali şahiddir.

S- Anadolu’da pekçok zulüm ediliyor ve pekçok Müslümanlar i’dam ediliyor. Neden böyle yapıyorlar?
C- Evet maatteessüf pek feci’ şeyler oluyor. Fakat asıl sebeb, mel’un mimsiz medeniyet, öyle zalimane bir silâh, şu harb-i vahşiyaneye vermiştir ki, o silâhın karşısında dayanmak, onun naziriyle mukabele etmek lâzımgelir. Şeşhane ile mitralyoza mukabele edilmez. İşte o silâh, o düstur ki, medeniyet harbin eline vermiştir.
Ben de kendi gözümle Grandük Nikolaviç’in namına iki emri gördüm. Der: “Askerimize bir köyden bir tüfenk açılsa, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.” İkinci emri de: “Bir cemaatte bir adam, cephe zararına bize hıyanet etse, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”
İşte böyle ezlem bir düstur ile (İ.G.Z.) Anadolu’ya hücum ediyor.

S- Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta’dil edecek çare nedir?
C- Evvelâ; müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarîk-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sarsamaz, racih de gelemez. اَلْحُبُّ فِى اللّهِ düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa -ki, zaman dahi pek çok yardım ediyor- o ihtilafat sahih bir mecraya sevkedilebilir.
Esefâ; gaye-i hayalden tenasi veya nisyan olmakla, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı âlî bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır.
* * *



Zulmün şedid bir nev’i
Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebeb olmuştur. Fukara aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken, esarete mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.
Bir işde mehasin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş edilir; seyyiat olsa, avama taksim edilir.
Meselâ, bir tabur galebe çalsa, şan ü şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlub olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir. Meselâ: Bir aşiret namuskârane bir iş etse, “Âferin Hasan Ağa” derler. Fenalık ettikleri vakit, “Tuh ne pis aşiret imiş” diyecekler.
وَ اِذَا تَكُونُ كَرِيهَةٌ اُدْعَى لَهَا ❊ وَ اِذَا يُحَاسُ الْحَيْسُ يُدْعَى جُنْدُبْ (*) kavl-i meşhuru, şu acib zulmün tercümanıdır.

Hem de şu içtimaî sistemdeki damar-ı zulmün bir mecrası da şudur: Yüksek tabakada birinin öldürülmesiyle, çok seneler matem tutulur. Halbuki onun cinayetiyle tabaka-i avamda yüzer, belki binler kişi telef olsa, bir-iki günde unutulur. Şu ise adalet-i Kur’aniyeye zıddır. Bir şah, bir gedayı öldürse; şeriat kısasa hükmeder, ikisini bir görür.
* * *
Müstehak bir ceza
Şeriatın اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ düstur-u âdilanesi, şeriat-ı fıtriye olan kavanin-i kadere muntabıktır ki, tarîk-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. Wilson, Klemanso, Venizelos gibi.
Şuna bir misal: Bidayet-i inkılabımızdan beri, sevab-ı âhiretin vesilesini dinsizcesine şan ü şerefe vasıta yapanlar, müdhiş bir rezaletle neticelendi. Muvakkat bir şan ü şereften sonra, elîm bir sukut takib etti. Lisan-ı halleri لَيْتَنِى كُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا tilavet ediyor.

Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi… Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.
S- Taaddüd-ü zevcat ve abd gibi bazı mesaili, ecnebiler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında, şeriata bazı evham ve şübehatı irad ediyorlar.



C- İslâmiyetin ahkâmı iki kısımdır:
Birisi: Şeriat ona müessistir. Bu ise, hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.
Birisi dahi: Şeriat muaddildir. Yani, gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-üş şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiyeye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref’etmek, tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder.
Binaenaleyh şeriat vâzı-ı esaret değildir. Belki en vahşi bir suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir, ta’dil etmiştir.
Hem de dörde (*) kadar taaddüd-ü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvafakatıyla beraber şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden, dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüde öyle şerait koymuştur ki, ona müraat etmekle, hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da, ehven-üş şerdir. Ehven-üş şer ise, bir adalet-i izafiyedir.

Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.
S- Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?
C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünki buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.
İkinci derecede sebeb:
Dâr-ül Hikmet eczaları kabil-i imtizac, belki de ihtilat değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. “Ene”ler kavîdir, delinmedi ki bir “nahnü” olsun. “Ben”, “biz” olmadı. Mesaîlerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi.

Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir.
Teavün düsturu bunun tamamen aksidir; maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise, eseri hârikulâde derecesine is’ad eder.
Hem de tenkidleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner.
Ehakkı aramakla bazan hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha var. Yani bazan hasen, ahsenden ahsendir.
S- Biri dese: “Bu hadîsi kabul etmem.” Nasıldır?
C- Bazan, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatiata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şekk, biri inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.



Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.
İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki cehildir.
Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan, bürhan ve isbat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca isbat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihî müntefî olur.
S- Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umûr-u diniyede.
C- Tenkidin saiki, ya nefretin teşeffisidir veya şefkatın tatminidir. Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi…
Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde, kabule temayül ve tercih şefkatten; redde temayül ve tercih -vesvese olmazsa- nefretten geldiğine ayardır.
وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ ❊ وَلكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا

Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i sâlihînin tenkidleri gibi.
* * *
S- Zalim gâvurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele edilmeli?
C- Propaganda, sâbıkan tezyif ettiğim zalim cerbezenin veled-i nâmeşruudur. Ona mukabele, o yalancı silâhla olmamalı, belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar.
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ
قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Maziye, mesaibe kader nazarıyla; ve müstakbele, measiye teklif noktasından bakmak lâzımdır.
Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez’a iltica etmemek elzemdir.
* * *

Hadsî bir hakikat
S- Hazret-i Azrail birdir, bir anda, her yerde eceli gelenlerin ruhunu kabzeder. Hazret-i Cebrail, Sidret-ül Münteha’da suret-i hakikiyesinde olduğu anda, Dıhye veya başkasının suretinde meclis-i Nebevîde iman ve İslâmın erkânını soruyor veya tebliğ eder. Daha yalnız Allah bilir kaç yerlerde bulunuyor. Hazret-i Peygamber (S.A.S.) demiş: مَنْ رَآنِى فِى الْمَنَامِ فَقَدْ رَآنِى حَقًّا Şu sırrına binaen, avam-ı ümmetten binlere bir anda menamen ve havassa yakazaten ve keşfen temessülü ve umum ümmetin salavatının istimaı ve âhirette umumla görüşmesi ve şefaatı, hem de bir veli bir anda pek çok yerlerde müşahedesi gibi sırların miftahı nedir?
C- Bir nuranînin timsali, onun hâsiyetine mâliktir; hem gayrı değildir. Şu âleme karşı açılan âlem-i suver ve misalin bir penceresi olan ecsam-ı şeffafeden âyineler, ecsam-ı kesifenin hâssasız şeklini alır; fakat nuranînin timsaliyle beraber hâssa-i zâtiyesini de alır.



Meselâ: Bir adam binler âyine ortasında dursa, herbir âyinede aynı şahıs bulunur; fakat ruhsuz, hissiz, fikirsiz birer şahıstır.
Lâkin şems binler âyinede temessül etse, herbir timsal çendan şemsin azamet-i mahiyetine ve mertebe-i kemaline mâlik değilse de; lâkin Şemsin hissi hükmünde olan harareti, hayatı hükmünde olan ziyası, aklı hükmünde olan tenviri olan havass-ı selâseyi câmi’dir. Nuranînin timsali hayy-ı murtabıttır. Kesifin timsali, meyyit-i müteharriktir. Ruh, en münevver bir nurdur. Tahdidi kabul etmeyen âlem-i misalin pencerelerinde temaşager bir ruhun gayr-ı mahsur timsalleri de, birer ruh-u mütecessiddir. Havassına mâliktir, onun gayrı değillerdir.
* * *
 

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
İşarat
Müellifi: Bedîüzzaman Said Nursî
* * *

İFADE:
Bundan altı sene evvel, şu zelzelenin bidayetinde, İşarat-ül İ’caz tefsirini yazarken, وَ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ beyanı sadedinde, şu risaledeki fehmimi aynen yazmıştım. Zaman, fehmimi teyid ettiğinden neşrediyorum. Zeyli, perakende hakikatlerden bir aşuradır.
* * *



بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Şu cümle-i âliyenin itnabında bir îcaz-ı i’cazî var. Çünki يَتَصَدَّقُونَ veya يُزَكُّونَ gibi kısa bir cümleye bedel, bunu ihtiyar etmesinden, sadakanın şerait-i makbuliyetini fehme ihsas ve nikât-ı hüsnünü ihsan ediyor. Sadaka beş şart ile tam sadaka olabilir:
Birincisi: Sadakaya muhtaç olacak derecede tasaddukta israf etmemektir. Şu şarta imaen مِمَّا daki min-i teb’iziyeyi (menar) etmiştir.
İkincisi: Kendi malından vermeli, yoksa Ali’den alıp Veli’ye vermemeli. Şuna işareten hasrı ifade eden مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ deki takdimi (ayar) etmiştir.

Üçüncüsü: Minnet etmemektir. Buna remzen رَزَقْنَا deki hakikî mâlik kim olduğunu ve sadaka veren yalnız vasıta olduğunu göstermekle, şu şarta (medar) etmiştir.
Dördüncüsü: Tıyb-ı nefs ile, rıza-i kalb ile olmalı. Havf-ı fakr ile olmamalı. Şuna telvihan رَزَقْنَا daki nun-u azametle اَنَا الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ manasına remzedip şu şarta (emare) etmiştir.
Beşincisi: Sadakayı alan sefahette değil, belki nafakasında ve hacat-ı zaruriyesinde sarfetmeli. Şuna telmihan يُنْفِقُونَ un maddesini (alâmet) etmiştir.
Altıncı şart, kemaldir. Mala hasr edilmemeli. Zira tasadduk malda olduğu gibi; ilimde, fikirde, fiilde de olur. Şu ta’mime مَا lafzındaki umum ile îma ve يُنْفِقُونَ deki ıtlak ile işaret etmiştir. Çünki makam-ı hitabîde ıtlak, ta’mimdir.

İslâmiyetin bir rükn-ü mühimmi olan zekât, beşerin hayat-ı nev’iyesi için ehemmiyeti şudur:
Hadîste var; اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ yani zekât bir köprüdür ki, Müslüman, kardeşi olan Müslümana muavenet için ondan geçer. Zira memurun-bih olan teavün, o vasıta iledir. Ve nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyedeki nizamın sırat-ül müstakimi odur. İnsanlar içinde madde-i hayatın cereyanına rabıta odur. Terakkiyat-ı beşerdeki zehirlere tiryak odur.
Evet zekâtın vücub-u kat’îsinde ve onun kabîlesi olan sadakaya ve karz-ı hasene davet-i Kur’anîden ve ribanın vesailiyle beraber hurmet-i şedidesinde azîm bir hikmet, âlî bir maslahat, vasi’ bir rahmet vardır.
Eğer sahife-i âlemde tarihî bir nazarla dikkat ve cem’iyet-i beşeriyenin mesavisinin esasları teftiş edilse görülecektir ki, bütün ihtilalat ve fesadın asıl ve madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı, tek iki kelimedir. O iki kelimenin imtizacından bomba gibi küre-i arz patladı ve izdivacından, medenî insanlardan canavarlar doğdu.



Birinci Kelime: Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne?
İkinci Kelime: İstirahatım için zahmet çek, sen çalış ben yiyeyim.
Merhametsiz nefisperest olan birinci kelime-i gaddaredir ki; âlem-i insanı zelzeleye getirip, kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da zekâttır ve zekâtın mükemmili olan sadakattır ve onun mütemmimi olan karz-ı hasendir.
Harîs, hodgâm, zalim olan ikinci kelimedir ki, beşerin terakkiyatını öyle sarsıyor ki, herc ü merc ateşine atmak üzeredir.
Şu dâhiye-i dehyanın tek bir devası var. O da hurmet-i ribadır ve faizin bütün vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref’ etmektir. Hodgâm ellerde servetin inhisarına vesile olan riba kapları, bankaları seddir. Evet bu kaplar ile servet ve temellük, kalil adamlarda toplanır. Bu iki düstur ile tevzi’ edilmezse, gasbedilecektir.

Evet heyet-i içtimaiyedeki intizamın şartı, tabakat-ı beşer birbirinden uzaklaşmamak; tabaka-yı havas tabaka-yı avamdan, taife-i ağniya taife-i fukaradan ayrılmasın ki, sıla-i rahm kopsun. Halbuki ribanın hayatı ve zekâtın mevti ile, geniş bir mesafe açılmış; öyle bir uzaklık olmuş ki, hayt-ı vasl kopmuş.
Tabaka-yı süflâdan, tabaka-yı ulyâya karşı ihtiram, itaat, tahabbüb yerine; yalnız ihtilal sadâsı, hased sayhası, kin enîni, nefret velvelesi, intikam feryadı yükselip işitilir.
Tabaka-yı ulyâdan, tabaka-yı süflâya merhamet, ihsan ve taltife bedel, yalnız zulmün ateşi, tahakkümün saıkası, tahkirin ra’dı iniyor.
İşte bu halet-i ruhiyedendir ki, sebeb-i tevazu ve terahhum olan havastaki meziyet, tekebbür ve gurura sebeb olmuştur. Şefkate, acımaya ve yardıma sebeb olan fukara aczi, avamın fakrı esaretlerine, sefaletlerine sebeb olmuştur.

Eğer şahid istersen âlem-i medenînin fesad ve rezaletine bak, zaman çok şahidleri gösterecektir.
Elhâsıl, tabakatın musalahası, birbirine yakınlaştırmasının çare-i yegânesi, erkân-ı İslâmiyetten olan zekâtı, heyet-i içtimaiyenin tedvirine vâsi’, âlî düstur ittihaz etmektir.
İslâmiyette en büyük kebire olan ribayı vesailiyle ilga etmektir. Adalet-i Kur’aniye âlem kapısında durup, ribaya yasaktır, girmeye hakkın yoktur, der.
Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor.
Meselâ: اِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ ..الخ
Meselâ: تَجْرِى فِى الْبَحْرِ..الخ
Meselâ: قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ..الخ
Meselâ… Meselâ… ilh.
* * *



عاشورا
س - مَنْ اَنْتَ؟ اَاَنْتَ اَنْتَ بَعْدَ مَوْتِكَ؟ وَ هَلْ لِخَرَابِ الْبَدَنِ تَاْثِيرٌ فِى وَحْدَةِ الرُّوحِ؟
ج - اَنَا تَوَلَّدْتُ اْلآنَ مُتَلَخِّصًا مِنْ ثَمَانِينَ سَعِيدًا تَمَخَّضُوا فِى اَرْبَعِينَ سَنَةً بِقِيَامَاتٍ مُسَلْسَلَةٍ وَ اسْتِنْسَاخَاتٍ مُتَسَلْسِلَةٍ فَهذَا السَّعِيدُ حَىٌّ نَاطِقٌ مَيِّتُونَ. لَوْ بِاْلاِنْجِمَادِ تَمَاسَكَ مَاءُ الزَّمَانِ وَتَمَثَّلَ اُولئِكَ السَّعِيدُونَ وَتَرَاَوْا لَمَا تَعَارَفُوا. تَدَحْرَجْتُ عَلَيْهِمْ فِى اْلاَطْوَارِ فَتَفَرَّقَ مِنِّى مَا ذَانَ وَ اَخَذْتُ مِنْهُمْ مَا شَانَ. فَكَمَا اَنَّ اَنَا اْلآنَ هُوَ اَنَا فِى هَاتِيكَ الْمَرَاحِلِ كَذلِكَ اَنَا اَنَا فِيمَا يَاْتِى بِمَوْتِى مِنَ الْمَنَازِلِ اِلاَّ اَنَّهُ فِى كُلِّ سَنَةٍ بِمُهَاجِرَةِ اثْنَيْنِ لِسَاكِنِى تِلْكَ الْبِلاَدِ يُجَدِّدُ اَنَا لِبَاسَهُ فَيَلْبَسُ السَّعِيدَ الْجَدِيدَ وَيَخْلَعُ الْعَتِيقَ

Türkçesi
S- Kimsin? Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilali ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?
C- Ben bu anda, seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil (*) istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar.
Şu (Said) yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Saidler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi. Nasılki şimdi o merhalelerde daima ben benim.
Öyle de mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, iki muhaceret-i umumî yaptığından, ene dahi libasını değiştirir, yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyer.

* * *
“İn’ikas (*) ya hüviyeti veya hüviyetle hasiyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar.”
Biri birinden eltaf ve eşeff, kudretin çok âyineleri vardır. Camdan suya, sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, hattâ zamana, hattâ fikre ilââhir tenevvü’ ediyor. Suda kesifin aksi, aslın aynı değilse, nuranîde gayrı da değil, havada aynıdır.
Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kudretin şu matbaasında sırr-ı tenasül, kalem-i sun’-u İlahî acib istinsah ediyor.
فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
* * *



“Misleyn telakki edilen zıddeyn”
Zevkî olan sofiye vahdet-ül vücudu, Allah hesabına kâinatı inkârdır.
Fikrî olan felsefe ve zaîf-ül itikadların lisanında olan vahdet-ül vücud ise, hâşâ kâinat hesabına Allah’ı inkârdır.
Biri vahdet-üş şuhud, diğeri vahdet-ül mevcudu tazammun eder. اَيْنَ الثُّرَيَّا مِنَ الثَّرَى
Nazar, mes’ele-i zevkiyede tasarruf etse bozar. Zevkî keşfî olan emir, nazar-ı fikir mizanı ile tartılmaz; ona inse katılaşır, çirkinleşir.
Meselâ: Toprak altında bir çekirdek havada ondan çiçekli bir sünbül var. Âlem-i türabda nazar, çekirdeğe dikkat etse ince esasatı görür. Hava âlemindeki müzehher sünbülü onlara irca’ ile izah edemez. Çekirdek içine sıkıştıramaz. İşte zevk burada bakar. Nazar orada. Rü’yet değişir.
Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.
Demişler: سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ

Ben de derim: نَعَمْ وَ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى لِعَدَمِ ضِدِّهِ
وَلَوْلاَ الْجَنَّةُ وَالزَّمْهَرِيرُ لَمَا عَذَّبَتْ جَهَنَّمُ وَلاَ اَحْرَقَتْ
Cennet olmasa, Cehennem tazib etmez. Zemherir olmasa, ihrak etmez.
* * *
Nefisperestlerin nazar-ı dikkatine
(*) Bir lokma kırk paraya. Bir lokma on kuruşa, ağıza girmeden, boğaza geçtikten birdirler. Yalnız birkaç sâniye, ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan zaikayı taltif ve memnun etmek için, birden ona gitmek, israfın en sefihidir.
Eskide ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar var idi. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.
* * *

Lezzetperestlerin nazar-ı dikkatine
İnsan eski zamanını düşünse, ya lisanı veya kalbi, ya (âh, âh) veya (oh, oh) tahattur veya telaffuz edecektir. Âh, müstetir elemin tercümanıdır. Oh, ruhta muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.
Âh’ı dedirten, lezaiz-i maziyenin tasavvur-u zevalidir. Çünki zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet de elemdir. Şâirlerin divanları, tasavvur-u zeval-i lezzetten gelen bir elem-i fikrînin birer feryadıdır.
Oh yani Elhamdülillah dedirttiren, âlâm-ı maziyenin tasavvur-u zevali, verdiği lezzet-i ruhaniyenin ünvanıdır. Demek muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli, hoş geldin demeli.
* * *



Evlenmeli
Bekârlık, bîkârların kârıdır.
Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivac, tasfiye tehzib eder.
* * *
S- Hangi cem’iyettensin, neden muhalefeti şiddetle tenkid ediyorsun?
C- Şüheda cem’iyetindenim. Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanları heder saymak, meş’umların en meş’umudur.
Zira muhalefet der: “Haksız olarak harbe girildi, hasmımız haklı idiler. Cihad değildi.” İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkârdır.

Bence en çok duamız bu olmalı: اَللّهُمَّ لاَ تَجْعَلْ بَاْسَنَا بَيْنَنَا
Bir hakikat var ki, en bedevi ve hattâ vahşi insanlar dahi o hakikata karşı serfüru bürde-i itaat ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasım iki kabîle, haric bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dâhilî husumet ta’til edilir. Şâyan-ı istiğrabdır ki; medenî, münevver telakki edilenler, o vahşilerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyla, dâhilî husumeti teşdid ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet-i cehalettedir.
* * *
Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Şu kuzusuna süt, bu yavrusuna kay verir.
* * *
Bâtıl şeyleri tasvir, safî zihinleri idlâldir ve cerhtir. Ba’dehu cerh ve red ile tedavi ya olur, ya olmaz.
* * *

Bîçare İstanbul mütebayin, dâhiyane prensiplerin telkinat-ı musırraneleriyle kabiliyet-i telkîhasını kaybetmiştir. Zihni âlüfte olmuştur.
* * *
Nisyan bir nimettir, yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.
* * *
Derecat-ı hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflense şişer, merak edilse ikileşir. Kalbdeki misali, hakikata inkılab eder.
* * *
Zulmet-i münevvere
Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebeb; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca’ ile, izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif, ya hadd ya resim ile olur. Yoksa vâzıı cahil ve müsemmaya mümas olan vechi muzlim ve göze çarpan vechi şeffaf bir ism-i camid ile olmaz. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi…



* * *
İhya-yı din, ihya-yı millettir.
Hayat-ı din, nur-u hayattır.
Ümmet şeriata temessükü nisbetinde terakki, tesahülü nisbetinde tedennisi hakaik-i tarihiyedendir.
* * *
 
Üst