Mustafa ÖZTÜRK bilimsel nesebi 3

Mukeka

Düzenleyici
Moderator
Özel Üye
MUSTAFA ÖZTÜRK’ÜN “BİLİMSEL NESEBİ”
Allah’ın kitabında, “batılın zıddı ya da vakıaya uygun hüküm” anlamına gelen “hak”(bk. Cürcanî, et-Ta’rifât, 94) kelimesi kıssalar bağlamında, onların vakıaya uygun, yaşanmış olaylar olduğunu bildirmek için kullanılır. Ne var ki Cahiliyye Araplarından sonra Yahudi asıllı Oryantalist Josef Horevitz(1874-1931) “Mebâhisu Kur’aniyye” adlı eserinde Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar için “usture/masal/mitoloji” ifadesini kullanarak cahilî iddiayı iftira mahşerinden, şarkiyat enstitülerine taşıdı. Ardından da -sistem gereği- yerli oryantalizm “mitoloji” yakıştırmasına kendi icadıymış gibi akademik çalışmalarda yer verdi. Bu bağlamda Sorbonne’da Emile Durkheim’in danışmalığında İbn Haldun üzerinde tez hazırlayan bir ara Mısır’da Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Taha Hüseyin(v. 1973) “Fi’ş-Şi’ri’l-Cahilî” adlı eserinde Kur’an’ın ve İslam’ın temel esasları için tecavüzkar ifadeler kullandı. Kıssalarla alakalı olarak da, Tevrat ve Kur’an’ın Hz. İbrahim ve İsmail’den bahsetmesi, bu iki ismin birer tarihi şahsiyet olduklarını isbat için yeterli değildir, dedi (Taha Hüseyin, fi’ş-Şi’ri’l-Cahili, 26; er-Rûmî, Menhecu’l-Medreseti’l-Akliyye, I, 447). Daha sonra ise Muhammed Ahmed Halefullah hocası Emin el-Hulî’nin nezaretinde 1947 yılında hazırladığı, “el-Fennu’l-Kasasi fi’l-Kur’ani’l-Kerîm” başlıklı tezinde Kur’an’daki kıssaların bir kısmının usture/masal olduğunu, Kur’an’da tarihte hiç yaşanmadık hayali olayların geçtiğini iddia etti. Bu iddialar üzerine Mısır karıştı, ulema, bu anlayışa sahip olanları tekfir etti, tepkiler üzerine şimdiki adı Kahire olan Fuad Üniversitesi tezin reddine, öğrencinin de uzaklaştırılmasına karar verdi. O tarihe kadar sesi çıkmayan Emin el-Hulî Kur’an’daki kıssaların uydurma olduğunu, Halefullah’ın tezindeki her mevzunun gerçeği yansıttığını, ateşe atılsa da bu hususu savunacağını söyledi (Halefullah, a.g.e., 1; er-Rûmî, a.g.e., 448).
Masalcılarla Tarihselciler Aynı Safta
Mısır’da bu çizgi tarihselci düşünceyle aynı damarda akmıştır. Nitekim, el-Hûlî’nin sistematize ettiği Aişe Abdurrahman, Ahmed Halefullah ve diğer “Edebi Tefsir” ekolü bağlıları tarafından Kur’an’a tatbik edilen ve Kur’an’ın sırf bir edebi ürün olduğunu söyleyerek Allah Rasulü tarafından uydurulduğunu îma eden anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma Kur’an hakkındaki görüşleri hezeyanlarla dolu olduğundan dolayı Mısır uleması tarafından irtidat ettiğine dolayısıyla hanımıyla akdettiği nikahın fesh olduğuna hükmedilen Nasr Hamid Ebû Zeyd’e aittir. Nasr Hamid’in irtidadına hükmedilince en önemli müdafii Kur’an’a masal diyen Halefullah olmuştur.
Kur’an’a Masal diyen Yerli Bir Oryantalist: Halefullah
Tezinde Kur’an’daki pek çok kıssanın tarihi açıdan bir geçerliliği olmadığını iddia eden Halefullah, İslam’ın kürsüsü olarak iştihar eden Mısır’da Kur’an’da tarihi gerçeklere aykırı anlatımlar olduğunu ileri sürdü.
Kur’an’ın nuzulünden 14 asır sonra Mısır’da Müslüman adını taşıyan biri, Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’an’la mücadeleye girişti: “Onlardan okuduğun Kur’an’ı dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde: ‘Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ diyerek seninle mücadele ederler.” (En’am: 25). Oryantalizmin yerli şubesi, arkasına küresel eşkıyayı alarak milyonlarca Müslümanın yüzüne baka baka Kur’an’a “masal” deme cüretinde bulundu.
Halefullah imanî olduğu kadar ahlakî bir sorun da teşkil eden teziyle aklın önünde geniş bir alan açmayı, Kur’an’da geçen tarihi her hadiseyi incelemeyi, bundan da rahatsız olmanın “bilimsel özgürlüğe” pranga vurmak anlamına geldiğini söyledi. Ona göre bu durum, amacı öğüt vermek olan Kur’an’a aykırı değildir. Ne var ki Halefullah bu yaklaşımıyla Ehl-i Kitab gibi davranıyor, Kur’an’ın hevasına uyan kısmını alıyor, diğerini ise reddediyor. Nitekim Allah Teala konu ile alakalı şöyle buyurmaktadır: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana yaşanmış olayların bilgisi/hak, müminlere de bir öğüt ve hatırlatma geldi.”(Hûd: 120). Ayetin mealinden de anlaşıldığı gibi Allah Rasulü’nü (s.a.v.) teselli eden, müminlere öğüt veren her bir kıssa haktır, yani gerçekte yaşanan olayların vahyedilmesidir. Ne var ki Halefullah kıssaların “öğüt” içermeleri ile alakalı kısmı alıyor, “hak” olmalarını reddediyor.
Tez Çapında Cüretkârlık
Halefullah’la bir tez çapında ifade imkanı bulan Kur’an’a “masal” deme cüretkârlığı aslında şunu iddia etmektedir: “Tarihi verilerle Kur’an-ı Kerim çatıştığında, tarih esas alınır, Kur’anî olan bilgi terkedilir.”. Beşerî olanı, ilahî olana önceleyen bu anlayış, adı Müslüman olan kişiler tarafından temsil edilmesi itibariyle materyalist bir inkardan daha tehlikeli olmuştur.
Tarih Kitapları mı, Kur’an mı?
Hz. Adem’le başlayan insanlığın tarihi on binlerce yıla dayandığına, m.ö. 3500 tarihinde bulunması itibariyle yazının yaşının da beş bin yıl olduğuna göre, yazılı tarihi esas almak en iyimser ifadeyle insanlık tarihinin 5000 yıl öncesini inkar etmektir. Kur’an-ı Kerim ise yazının henüz bulunmadığı dolayısıyla tarih yazıcılığının olmadığı zamanlardan, o zamanlarda yaşayan peygamberlerden de bahsediyor. Ayrıca tarihi bir olayı nakletmek, tarihçilerin itikadî, siyasî, ictimaî kabullerine göre de değişir. Her tarihçi naklettiği bir hadiseyi ona inancının boyasını dökerek anlatır. İstanbul fethini Bizans ve Osmanlı tarihçilerinin eserlerinden okuduğunuzda, tek ortak noktanın İstanbul’un Osmanlı Devleti tarafından fethedildiğidir. Bunun dışında hemen her konu farklı vurgularla anlatılır. Buna rağmen malum anlayışa göre Kur’an’la tarih çatıştığında yine de tarihi tercih etmek, “bilimsel(!) olmanın” gereğidir. Bu yüzden Halefullah, Allah’ın vahyini esas alıp, insanın yeryüzü serüvenine nisbetle daha dün başlayan tarihi tashih etme yerine; tarihi esas alıp Allah’ın ayetlerini tashih etme cüretinde bulundu. Ne var ki, adı Ahmed olan bir Mısırlı böyle bir kıymete sahip tarihi verileri dikkate alıp, onlarla yer yer çatışan Kur’an’a usture/masal/mitoloji demeyi tercih etti.
İncil’i Esas Alıp Kur’an’a “Masal” Demek
Yahudi asıllı Josef’ten aldığı “Kur’an”a masal isnadında bulunma vazifesini eda ederken, reddiye sağnağına gömülen Halefullah’ın nebbaşlığına soyunan çağdaş İlahiyatçının neyi, nasıl, kimden arakladığını anlayabilmek için nesebinin dayanağı olan Halefullah’ın tezini bir örnek bağlamında muşahhaslaştıralım:
Halefullah, Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın beşikte konuşmasını, (Al-i İmran: 46),“Eğer konuşmuş olsaydı olağan üstü bir hadise olan bu durumun Tevrat’ta nakledilmesi gerektiğini” iddia ederek, reddettiklerini nakleder(Halefullah, a.g.e., 25). Halefullah’ın dikkat çektiği bu ayet, Allah Rasulü (s.a.v.) zamanında Yahudi ve Hristiyanların yaşadığı toplumda onların yüzüne karşı okundu. İslam’ı reddetme, Kur’an’a itiraz etme noktasında fevkalade bir iştiyak içerisinde olmalarına rağmen bu hususta hiçbir muhalefetleri olmadı.
Fahruddîn er-Razî, kelamcılardan naklen Hz. İsa’nın kundakta iken konuşmasını reddeden Hristiyanlara cevap sadedinde şunları söyler, “Hz. İsa’nın kundakta konuşması Hz. Meryem’in fuhuş iddialarından beraatine delalet etmek içindir. Orada bulunanlar da, Hz. İsa’yı duyanlar da az bir kalabalıktı. Bu tür durumlarda meselenin gizliliği noktasında anlaşmak normaldir. Onlar bunu zikretmeleri durumunda Yahudiler tarafından tekzip edilip yalancılıkla itham edileceklerini hissettiklerinden dolayı sustular ve bütün bunlardan dolayı mevzu, Allah Teala, Rasulü Hz. Muhammed’e (s.a.v.) haber verene kadar gizli kaldı.” Ayrıca bütün Hristiyanlar da bu durumu inkar etmedi. Nitekim Cafer b. Ebî Talib Meryem Suresi’ni Necaşi’ye okuyunca, Necaşî, “İsa (as) olayıyla bu kelamda zikredilenler arasında bir çekirdek kadar fark yok” dedi (er-Razî, Mefâtîhu’l-Gayb, VIII, 46-7).
Tarih kitaplarının Hz. İsa’nın çocukken konuştuğunu yazmamış olması da hadisenin yaşanmadığına delil olamaz. Çünkü tarih, ferdi planda cereyan eden binlerce hadiseyi yazmadı, yazamadı. Hz. İsa’nın bir çocuk olması hasebiyle konuşması da ferdi bir olay olarak tanıkların zihin dünyasında kaldı, kayda geçmediğinden sonraki kuşaklara intikal etmedi.
Tarih yazıcılığının sübjektifliği, hadisenin İslam’da olduğu gibi rivayet sistemiyle nakledilmiş olmaması ortada iken, garip hadiseleri tarihi hakikat olarak kabul edip Allah’ın ayetlerine tahrif edilen kitaptan ya da masal mecmualarından delil ya da itibar aramak, evhamı yakîn bilgiye tercih etmektir.
İncil üzerinde tarih boyu pek çok insan tasarrufta bulunmuş, bu yüzden hakla batıl bazen aynı cümlede, bazen de aynı sayfa ya da kıssada yer almıştır. Batılıların tarihlerinin önemli bir bölümünün kuruntu, efsane, yalan, propaganda ve biraz da hadiseleri olduğu gibi nakletme ameliyesinden ibaret olduğu zahirken nasıl oluyor da, tarihin bir çocuğun kundakta konuşmasını kayda geçmemesini, onu haber veren Allah’ın ayetinin tekzip edilmesine delil olarak kabul edebiliyorlar?
Hz. Meryem’i Niçin Yakmadılar?
İmran’ın eşi Hanne’nin adanmış çocuğu Hz. Meryem ne nişanlandı, ne evlendi, ne de üzerine bir erkek dokundu. Rahbanî bir hayatı tercih etti ve ömür boyu bu hayata sadakat gösterdi.
Yahudi Şeriatı’na göre, bir din adamının kızı zina ederse ateşte yakılırdı(Sifru’l-Ahbâr, IX, 21). Hz. Meryem’de, Hz. Harun’un soyundan bir din adamının kızı olarak evlenmeden bir erkek çocuk dünyaya getirdi fakat ateşte yakılmadı. Çünkü dünyaya getirdiği oğlu İsa beşikte konuşarak annesi Meryem’in fuhuştan beri olduğunu kanıtladı.
Ahmed Halefullah, Kur’an’ı itibarsızlaştırma projesinin yerli oryantalizm şubesinde çalışan bir mustagrib olarak vazifesini yaptı ve önemli bir bölümünün uydurma olduğu bizzat müntesipleri tarafından itiraf edilen İncil’i esas alarak Kur’an kıssalarına usture/masal dedi. Bu ameliyesiyle Kur’an-ı Kerim etrafında şüpheler oluşturmak için cüretkâr bir adım atmaya kalkıştı. Fakat ileriye gidemedi. Ulemanın reddiyeleri karşısında sükuta büründü. Elinde kalan vazifesini ise Kur’an’ın “half” dediği selefin mirasını zâyi eden zümreye bıraktı.
Müseccel Yobazlardan Öztürk’e “Masal Saldırıları”
Oryantalizmin masasından Mısır’a taşınan, müellifi Halefullah tarafından da savunulamayınca arşive kaldırılan kıssaların uydurma olduğu hezeyanı bugün bir televizyon kanalında da program yapmakta olan Mustafa Öztürk vasıtasıyla ilahiyat kürsülerinde seslendiriliyor.
Küfür cephesinin müseccel yobazlarından şu kadar yıl sonra bir ilahiyat hocası Allah’ın, Kitabında defaetle hakikat olduklarını beyan ettiği(Kehf:13) en güzel dediği(Yusuf:3), müminleri ibret almaya çağırdığı, uydurma olmadığını tasrih ettiği (Yusuf: 111) Kur’an kıssalarına “masal” isnadında bulunuyor. Evet Öztürk aynen şunları söylüyor: “Bizce bu noktada yapılacak en büyük yanlış, Kur’an kıssalarının tümünü birer tarihi hakikat olarak …. mütalaa etmektir.” (Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara Okulu Yayınları, 2010, 99). Ne gariptir ki bu hezeyanları Mekke müşrikleri ya da oryantalistler değil bir ilahiyat hocası söylüyor. Bu ilahiyatçıya göre Kur’an-ı Kerim’deki kıssaların gerçekte yaşanmış olaylar olduğuna inanmak yani Mekke müşriklerinin “öncekilerin masalları” şeklindeki hezeyanını reddetmek, “Dogmatiklik, eğer değilse safdilliktir.” (Öztürk, a.g.e., 98).
Aldığı maaş gereği Kur’an-ı Kerim’i anlatmakla mükellef olan birinin oryantalistlerin cephesinden Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’an’a saldırması bu yönüyle ilktir. Bu ilk olma şerefi de (!) Öztürk’e aittir.
Yerli oryantalistlere göre niçin Allah’ın peygamberlerinden bahseden ayetleri “masal” oluyor da, mesela tarihçilerin kitaplarına aldığı haberler “masal” sayılmıyor; tarih kitaplarına, masal mecmuası denmiyor. Eğer bu duruma insanların bir kısmının bu kıssaları tasdik etmemeleri gerekçe gösterilecekse ya da bazılarının onları benimsemediği söylenecekse peki neden herkesin ittifakla kabul etmediği nazariyelere masal değil de nazariye deniyor?!
Herhangi bir mesele ilmi açıdan ne kadar mantığa uymasa da insanlar ona yine de masal demezler. Çünkü bu mesele insanî olduğu kadar ahlakî bir mevzudur da. Bu noktada Mustafa Öztürk’ün, Allah Teala’nın Kur’an’da bildirdiği kıssaları tasdik edip-etmeme muhayyerliği tabiki vardır hatta vahye inanmayabilir de. Fakat ne onun, ne de onun gibilerin anlayamadıkları ya da inanmadıkları ayetlere “masal” deme hakkı yoktur.
Öztürk Kur’an’ı Ne Kadar Biliyor?
Sahabe Kur’an’ı daha çok Allah Rasulü (s.a.v.) mihrapta iken Onun ağzından dinledi. Erkekler gibi pek çok kadın sahabi de Kur’an’la istidlal edecek seviyeye yükseldi. Bir gün Hz. Ömer hutbede hazirûna mehirde aşırı gitmeyin deyince bir kadın yerinden kalkıp şöyle seslendi, “Ey Ömer! Allah bize veriyor, sense bizi mahrum ediyorsun. Allah Kitabında, ‘Onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayınız.’ buyurmuyor mu?” (Nisa: 20). Bunun üzerine Hz. Ömer, “Kadın isabet etti, Ömer yanıldı.” dedi, Başka bir rivayette ise, “Başını öne eğip, şöyle dedi, “Bütün insanlar senden daha fakihtir Ey Ömer!”(Kurtubî, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, V, 66.).
Mustagriblerden proje adamı olmayanlarının savrulmasının temel nedeni meselelere bütüncül bakamamaları, bir konuda, ilgili diğer ayetlerden habersiz, siyak-sibaktan mahrum bir halde tek bir ayet üzerinden hüküm vermeleridir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir olduğuna hükmeden (bk Maide: 44) “Tekfirci Müslümanlar” meseleyi, Hz. Yusuf’un, Allah’ın indirdiklerine göre yönetilmeyen bir ülkede hazineden sorumlu bakan olmayı talep ettiğini (Yusuf: 55) göz önünde bulundurarak değerlendirselerdi, Müslümanları tekfir etmeyecek, Maide suresindeki ayeti, “Allah’ın indirdikleriyle (onları inkar ederek hükmetmeyenler) kafir olur.” diye anlayacaktı.
“Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessîr: 48) ayetinden hareketle şefaati inkar edenler, Google‘da “şefaat” yazıp ayet-i kerime arama yerine siyak-sibak ilmine vakıf olsaydı önceki ayetlerde ölmeden önce ceza gününü yalanlayanlara şefaatçilerin şefaatinin fayda vermediğini (Müddessir, 46-7) görecek, Taha (109) suresinde ki ayeti kerimeye baktığında da Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseler arasında şefaatin olduğunu görecek, Müddessir süresindeki ayetin kafirler, şefaatin caiz olduğunu bildiren ayetin ise Müslümanlar hakkında olduğunu anlayacaktı.
Ebu Zerr (r.a.) Allah Rasulü’ne (s.a.v.) önce hangi mescidin yapıldığını sorar, Efendimiz’in “Mescid-i Haram” şeklindeki cevabı üzerine, “sonra hangi mescid” der, “Mescid-i Aksa” cevabını alınca da, üçüncü defa “Kem beynehuma/İkisi arasında ne kadar bir zaman var?” diye sorar; Allah Rasulü de (s.a.v.) “kırk yıl” buyurur(Müslüm, Mesâcid, H no: 1145). “Hz. İbrahim’le Hz. Süleyman arasında 1000 yıldan daha fazla bir zaman var.” diyerek iki mescidin inşa tarihi arasında 40 yıllık bir zaman olmasının hakikati yansıtmadığını söyleyen ve bu söylem etrafında fırtına koparanlar, Kur’an ve Sünnet arasındaki irtibatı çözebilseydi ya da Kur’an meali müktesabatını biraz da olsa aşabilseydi, hadisi inkar etmeyecek belki de şunları söyleyecekti, “Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i eşi Hacer’le birlikte Mekke’ye bıraktığında Kabe-i Muazzama vardı(İbrahim:37), daha sonra ise Kabe’yi büyüyen oğlu İsmail’le mevcut temelleri üzerine yükseltti(Bakara: 127). Yeryüzünde yapılan ilk binanın Kabe olduğu(Al-i İmran: 96), Hz. İbrahim’in İsmail’i Mekke’ye getirdiğinde Kabe’nin temellerinin orada durduğu(İbrahim:37), Al-i İmran Suresi’nde geçen ayette ki “وضع” fiilinin bir şeyi bina etmek, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’le birlikteki ameliyesini konu edinen Bakara Suresi’nde ki ayette geçen “يرفع” şeklindeki fiilin yine ayette zikredilen القواعد /temeller üzerine bir yükseltme olduğu hakikatine vakıf olanlar, Hz. İbrahim’in Kabe’yi yapmadığı, tamir ettiği, Beytullah’ın inşasının da esasta 6 devreye ayrıldığını bilecek böylece iki peygamber arasında bin yıl olmasına bakarak Ebu Zerr’in rivayetini reddetmeyecek, hadiste geçen “kırk yıl” ifadesiyle Kabe ile Mescid-i Aksa’nın ilk olarak yapıldığı tarihlerin kastedildiğini anlayacaktı.
Eczacı Gibi
Batı’nın “demitoloji” eskisini pazarlayan Öztürk de, eğer Kur’an’a vakıf olsaydı, Allah Tela’nın cahillerden olmaması için Hz Nuh’a vaaz ettiğini(Hûd: 46), “Allah size ne güzel vaaz ediyor” (Nisâ: 58) mealindeki ayeti ve mevzu ile alakalı diğer Kur’anî beyanları hatırlasaydı Allah’ın en büyük vaiz olduğunu görecek ve “vaaz” etmekten, istihzaî bir ameliye olarak bahsetmeyecekti.
Eğer Öztürk, Kur’an-ı Kerim’i mealler üzerinden değil de Kur’an’ın kendinden okusaydı (belki okuyor da belli etmiyor) “vaaz”ın ne demek olduğunu anlamaya biraz daha yaklaşacak, onunla istihza etmeyecek bilakis Rudolf Bultmann gibi Protestanları taklit etmekten, “vaaz etmeyi” daha önemli görecekti.
Hafız ya da bütüncül okuma derken, bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını okumayan ve bu yüzden sattığı ilacın hangi hastalığa deva olduğunu bilmeyen eczacı gibi Kur’an-ı Kerim’den habersiz hafızları ya da meal muhafızlarını kasdetmediğimiz açıktır.
Ahlaki Kriz
Mustafa Öztürk, hafız olmadığından ya da Kur’an’ın bir ayetine mana verirken konuyla alakalı diğer ayetleri hatırlayacak bir hafıza ya da okuma disiplinine sahip olmadığından Mekke müşrikleri ya da Josef’in ağzıyla Kur’an’daki kıssaların bir kısmına masal derken Allah’ın Kur’an’da kaç yerde kıssalardan “hak” yani yalan olmayan, gerçekte yaşanmış hadiseler diye bahsettiğini hatırlamıyor ya da hatırlıyor fakat ciddiye almıyor. Kur’an’ın bir kısmına masal diyen kişi için her iki durumda geçerli olabilir. Burada garip olan şu ki Charlie Hebdo, Allah Rasulü’ne (s.a.v.) hakaret ederken ayağa kalkan Müslümanların bir ilahiyat hocasının Allah’ın ayetlerine masal demesine “akademik özgürlük” diyerek sessiz kalmasıdır. Aslında bu durum Müslümanların ne kadar derin bir ahlakî kriz yaşadıklarını göstermektedir.
“İndirilen Dinciler” Niçin Sessiz?
Konuşmasına “uydurma” diyen birisine öfkelenmek buna mukabil hakikat olduğu bizzat Allah Teala tarafından beyan edilen Kur’an’daki kıssalara masal diyen adamalara müsamaha göstermek, beşer sözünü Allah Kelamından daha âlî görmek anlamına gelir. Sünnet’e ittibayı emreden ayet-i kerimeler fehvasınca Kur’an-ı Kerim’i, Sünnet-i Seniyye’yi dikkate alarak anlamak gerektiğini söyleyen Müslümanları, “uydurulan dine” inanmakla itham edenlerin, ayetlere mitoloji diyen Öztürk’e sessiz kalmaları amaçlarının “Sahih Din” terkibiyle İslami tahrif etmek olduğunu göstermesi açısında dikkati câliptir.
Hulasa
Tahrif edildiği zahir olan bir kitabı esas alarak tek bir ayeti bile değişmeyen Kur’an’ı tashih etmeye kalkışmak, bir alimi dinleyen cemaatin, “Bizim yanımızda tahrif edilen bir kitap var ya da hurafe anlatan bir hocamız mevcut, bu söyledikleriniz onların beyanına aykırı” deyip onu reddetmesine benziyor. Bir alimi hurafeyi esas alıp reddetmek nasıl akla ziyan bir ameliye ise, muharref kitaptaki bir mesele de niçin Kur’an’da yok diye sormak ve bu soru üzerinden Hz. İsa’nın beşikte konuşmasını sorgulamak da o derece yanlıştır. Tarihçilere ait eksik ve sığ verileri dikkate alıp Allah’ın ayetlerine masal demek de insanın sahip olduğu bütün kıymet vasıtalarına ihanettir.
Felsefi metinlerini tercüme edenler külli manada bir tepkiye muhatap olmamak için kavramlar üzerinde oynama yapıp, kelimeleri muhtevasından daha ziyade karşı tarafın bakışına göre değerlendirmiş, bu yüzden “felsefe”yi, “hikmet” olarak tercüme etmişti. Öztürk de “Masal ve Kurân” başlığına milletin büyük bir tepki vereceğini bildiğinden, protestan teolog Rudolf Bultmann tarafından Yeni Ahit’i kurtarmak için kurgulanan mitolojiden arındırma ameliyesi demitolojizasyon kelimesini tercih etti ve yazısına “Demitolojizasyon ve Kur’an” başlığını koydu (bk. Öztürk, a.g.e., 77-8).
Müslüman bir topluma hitap ettiğinden ya da bir takım şeyleri açıktan söyleyecek zamanın henüz gelmediğini düşündüğünden başlıkta “masal” kelimesini kullanmaya cesaret edemeyen Öztürk, yazının içerisinde hatta kitabın önemli bir bölümünde “Kur’an’da masal var” demekten çekinmiyor fakat bunu demitoloji gibi avamın vehle-i ûlada anlayamayacağı kelimelerle ya da, “bir gözün görmüyor.” demeye cesaret edemediği adama, “bir gözünüz görüyor” diyen kişi gibi, “Kıssaların tümünü kurgusal-fiktif anlatı kapsamında mütalaa etmek yanlıştır.” (Öztürk, a.g.e., 99) gibi bir ifadeyle bir kısmının uydurma olduğunu iddia ediyor. Bunu bazen sarahaten bazen de delaleten yapıyor. Yaşanmasına engel olamadıkları ayetleri, “Dinlemeyin bu Kur’an-ı” (Fussilet: 26) diyerek engellemeye çalışanlar nasıl izzet seli önünde çer çöp olduysa, ona masal diyenler de aynı akibete uğradılar ve uğrayacaklardır.
Ne gariptir ki fakültedeki birkaç saatlik dersi azalacak diye bildiri yayınlayanlar Allah’ın ayetlerine masal diyen Öztürk’e karşı sağır, kör ve dilsiz kesildiler. Halbuki Öztürk bu haliyle hem bütün ilahiyatları zan altında bırakmakta, hem de, Kur’an-ı Kerim’de ki kıssalara Mekke müşrikleri gibi “önceki milletlerin masalları”(Furkan:5) diyerek dışardan Kur’an’a saldıran Charlie Hebdo’dan daha tehlikeli adımlar atmakta, daha kalıcı tahribat yapmaktadır.
Esasında bütün mesele iki noktada temerküz ediyor: Öztürk ya bir proje adamıdır; oryantalizmden alınan memuriyeti gönüllü veya ödüllü olarak îfa ediyor, ya da bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını okumadığından yoldan uçuruma, bekadan fenaya savruluyor. En iyimser nazarla Öztürk’ün ikinci maddeye ait olduğunu düşünüyor ve zaman zaman sebbiyelerinde, “Ben de Arapça bilirim, nesebim muhterem bir hocaya dayanır, benden kuşkulanmayın.” amacıyla kullandığı, “Ben Emin Saraç Hoca’dan okurken…” şeklindeki ifadesinin gereğini yapmasını, zaman zaman katıldığı bu yüzden nasipdar olamadığı o derslere düzenli olarak katılıp, Hocamız’dan icazet almasını tavsiye ediyoruz. Böylece hem hatalarını düzeltir, hem Joseflerden özgürleşir, hem de -bize karşı konuşurken yaptığı gibi yanına oturttuğu bir kadının yanında “reddiye” diye “sebbiye” de bulunmaz, “O kadının ya birisinin eşi, ya birisinin annesi olduğunu hatırlar, iffet yarası kapanmaz.” der, “müeddep olmayı öğrenir, ahlak fakülteleri olarak da vazife îfa eden ilahiyatlarda gayri ahlaki” konuşmalar yapmaz.
Dr. İhsan Şenocak
‘Hesabı Verilebilir’ Söylem Meselesi – Prof. Dr. Salim Öğüt
MUSTAFA ÖZTÜRK: ‘Kanaatimizce çoğu zaman hesabı verilmeden savunulan evrensellik söylemi gerçekte slogan düzeyinde bir söylemden ibaret olup sahici bir değer içermemektedir. Kaldı ki bu söylem, birkaç satır öncesinde de işaret edildiği üzere, Kur’an’ın sarih beyanlarına aykırıdır. Çünkü En’âm 6/92, Yâsîn 36/6 ve Şûra 42/7. ayetlerde Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Kureyş’i, Mekke ve havalisinde yaşayan Arapları uyarmak için gönderildiği bildirilmektedir.’
 

Mukeka

Düzenleyici
Moderator
Özel Üye
CEVAP Aslında şu “hesabı verilmek” tabirini çok benimsedim. Ancak buraya kadar gördüklerimizden anlıyoruz ki, müellif bu tabiri kullananın hesap vermekten muaf tutulacağını sanmaktadır. Evet, herkes ağzından çıkan her sözün ve kaleminden çıkan her satırın hesabım verebilmelidir. Him ve tefekkür dünyamız ancak o zaman daha aydınlık olacaktır.
Derveze ve Ateş‘in Görüşleri Tahrif Ediliyor
Müellif devam ediyor:
“Kur’an’ın nüzul gayesine ilişkin yerellik-bölgesellik olgusu İzzet Derveze ve Süleyman Ateş gibi çağdaş bazı müfessirlerce de dile getirilmiştir. Mesela Ateş, Hac Sûresi 22/78. ayet münasebetiyle Hz. Peygamber’in ilk hedefinin kendi kavmini Müslüman yapmak olduğunu, dolayısıyla “Ey insanlar!” şeklindeki Kur’an hitaplarının “Ey Araplar!” şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler.”
Açık bir bühtan ile karşı karşıyayız. Az sonra eserlerinden nakledeceğimiz bölümler sayesinde göreceğiz ki, bu kimseler müellifin tarihsellik tezini temelden reddetmektedirler.
Süleyman Ateş’in “Hz. Peygamber’in ilk hedefinin kendi kavmini Müslüman yapmak olduğunu” söylemesi hem naklen, hem de aklen kabule şayan bir durumdur. Naklen böyledir; çünkü Allah Teala: “(Önce) en yakın akrabanı uyar. “36 Buyurmuştur. Aklen de böyledir; çünkü Sünnetullah’a muvafık olan ve hikmete uygun düşen davranış biçimi, böyle olmalıdır. Şüphesiz ki böyle bir görev üstlenen kimse öncelikle en yakınlarından başlamalıdır. Kendi eşini bırakıp başkasının eşine mi tebliğ etmeli, kendi akrabasını yok sayarak başkalarının akrabalarından mı başlamalı, kendi kavmini görmezden gelerek uzak diyarlardaki insanları mı uyarmalıdır?
Evet, suyun belli bir noktadan donmaya başlaması, suya atılan taşın sebep olduğu ilk halkanın taşın düştüğü noktadan oluşmaya başlaması, ateşin ilk olarak düştüğü yeri yakması ve ışığın da öncelikle en yakın çevresini aydınlatması, hep aynı ilahî sünnetin sonucudur. Bunun böyle olması, bu tabiat olaylarını yerelleştirir mi? İşte aynı sebepten bu ilahî mesajın ilk önce bir kavme gelmiş olması, ilk muhataplarının o dili konuşan kimseler olması, tarihselciler için hiçbir malzeme teşkil etmez. Çünkü bu durum, Sünnetullah gereği böyle olmak zorundadır ve bunun başka bir yolu ve imkânı da yoktur.
36 Şuara Sûresi, 26/214
Medine Arapları Evs ve Hazrec idiler
Kaldı ki Rasulüllah (s.a.v), kendi akrabalarından ve kavminden umduğu ve beklediği desteği göremeyince, yani Kureyş kabilesinden umduğu neticeyi alamayınca, önce Tâifliler’den medet ummuş, oraya kadar giderek onlara tebliğde bulunmaya çalışmış, oradan da beklediğini bulamayınca Medine’ye hicret etmiştir. Medine Arapları bilindiği üzere Kureyş kabilesine mensup olmayıp Evs ve Hazrec kabilelerine mensup idiler. Bu duruma göre Rasulüllah’ın (s.a.v) tebliğinin ilk/doğrudan muhataplarının büyük bir kısmı Kureyş kabilesi olmamıştır.
Bütün bu tarihi hakikatleri ve hadiseleri bilen insanlar, bir takım tesbitleri yaparken daha itinalı davranmak zorundadırlar.
Ayrıca Süleyman Ateş’in “ilk hedef” kaydını görmezden gelmek de ilmi dikkate yakışmayan bir tavırdır. Bu kayıt önemlidir; çünkü buna göre Süleyman Ateş’in koyduğu bu kayıttan, “müteakip hedefin “insanlığın tamamı” olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak Ateş’in, Kur’an-ı Kerim’deki “Ey İnsanlar!” hitaplarında kastedilen insanların Araplar olduğunu söylemesi, “ilk hedef” bağlamı içinde ele alındığı zaman, bu konuda diğer söyledikleriyle tutarlı hale gelir. Aksi halde Süleyman Ateş’i de tutarsızlıkla itham etmek zorunda kalabilirsiniz.
Maalesef kendi tezine muhalif gördüğü her düşünceyi her durumda eleştirmeye müheyya gözüken müellifin böyle bir tesbiti hiçbir eleştiriye tabi tutmadan benimsemesi ve onaylayarak nakletmesi, anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durum değildir.
Derveze ve Ateş‘in Tarihselcilik Konusundaki Görüşleri
Bu bahsi kapatırken müellifin “çağdaş müfessirler” olarak takdim ettiği Süleyman Ateş ve İzzet Derveze’yi iddiasına kaynak göstermesinin isabetli olmadığını belirttiğimizi hatırlatmak istiyoruz. Sözün burasında vaadimizi yerine getirmek ve bu iki müfessirin bu konudaki düşüncelerini ve kanaatlerini açık bir biçimde göstermek istiyoruz:
Süleyman Ateş Araf Sûresinin 158. ayetinin tefsirinde şöyle demektedir:
“O’nun risaleti dil bakımından Araplaradır. Önce kendi kavminin anlaması için İlahi vahiy O’na inmiştir. Ama risaletinin niteliği geneldir. Bütün insanlığa yöneliktir.”80
Ayrıca Süleyman Ateş aynı ayetin “De ki; ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın resulüyüm.”81mealindeki bölümünün tefsirinde ise şunları söylemektedir:
“Bu ayette Hz. Muhammed’in, yalnız Araplar’a değil, bütün insanlara Allah’ın elçisi olduğu vurgulanmakta, felaha ermek için O’na uyulması emredilmektedir. Hz. Muhammed’in bütün insanlığa gönderilmiş Allah elçisi olduğunu bildiren bu ayet Mekke’de inmiştir. O halde bazı müsteşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muhammed Aleyhisselam, ancak hayatının son yıllarında değil, peygamberliğinin daha başlangıcında, risaletinin bütün insanlığa yönelik olduğunu ilan etmiş, Mekke devrinde inen ayetler O’na, bütün insanlığın peygamberi olduğunu bildirmiştir.”82
80 Süleyman Ateş, Yüce Kur’an ‘m Çağdaş Tefsiri, IH, 400
81 Araf Sûresi, 7/158
82 Süleyman Ateş, a.y.
Bir ilim adamının, yararlandığı kaynaktan eksik nakilde bulunması hem ilmi emanete riayetsizlik, hem de o kaynağa ve onun müellifine en büyük ihanettir. Üzülerek ifade edelim ki, bu makalede müellif bu “nakil tarzı”nı bir üslup haline getirmiş, hatta Allah’ın kelamı için bile aynı üslubu kullanmaktan hiç çekinmemiştir.
Süleyman Ateş için geçerli olan durum İzzet Derveze için de geçerlidir. Nitekim Derveze de Araf Sûresinin 156 ve 157.83 ayetlerinin tefsirinde aynen şunları söylemektedir:
“Bu ayetlerin erken nazil olması, Muhammedi risaletin başından beri bütün insanlara ve halklara şamil bir risalet olduğuna delildir. Özellikle Araplara yöneltilen bazı ayetleri delil göstererek bunun aksini iddia edenlere bir cevaptır. Bu iddia sahipleri Araplara yönelik ayetlerin üslupları, davet ve hitap şartlarının gerektirdiği özellik ve hikmetin bilincinde değillerdir. Bunu yeri geldiğinde açıklayacağız.”84
Görüldüğü üzere müellifin Derveze’ye isnatları da fevkalade itinasız bir dille yapılmış, bu yüzden de maksadını fersah fersah aşan noktalara savrulmuştur. Yukarıda da belirttiği üzere Derveze’nin söyledikleri sadece ve sadece “Araplara yönelik ayetlerin üslupları, davet ve hitap şartlarının gerektirdiği özellik ve hikmeti” açıklamaya yöneliktir.
Nitekim müellifin bu muharref alıntıyı yaptığı aynı sayfada Derveze’nin dilinden şu satırları okumaktayız:
“İslam ümmetinin ‘orta ümmet olma özelliği, adaleti gözeticiliği, fazileti, insanlığa örnek oluşturacak bir adil yönetim merkezi konumunda oluşu, İslam mesajının esasını oluşturan temellere, prensiplere, stratejilere ve direktiflere dayanmaktadır. Bu özelliğiyle İslam, çeşitli dinlerin Allah inancıyla bağlantılı olarak yaşadığı sorunları, açmazları, ihtilafları ve çelişkileri çözüme kavuşturmuştur. İnsanlığın önüne geniş ufuklar açmıştır. Hiçbir şey inşam hak, adalet, sınırlan içinde, günahtan, hayâsızlıktan ve münkerden uzak bir şekilde hareket etmekten alıkoyamaz hale gelmiştir. Bu özelliğiyle İslam inşam eşyanın tabiatı ile evrensel kozmik sistem ile ifrat ve tefritten, aşırılıktan uzak, akü ve mantığın gerekleri ile buluşturmuş, uzlaşürmışür. Bu özelliğiyle İslam bütün zamanlara ve mekânlara uygundur. Evrenselliğe ve ölümsüzlüğe adaydır. Birçok ayette İslam’ın bu niteliğine işaret edilmiştir. Bunlardan biri de Fetih Süresindeki şu ayettir: ‘O, Elçisini hidâyet ve hak dinle gönderdi ki, o(hak di)ni, bütün dinlere üstün kılsın. Şâhid olarak Alalı yeter.’85”86
83 Bu iki ayet-i kerimenin mealleri şöyledir “Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük.” Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım. Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nur’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
84 M. İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadîs, İstanbul, 1998, I, 481
85 Fetih Sûresi, 48/28
86 Derveze, V, 146-147
[/pane]
[pane title=”[B]Sebe’ 34/28 Ayetinin Anlamı Üzerine – Prof. Dr. Salim Öğüt[/B]
Müellifin:
‘Bu noktada Sebe 34/28. ayetteki kâffeten li’n-nâs ibaresine istinaden Hz. Peygamber’in tüm insanlara gönderildiği söylenebilir. Fakat bu bir yorumdur.’
 

Mukeka

Düzenleyici
Moderator
Özel Üye
Tesbiti gerçekten büyük bir pişkinlik örneği gibi gözükmektedir. Allah’ın açık-seçik ifadesini ve ibaresini “yorum” olarak sunmak, kişisel yorumunu da O’nun sarih ifadesinin üzerine çıkarmak ve öylece takdim etmek…
Konunun daha iyi anlaşılması için müellifin işaret ettiği ayet-i kerimenin mealini kaydedelim: “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”91
91 Sebe’Sûresi, 34/28
Elmalılı Hamdi Efendi, Mehmed Vehbi Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen gibi bu milletin tamamı tarafından hüsnü kabulle karşılanmış büyük âlimlerimiz başta olmak üzere, Kur’an-ı Kerim’e ilmî anlamda hizmette bulunan bütün âlimlerimiz bu ayetin Türkçe karşılığını böyle vermişlerdir. “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” Bu hususu son derece önemsiyoruz; çünkü sonradan gelen bir ilim adamı, öncekilerin tamamını karşısına alacak karakterde bilgiler ve düşünceler üretecekse, hele bu konu bir de ana kaynağımız Kur’an-ı Kerim’le ilgili ise öncelikle, öncekilerin ittifakla ortaya koyduğu bu bilginin ve bu düşüncenin neden yanlış olduğunu, ikna edici delillerle ortaya koymalıdır. Evet, her ne kadar popülist anlayışta geleneğe aykırı söz etmek pirim yapıyor olsa da, hatta bazen sorgusuz sualsiz kabul ediliyor olsa da, ilmî gelenekte “cumhura muhalefet kuvve-i hatadandır” anlayışı geçerlidir. Yani bir ilim adamı kadim ulemaya muhalefet etmek, bir diğer ifade ile asırların imbiğinden geçmiş ve damıtılmış bilgi mirasını reddetmek durumunda kalırsa, bilmelidir ki, hem dindar kamu nezdinde, hem de ilmi gelenek nezdinde mağlup durumdadır. Bu uyarımız, geçmişten tevarüs ettiğimiz bilgilerin takdis edilmesi, yani dokunulamayacak kadar kutsallaştırılması anlamına alınmamalıdır. Elbette “müctehedün fîh” olan, yani ictihad sonucu elde edilen bilgiler, her dönemde başka müctehidlerin de içtihadına açıktır. Yalnız buna tevessül edenler bilmelidirler ki bu durum, bakir bir alanda fikir üretmek gibi değildir; tabir caiz ise, boş bir araziye gecekondu inşa etmek gibi değildir. Hele bir de üzerinde ümmetin tamamının veya kahir ekseriyetinin görüş birliği içinde benimsediği bir konuyu onlara cepheden karşı çıkarak reddediyorsa, durum daha da büyük bir ciddiyet kesbeder. Bu yüzden buna kalkışan ilim adamlarının çok güçlü delilleri, çok güçlü istidlallere malzeme kılmayı başarmaları gerekir.
Dinî bilgi ve duyarlılıktan uzak medyanın sırt sıvazlamasını, liberal düşüncenin onaylamasını, seküler üslubun desteklemesini yeterli görmemelidir. Hatta bir ilahiyatçı için sözünü ettiğimiz bu durumlar, onun elini güçlü kılmak bir yana, tam tersine zayıflatır. Çünkü liberal veya seküler hayat ve düşünce tarzım benimsemiş bir çevrenin, asırların ilmi mirasım tahrife yönelik gayretleri taltif ve takdir etmesi, doğrusu üzerinde düşünülmesi gereken özel bir durum olarak görülmelidir.
Bu genel değerlendirmelerden sonra özel alana, yani söz konusu ayet-i kerimenin mealine gelecek olursak, bugüne kadar bu ayete “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. ” mealini veren bütün Kur’an âlimlerini, meal hazırlayanlarını veya tefsir yapanlarını ayırmaksızın bütün âlimleri yanlış yolda görüyorsanız, önce doğrusunu ortaya koyacaksınız, ardından da gerekçelerinizi son derece muknî bir dille açıklayacaksınız.
Mesela bu ayet-i kerimeye müellifin nasıl bir anlam verdiği belli değildir. “Kâffe” kelimesi üzerinden istifhamlarla dolu bir muharref yorum naklinden başka bir şey söylememiştir. Muharref de olsa, bu yorumun neticesinde bu ayet-i kerimenin anlamının nasıl olması gerektiğine dair hiçbir açıklamada bulunmamıştır. Tabii böyle bir yeni “meal denemesi”ne teşebbüs etmediği için, yaptığı bu mealin gerekçelerini de ortaya koymamıştır. Ancak bunu yapmadığı sürece bu konudaki boşluk sürekli olarak hissedilecek ve bu sorular cevabını bulmamış olacaktır.
Ancak geç kalmış bir şey yoktur, ilim yapmak uzun soluklu bir iştir. Ümid ederiz ki, bizim bu çalışmamızı değerlendirmek için yapacağı yeni bir çalışmada bu boşluğu telafi eder ve Sebe’ Sûresi, 34/28 ayetinin ideal anlamının nasıl olması gerektiğini belirtir ve bugüne kadar hazırlanan meallerde yer alan karşılığının neden yanlış olduğunu ilmi bir dille ve yöntemle açıklar; biz de bu güzel gelişmeyi takip ederiz.
Ayet-i Kerimedeki “Kâffe” Kelimesinin Anlamına Dair
Gelelim müellifin kafa karıştırmak için söylediği:
“Zira klasik tefsirlerde mezkûr ibareye dair iki yorum mevcuttur. Bizce daha makul olan diğer yoruma göre kâffe kelimesi ilgili ayette ‘engel olmak, alıkoymak’ anlamında kullanılmıştır. Buna göre ibarenin aslı kâffen li’n-nâs’tır. Kelimenin sonundaki ta harfi mübalağa içindir.92 Sözün özü, ve-mâ erselnâke illâ kâffeten li’n-nâs ibaresi Hz. Peygamber’in Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkâr alıktan vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder.” şeklindeki değerlendirmesinin aslına ve hakikatine…
92 Kurtubî, XIV. 192.
Her şeyden önce müellifin belirttiği “iki yorum”dan hiçbiri, müellifin ima ve işaret yoluyla söylemeye çalıştığı “şeye” delalet etmemektedir. Zira onun söylemek istediği şey, sanki bu yorumlardan birinin bu ayetin “bütün insanlık” yerine Mekke şehri ve çevresi ile sınırlı kaldığım belirtmektir. Bu iddia tamamen müellifin vehminden ibarettir. Böyle bir iddiayı müellife gelinceye kadar herhangi bir kimsenin dile getirdiğini bilmiyoruz. Hele hele kendisinin kaynak diye gösterdiği Kurtubi tefsirinde ise hiç mevcut değildir.
Öncelikle Kurtubi tefsirinde ne söylendiğine bakalım:
“Allah Teala’nın “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ sözünde takdim-tehir vardır; buna göre asıl mana: ‘Biz seni insanların tamamına, yani hepsine gönderdik’ demektir. Zeccâc şöyle söyler: Yani, ‘biz seni insanların tamamına tebliğ ve uyarıda bulunman için gönderdik.’ Kur’an’da geçen Kâffe kelimesi, Cami’ manasındadır.
Bu konuda şöyle de denilmiştir: Ayetin manası Kâffen li’n-nâsi’dir.-Bunun manası ise: – ‘Sen onları üzerinde bulundukları küfürden men eder ve İslam’a davet edersin.’ Kelimenin sonundaki Tâ harfi mübalağa içindir.”93
93 Kurtubi, XIV, 300
Öncelikle belirtelim ki, klasik kaynakların dil ve üslubuna aşina olanlar bilirler ki, bu eserlerde “Kıyle/denilir ki” lafzıyla belirtilen görüşler pek muteber sayılmazlar. Hatta Türkçemizde bu tür görüşlere “kıl kavli” denilerek adem-i itibarlarına işaret edilmektedir.
Diğer taraftan bu zayıf görüşte bile, yani ayet-i kerimenin bu yorumla sunulması halinde bile Hz. Peygamberin risaletinin şümulü ile ilgili bir anlam değişikliği söz konusu değildir. Tam tersine bu yorum farkı sadece ve sadece Hz. Peygamberin tebliğinin konusunu beyan etmek içindir. Buna göre iki yorum ortaya çıkmakta, bunlardan birincisine göre Hz. Peygamber’in görevi insanların tamamına tebliğ ve uyarıda bulunmak, ikincisi ise: “onları üzerinde bulundukları küfürden men etmek ve İslam’a davet etmek” tir. Her iki yorumun sahibi olan âlimler de bu görevin muhatabının bütün insanlar olduğunda ittifak halindedirler.
Hülasa bu ayet-i kerimenin manasım ”bütün insanlar” olmaktan çıkarıp “Mekke halkı” veya “Kureyş Kabilesi”ne indirgeyecek bir yaklaşım kesinlikle mevcut değildir. Burada söz konusu edilen görüşün sahibi de diğerleri gibi ve ayetin sarih beyanında belirtildiği üzere -ve müellifin de naklettiği gibi- “li’n-nâsi” demektedir ki, bunun anlamı: “insanlar” olmaktadır. Yani hiçbir yorumda bu ayet, “bütün insanlar”ı ihata etmek manasından uzak tutulmamıştır. “Kıl kavli” nin sahibi veya sahipleri de zaten bunu söylememişlerdir. Bu iddiayı ortaya atan, sadece müelliftir. Bu durumda müellifin: “Sözün Özü, ve-mâ erselnâke illâ kâffeten li’n-nâs ibaresi Hz. Peygamber’in Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkarcılıktan vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder.” Tesbiti, kelimenin tam anlamıyla spekülasyondur. Ne akli, ne de nakli hiçbir delile dayanmamaktadır. Ne klasik, ne modern hiçbir muteber görüş tarafından desteklenmemektedir. Dolayısıyla yorum adma müsamaha edilebilirliği aşacak ölçüde hudutsuz bir tahrif talihsizliğidir.
Hz. Peygamber’in Bütün insanlığa Gönderildiğini Beyan Eden Başka Ayet Yok mu?
Asıl önemli olan nokta ise şudur: Müellif, bu konuyu ele alış ve sunuş biçimiyle bir başka hakikati daha gizleme gayreti içine girmiştir. Buna göre sanki Kur’an-ı Kerim’de bu hakikati beyan eden, yani Hz. Muhammed’in bütün insanlığa gönderildiğini belirten başka ayet bulunmamaktadır. Kur’an’ın en temel konularından birini reddetme anlamına gelen bu durum, bir üslup meselesi olarak görülüp geçiştirilemez. Çünkü bu konu bu kadar basit bir zihin oyunu değildir. Tam tersine özenle tasarlanmış, itina ile hazırlanmış ve teammüden işlenmiş ilmî bir cinayettir.
Lütfen şu ayet-i kerimeyi birlikte okuyalım: “De ki; Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O’nundıır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öldüren de, dirilten de O’dur. Bundan dolayı gelin, Allah’a ve resulüne iman edin. Allah’a ve Allah’ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz. “94
94 Araf Sûresi, 7/158
Öncelikle belirtelim ki, bu makalesi aracılığıyla tanıma fırsatı bulduğum müellif, tahrif yoluyla da olsa kendisine malzeme çıkmayacağı için bu ayet-i kerimeyi görmezden geldiği hissini uyandıran bir üslup içindedir. Bu üslup ve bu yöntem hiçbir ilim adamına yakışmaz. Hele hele bir ilahiyatçıya hiç yakışmaz. Sonuçta üzerinde fikir beyan ettiğimiz konu, Allah’ın kelamıdır ve o Kelam’ın sahibi de hepimizin Rabbi’dir. O’na ve O’nun beyanlarına karşı, beşerî metinlere karşı olması gerekenden daha dürüst olmak mecburiyetimiz vardır.
Ayrıca bu ve benzeri ayetler önümüzde dururken ve yukarıdaki ayet-i kerime ile aynı hakikati teyid üstüne teyid ederken, biraz daha ölçülü ve itinalı davranmak, biraz daha kısık sesle konuşmak uygun olmaz mı? Zira hilaf-ı hakikat değerlendirmeler, bu kadar üst perdeden dillendirilirlerse daha çok tepki çeker, sahibine de daha çok sıkıntı verir.
Bizim Peygamberimiz Sadece İnsanlara Değil “Bütün Alemlere Rahmet Olarak” Gönderilmiş Değil midir?
Bu münasebetle belirtelim ki bizler, Hz. Muhammed’in (s.a.v), değil yalnız insanların tamamına, bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiğine iman ederiz. Daha doğrusu iman etmek zorundayız. Çünkü Allah Teala. “(Ey Muhammedi) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”95Buyurmuştur. Bu kadar sarih bir nassı reddetmek, ya da indî yorumlarla hakiki manasını tahrif etmek, bizim haddimizi aşar.
95 Enbiya Sûresi, 21/107
Nitekim bu ayet-i kerimenin tevilinde sadece şu hususta ihtilaf edilmiştir: “Acaba burada kastedilen rahmetten, Hz. Muhammed’in gönderildiği bütün âlem mi, yani kâfirler ve müminlerin tamamı mı nasiplenecek, yoksa sadece müminler mi? İbn Abbas birinci görüşü benimsemiş ve: ‘Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ederse o, hem dünyada hem de ahirette rahmete nail olur. Allah’a ve Rasulü’ne iman etmeyene gelince, o da, daha önceki kavimlerin başına gelen helak olma ve yere geçme gibi felaketlerden affolunmuştur.’96 demiştir. Bunun dışındaki herhangi bir hususta yorum ihtilafı bile söz konusu olmamıştır. Diğer taraftan, söz konusu âlem’den kastın sadece insanlık âlemi olmadığına, bunun yanı sıra Hz. Muhammed’in (s.a.v) cinler âlemine de elçi olarak gönderildiğine iman ederiz, daha doğrusu iman etmek zorundayız. Çünkü bu konudaki ayetler de hiçbir tevile meydan vermeyecek kadar açık-seçik beyanlar içermektedir: ‘(Resulüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an ‘ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, harikulade güzel bir Kur’an dinledik.
Doğru yola iletiyor, ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız.
Hakikat şu ki, Rabbimizin sânı çok yücedir.
O, ne eş ne de çocuk edinmiştir. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (iblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş.
Halbuki biz, gerek insanlar gerekse cinler Allah hakkında asla yalan söylemezler, sanmıştık.’97

Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sure olarak yer alan ve o âleme dair bilgüer ihtiva eden bu surenin nüzulüne sebep olan tarihi hadise kaynaklarımızda bütün açıklığıyla yer almakta, ayrıca bu hadisenin cereyan ettiği mekânda da, o hadisenin hatırasını canlı tutmak için bir de mescid inşa edilmiş bulunmaktadır.
96 Taberi, XVII, 106
97 Cin Sûresi, 1/1-5
Ayrıca Ahkaf Sûresinde de bu konu çok sarih olarak beyan edilmiştir:
“Ey Muhammedi Hani biz cinlerden bir grubu Kur’ân ‘ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur’ân’ı dinlemek için hazır bulundukları zaman birbirlerine ‘susun’dediler. Kur’ân’ın okunması bitince de birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
Onlar kavimlerine şöyle dediler: ‘Ey kavmimizi Gerçekten biz Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden Öncekileri tasdik eden bir kitap dinledik. O kitap gerçeği ve doğru yolu gösteriyor.
Ey kavmimizi Allah ‘in davetçisine uyun ve O’na iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azabdan korusun.’98“99

98 Ahkaf Sûresi, 46/29-31
99 Bu konudaki teferruatı görmek için bk. Emin Işık, “Cin Sûresi”, DİA, VIII, 10-11 Ayrıca bk. Ahmet Saim Kılavuz, “Cin”, DİA, VIII, 8-10
Bütün bu hakikatlerden ve sarih ilahî beyanlardan sonra, nasıl oluyor da bir akademisyen sinekten yağ çıkarmaya çalışarak ve sadece tahrif gücüne güvenerek böylesine sakîm bir tezin ardına düşebiliyor, pes doğrusu.
 

Mukeka

Düzenleyici
Moderator
Özel Üye
“Mekke ve Havalisi” İddiasının Akla Getirdiği Sorular
“Sözün özü, ve-mâ erselnâke illâ kâjfeten li’n-nâs ibaresi Hz. Peygamber’in Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkarcılıktan vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder.” cümlesinde ifadesini bulan önemli meseleye bir daha dönüp, bir de şu açıdan sorgulayalım:
Müellifin bu iddiasına göre Hz. Peygamber’in risalet görevi Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkarcılıktan vaz geçirmektir.
Peki, bu durumda şu soruların cevaplanması gerekmez mi?
  • Mekke’nin havalisinin sınırları nereye kadardır? Mesela Tâif ve Yesrib (Medine) şehirleri bu sınırlara dâhil midir? Yoksa sadece Mekke’nin kenar mahalleleriyle mi sınırlıdır?
  • Mekke’nin havalisinin sınırları dışında kalan insanlar o dönemde şirk ve inkâr içinde değiller miydi?
  • Şayet onlar da şirk ve inkâr içindelerse onların da bu hususta uyarılmaları ve saplandıkları şirk ve inkâr batağından kurtulmaları gerekmiyor muydu?
  • Yoksa onlara, geçmiş kavimlerde olduğu gibi, kendi içlerinden başka peygamberler mi gönderilmişti?
  • Peygamber’in risalet görevinin hudutlarını Mekke ve çevresi ile sınırlandırmanın pratikte ne gibi yararlan vardır?
  • Böyle bir sınırlandırmaya itibar edecek olursak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Taif seferini ve Medine’ye hicretini nasıl açıklarız?
  • Bu tür bir sınırlamanın ortaya çıkarabileceği ve bir kısmına yukarıda işaret ettiğimiz bazı pratik mahzurları nasıl bertaraf edebiliriz?
“Hesabı verilebilir söz söyleme” iddiasıyla yola çıkanların başkalarından daha dikkatli olmak gibi bir mecburiyetleri bulunduğunu da hiçbir zaman unutmamaları gerekir.
[/pane]
[pane title=”[B]Kur’an-ı Kerim’in Dili ve Evrenselliği – Prof. Dr. Salim Öğüt[/B]
Müellif devam ediyor:
‘Kur’an dil-lisan düzeyinde de evrensellik iddiası içermez. Çünkü Kur’an Arapların diliyle inzal edilmiştir.’
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN” icon=”icon-book-open”]
Doğrusu anlamakta en çok zorlandığım konulardan birisiyle daha karşı karşıyayız. Yeryüzünde dil-lisan düzeyinde evrensellik diye bir olgudan nasıl söz edilebileceğini bilemem. Acaba geçmişte veya günümüzde evrensel dil diye bir şey duyup işiten var mı?
Acaba müellife göre Kur’an’ın dil-lisan düzeyinde evrenselliği yakalayamamasının, bir başka tabirle, yerel-tarihsel düzeyde kalmasının sebebi, ikinci cümledeki şu tesbit midir: “Çünkü Kur’an Araplar’ın diliyle inzal edilmiştir.” Acaba müellifin zihninin bir yerlerinde “Şayet İngilizlerin veya Fransızların diliyle inzal edilseydi, dil-lisan düzeyinde evrensellik kazanmış olurdu.” türünden bir anlayış mı yatmaktadır. Doğrusu “çünkü” ile başlayan o cümle, bundan başka bir anlayışa geçit vermemektedir.
Şayet müellif de bizim gibi yeryüzünün hiçbir köşesinde ve tarihin hiçbir döneminde -Hz. Adem ve evlatlarının torunlarıyla birlikte yaşadığı dönem hariç- dil-lisan düzeyinde bir evrensellikten söz etmenin mümkün olmadığını kabul etseydi, böylesine bir garabeti kalemine dolamaz ve bu garabeti açıklamak için de daha garip bir gerekçeye başvurmazdı.
Kur’an’ın Arapça Olarak İnzal Ediliş Nedeni Akletme, Dolayısıyla Düşünme ve Anlamadır
Müellif devam ediyor:
“Bazı ayetlerde açıkça belirtildiğine göre Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni akletme, dolayısıyla düşünme ve anlamadır.”
Şayet müellif şöyle bir cümle kursaydı, en azından kendi iç dünyasında tutarlı bir tavır sergilemiş olacaktı ve tarafımızdan kutlanacaktı: “Bazı ayetlerde açıkça belirtildiğine göre Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni, Mekke ve havalisinde yaşayan insanları diğer kavimlerden üstün kılmak, onlara bu üstünlüklerini hatırlatıcı mesajlar vermek, onlara bir takım imtiyazlar sağlamak vs.” Çünkü buraya kadar ileri sürdüğü tezlerin ortak paydasını bu tema oluşturmaktadır.
Böyle demiyor; kendisiyle çelişme pahasına da olsa dürüst davranıyor ve: “Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni akletme, dolayısıyla düşünme ve anlamadır.” diyor. Evet, tastamam böyledir ve işte bu yüzden bu Kitab evrenseldir. Çünkü müellifin de işaret ettiği “akletme, düşünme ve anlama” eylemleri evrenseldir. Bu eylemler sadece Mekke ve havalisindeki insanlara has değildir. Allah’ın insan ve cin olarak yarattığı ve bazılarının “akıl sahibi varlıklar” diye tasnif ettiği bütün canlılara şamil bir hususiyettir.
Gelelim cümlenin devamına:
“Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok açıktır ki Araplar için anlamlıdır. Nitekim Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Arapça olarak vahiyediliş gerekçesini, “Mekke ve çevresinde yaşayan insanları uyarmak” şeklinde açıklayan Şûra Sûresi 42/7. ayet bu gerçeğin en müşahhas delilidir.”
İlk olarak dikkatimizi çeken şu noktayı arz etmek isteriz:
Acaba hangi sebepledir ki, biz bu meselenin “akletme-düşünme” boyutunu öncelemek ve bu sayede Kur’an’ın evrenselliğini görmek ve göstermek isterken müellif, “Arapça” olmasını öncelemek ve bu sebeple yerelliğini ve tarih-dışılığını isbat etmek istemektedir. Bu noktanın altını çizmeyi önemsiyoruz; çünkü çok önemli bir “zihniyet”i ele vermektedir.
Diğer taraftan bu cümlede akla gelen ilk soru şudur: Madem ki “Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok açıktır ki Araplar için anlamlıdır.” Peki, ne diye Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in risalet sınırlarını sadece Mekke ve havalisine indirgiyorsunuz. Mekke’nin ve havalisinin kuzeyinde, güneyinde ve doğusundaki Arapları ne diye bu mesajın muhatabı olmaktan istisna ediyorsunuz? Çünkü siz de diyorsunuz ki “Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok açıktır ki Araplar için anlamlıdır.” Bu anlamlı ilintiyi ne diye anlamsız yorumlarınızla tahrif ediyorsunuz. Kendi kendinizle tenakuza düşmemek için bu mesajın muhatap sınırını en azmdan “bütün Araplar” olarak genişletebilirdiniz. O zaman yukarıdaki cümleniz ile ondan önce söyledikleriniz arasında böylesine bir zıtlık veya uyumsuzluk problemi ortaya çıkmazdı.
Ayrıca Şûra Sûresinin 7. ayetinde Mekke kelimesinin geçmediğini, Şehirlerin anası/atası anlamına gelen Ümmü’l-Qurâ kelimesinin geçtiğini, bunun da son derece isabetli bir ilahî tercih olduğunu, bu vesile ile bir kere daha tekrar edelim.
Şu hususu da ayrıca belirtelim: Şayet Ümmü’l-Qurâ kelimesi özel bir isimse, özel isimler tercüme edilemezler. Cins isimse, onların da özel isimle karşılanamayacağını müellifin bilmesi gerekir. Doğru ve ilmi emanete yakışır olan, bu kelimeye uygun bir meal verdikten sonra, gerekli görülürse onun, Mekke’nin adlarından biri olduğuna işaret etmekti. Aksi halde o ilahî tercihi yok sayıp keyfince bu ayet üzerinde tasarrufta bulunmak dürüst bir davranış ve akademik bir üslup sayılmaz.
Dili Türkçe Olanlar Kur’an’ın Muhatabı Olamazlar mı?
Müellifin, bu problemin tamamını kökten halledici en çarpıcı tesbitlerinden biri de şudur: “Kaldı ki ana dili Türkçe olan insanlara, ‘Daha iyi anlamanız için bu Kur’an’ı Arapça olarak inzal ettik’ demek, abes olsa gerektir.”
Evet, gerçekten de öyle. Mekke ve havalisinde yaşayanların dışındaki Arapları bu mesajın muhatabı saymamak ne kadar abes ise, dili Arapça olmayanları muhatap saymak da o kadar abestir.
Birinci hususu biz söylüyoruz ama her ne hikmetse müellif öyle söylemiyor, ikinci hususu ise müellif söylüyor, dolayısıyla biz de ondan nakletmek zorunda kalıyoruz.
Aslında müellif burada ne söylediğinin hakikaten farkında ise, onun ve onun gibi düşünenler açısından mesele bu noktada, hallolmuş yani çözümlenmiş demektir.
Evet, müellife göre bu Kur’an Arapçadır ve Araplardan başkalarına hitap etmesi mantıksızdır. Dolayısıyla daha başlangıçta dil-lisan düzeyindeki gerekçeden dolayı evrensel olması ihtimali yoktur. Dolayısıyla Araplardan başka, hatta sadece Mekke ve havalisindeki Araplardan başka hiç kimsenin Kitab’ı olmadığı gibi bizim Kitab’ımız da olamaz.
Çünkü böyle bir durum, yani Arapça bir Kur’an’ın dili Türkçe olanlara hitap etmesi müellifin çok isabetli tesbitiyle “Abes” olsa gerektir. Âkil insanlar ise “abes”le iştigal etmezler.
Tabi bu durumda müellifin, bu konuyu bu kadar uzatması ve makalesinin ilk satırlarında, Kur’an’ın bazı mesajlarının evrensel olabileceğine dair beyanlarda bulunmasını ne yapmak ve nereye koymak lazım gelir, bilemiyoruz. Çünkü nasıl oluyor da onun deyimiyle sırf Arapların akletmesini temin için Arapça inzal buyurulan bir Kitab’ın bazı mesajları evrenselleşebiliyor, anlayabilmiş değiliz. Ancak bu vesile ile bir hususu bir kere daha anlamış oluyoruz ki o da müellifin dersini iyi çalışmamış olması ve böylesine mühim bir mevzuu oldu bittiye getirmeye kalkışmasıdır.
Müellif bu konuda son derece samimi ve ısrarlı… Zira şu tesbitler ancak ısrarlı bir samimiyetin, ya da çok samimi bir ısrarın sonucu olarak ortaya çıkabilir: “Hülasa, Arapça nazil olan Kur’an dil düzeyinde de evrensel değil, yerel ve tarihseldir.”
Dil düzeyinde de, derken “dahi” manasına gelen o “de” ekini muhakkak siz de bizim gibi fark etmişsinizdir. Yani “Bu Kitab her açıdan olduğu gibi dil açısmdan da evrensel değil, yerel ve tarihseldir.” Demenin en kestirme, ama en vurgulu anlatım şekli olmuş oluyor.
Kur’an’ın Arabîliği, Kültür ve Zihniyeti de Kapsayan Bir Nitelemedir!
Müellif devam ediyor:
“Kaldı ki Kur’an’ın Arabîliği salt lisana ilişkin bir niteleme değil, lisanı kendisinden bağımsız sayamayacağımız kültür ve zihniyeti de kapsayan bir nitelemedir. Çünkü her dil belli bir toplumu yansıtır. Diğer bir deyişle, bir toplumun yaşam tarzı, gelenekleri, dünya görüşü, inançları, bilim, teknik ve sanata katkıları o toplumun diline yansır.”
Bu değerlendirmeler bizim mesleğimizi icra eden herkese son derece tamdık gelmektedir. Evet, “bir metin Kelamullah da olsa benim için değişmez, kelam/metin, kelamdır.” diyen bir zihniyetin ürünüdür. Yani Açıklamalarına ve değerlendirmelerine vahiy merkezinden değil, antropoloji merkezinden bakan bir anlayışın sonucudur.
Ayrıca yukarıdaki değerlendirmeyi okuduktan sonra doğrusu, şu sorunun cevabını şimdi eskisinden daha çok merak ediyorum: Müellifin bu değerlendirmesinden yola çıkacak olursak yeryüzünde “evrensel” olma niteliğini haiz bir eser, bir yazı, bir nutuk, bir sanat ürünü, kısaca ilmî, fikrî veya fennî (sanatsal) bir ürün bulabilir miyiz? Hukuk, felsefe, mantık, psikoloji, sosyoloji, tarih, edebiyat vs. gibi beşerî bilimlerin bütün dallarını kastederek bir daha soruyoruz: Geçmişte ve günümüzde ve yeryüzünün herhangi bir köşesinde, sanat, bilgi ve düşünce alanlarında herhangi bir evrensel eserden bahsetmek mümkün olabilir mi? Mümkün olabilirse, nasıl olabileceğinin açıklanması, değilse, yeryüzünde ve tarihin hiçbir döneminde evrensellik olgusundan bahsetmenin mümkün olmadığının açık-seçik tescil edilmesi gerekir. Ancak o zaman günümüzde öne sürülen evrensel değerleri nereye koyabilirler, bunu da onlar düşünsünler. Diğer taraftan göz ardı edilen şu noktayı hatırlatmanın müellife ve onun gibi düşünenlere acaba bir yararı olabilir mi: Dili Arabî olan bu Kelam, İlahî bir hitaptır ve muhatap aldığı toplumun kültür ve zihniyetini onaylamak için değil, değiştirmek ve tashih etmek için gelmiştir. Nitekim muhtelif ayetlerinde bunu en sarih bir dil ile ifade etmiştir. Zaten başka türlüsünü düşünmek de mümkün değüdir. Yani bir toplumun kültürel değerlerini ve zihniyet dünyasını olduğu gibi ibka etmek ve sadece onaylamak için bir peygamberin gelmesini ve ilahî bir mesaj getirmesini açıklayabilmek kolay olmasa gerektir.
“Her dil belli bir toplumu yansıtır. Diğer bir deyişle, bir toplumun yaşam tarzı, gelenekleri, dünya görüşü, inançları, bilim, teknik ve sanata katkıları o toplumun diline yansır.” derken, Kur’an-ı Kerim ‘de sırf Arapça olduğu için bu illetle malul mü gösterilmek istenmektedir acaba? Yani Arap dili ile gelen bu metin Arapların yaşam tarzını, geleneklerini, dünya görüşünü, inançlarım yansıtmaktan öte bir fonksiyon icra etmemiştir mi denmek istenmektedir.
Sonra şu “yansıtmak” kelimesi de biraz daha açılmalı değil mi? Acaba bizim anladığımız gibi sadece “onaylamak” anlamına mı gelmektedir, yoksa başka bir manası da var mıdır?
Kendisini “bu ilahî kelâm -ki üzerinde hiçbir şüpheye yer yoktur- Allah ‘a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara bir rehber [olarak indirilmiş]tir.”100 diye sunan bir Kitab’ın, sadece “yansıtıcı” görevi gördüğünü söylemek nasıl mümkün olabilir? O’nu gönderen ve indiren Kudret’in, yani Yüce Allah’ın “rehber, klavuz, yol gösterici, hidayet” olarak nitelediği Kitab’ını, bir mümin kulun yalnızca “yansıtıcı” olarak nitelemesi, ne derece isabetli olabilir? Doğrusu bu, üzerinde düşünmeye değer bir sorudur.100 Bakara Sûresi, 2/2
Kur’an’ın Arapça Değil Rabça Olduğuna İlişkin Popüler Söylemi
Müellifin “yeri gelmişken” kaydıyla açtığı paragrafı nakledip, biz de yeri gelmişken bu cümleleri değerlendirmek istiyoruz:
“Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın Arapça değil Rabça olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn tartışmasına konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvü de vardır. Keza azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Ayetlerin sonlarında ses uyumu (seci) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin aslî formunu değiştirmek, kelimenin sonuna harf eklemek veya harf düşürmek gibi edebî hususiyetler de mevcuttur.”
Bu mesele, takdir edileceği üzere, edebi sanatlarla ilgili bir meseledir ve müellif de bilir ki bu konunun uzmanı olan ulemanın kahir ekseriyeti onun gibi düşünmemektedir. Hatta İslam Ansiklopedisinde yayınlanan “İ’câzü’l-Kur’ân” maddesinde101 belirtildiğine göre bu konuda çok sayıda müstakil eser telif edilmiş ve bu eserlerin neredeyse tamamında Bâkıllânî tarafından ifade edilen şu husus, ortak bir kanaat olarak dile getirilmiştir: “Kur’an’daki nazım güzelliği hem bütününde, hem de tek tek her lafzında mevcut olup üslubu, fesahati… onun erişilmez üstünlüğünü meydana getirir.”102 Ancak dinî konuların tamamında görülen “eleştirel yorum ve yaklaşım biçimi” Kur’an’ın icazı meselesine de sirayet etmiş ve “XX. Yüzyılda batıdaki bilimsel gelişmelerin etkisiyle âlimlerin bir kısmı Kur’an’ın icazını pozitif bilim açısından araştırmaya yönelmiş ve bu alanda yeni görüşler ileri sürmüştür.”103
101 Yusuf Şevki Yavuz, “İ’câzü’l-Kur’ân”, DİA, XXI, 403406
102 Bakülârû, “İ’câzü’l-Kur’ân”, s. 13-21,3645
103 Yusuf Şevki Yavuz, “İ’câzü’l-Kur’ân”, DİA, XXI, 404
Sanat Anlayışı ve Zihniyet Problemi
“Yeri gelmişken” bu konuya biz de şöyle bir katkı sağlamış olalım:
Sanata dair değerlendirmeler genellikle bir zihniyet meselesi olarak tezahür etmektedir. İlk defa bazı genç şairlerin, Namık Kemal, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk Nafiz gibi şairlerin şiirlerine dudak büktüklerini, bunları şiir saymadıklarını, sadece bir takım “betimlemelerden” ibaret söz dizisi olarak değerlendirdiklerini duyduğum zaman neredeyse dudağım uçuklamıştı. Daha sonraki dönemlerde Fuzuli, Baki, Nedim ve Şeyh Galib’in de aynı eleştiriye muhatap kılındıklarını gördüğüm zaman, eski tecrübeye dayanarak bu kadar tepki vermemiştim.
Çünkü artık anlamıştım ki bu nesil o kültüre yeterince vâkıf, hatta aşina olmadığı için ondaki güzellikleri göremez ve oradaki derinlikleri keşfedemez. Tabii bu hususta da kendi aczini fark edip telafi edecek yerde, kendini tenzih ve takdis ederek öbürlerini suçlamak, onun egosuna daha uygun düşer ve sonuçta böyle bir manzara ortaya çıkar.
Kimilerine göre “mide gurultusu” olarak nitelenen söz dizileri, öbürlerine göre erişilmez sanat şahikaları olarak gözükebilmektedir. Kendi payıma ölçüsüz ve kafiyesiz şiiri şiir saymamaya devam ediyorum ve bu durumu tıpkı, ritimsiz ve ahenksiz ses kümelerini de müzik saymamak gibi görüyorum ama biliyorum ki bu düşünce sadece beni bağlar.
Meselenin bir diğer önemli veçhesi de şudur: Bazılarının ağzından çıkan sözler, ancak onların ağzından çıkınca o anlamı, o derinliği ve o güzelliği kazanabiliyorlar. Başkalarının ağzında aynı sözler belki gülünç bile olabiliyorlar. Mesela:
“Gel, Gel, ne olursan ol gel İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol gel Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel”
Bu sözler ancak Mevlana’nın ağzından çıktığı zaman anlamlı ve güzeldir.
Herhangi bir serkeşin veya parasından başka bir zenginliği olmayan madrabaz bir maddeperesün ağzına yakışmaz; hasbelkader onlar böyle bir sözü söyleyecek olsalar da kendilerini gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. Zaten bu sözün sahibi Mevlana olmadığı halde, belki de bu sebepten dolayı, yani ancak onun ağzından çıktığı zaman anlamlı olabileceği düşüncesiyle ona nisbet edilmiş ve zaman zaman yapılan uyanlara rağmen ilgili kişiler ve kurumlar bu yanlışı tashih etmeye yanaşmamışlardır.104
104 Türkçe’de “galat-ı meşhur” diye bir kavram vardır, mânâsı, “öyle olduğu bilindiği halde herkes tarafından yanlış anlamıyla kullanılan kelime” demektir; hattâ bu kavramla ilgili olarak “galât-ı meşhur lugat-i fasihten evlâdır” yollu bir kelâm-ı kibar dahi üretilmiştir, “ortaklaşa paylaşılan yanlışlık, en sağlam sözlüğün hakemliğinden bile üstündür” anlamına gelir. İşte, “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ümitsizlik kapısı değildir bizim dergâhımız, bin kerre tevbeni bozmuş da olsan yine gel” rubaisinin Mevlânâ Celaleddin Rûmî’ye ait olduğunu iddia etmek “galât-ı meşhur” kavramının içini bütün hacmiyle dolduran bir örnektir. Edebiyat tarihçileri, orijinal Fârisi söyleyişi, “Bâza bâza” kelimeleriyle başlayan bu rubainin Mevlânâ’ya değil, ondan iki asır önce yaşamış mutasavvıf şair Ebu Said Ebu’l-Hayr’a ait olduğunu söylüyorlar ve bu iddia en azından elli seneden beri ortada durduğu halde hemen herkes (başta Kültür Bakanlığı’nın, Konya Valiliği’nin resmi internet siteleri olmak üzere) şiiri Mevlânâ’ya atfediyor. (Aksiyon Dergisi, Sayı: 525-27.12.2004 Ahmet Turan Alkan)
Ayrıca bu mazmun için burada tekrar eden “gel” kelimesi lüzumsuz bir tekrar sayılmaz, aksine manayı güçlendirici bir zenginlik kabul edilir.
Yüksek Riskli Bir Değerlendirme!
Bu derece önemsenmesi gerektiğine inanmasam, kesinlikle böyle bir riskin altına girmeyi düşünmem. Ama gelin görün ki buna değeceğine gönülden inandığım için başıma gelebilecek her sıkıntıyı şimdiden “merhaba” diyerek karşılamayı ve göğüslemeyi göze alarak diyorum ki:
Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah’ın sıfatları ve cümleden olarak Allah’ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular “iman” ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir.
Bizler -ilim adamları da olsak- Allah Teala’nın kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna iman ederiz. Bu vasıflan haiz bir varlıktan sadır olan her türlü sözün ve fiilin, zatı gibi en mükemmel olduğuna inanırız. Dolayısıyla O’na ait olduğuna inandığımız her söz veya fiilde hep, en mükemmeli ararız. Bulamazsak kendi aczimize hamlederiz ve birilerinin o mükemmellikleri mutlaka keşfettiğine ama bizim bundan haberdar olmadığımıza inanırız.
Bu cümleden olmak üzere Kur’an-ı Kerim hakkında da böyle düşünürüz. Çünkü O Yüce Kelam, O Yüce Rabbin Kelamıdır ve Hz. Peygamberdin buyurduğu gibi “O’nun kelamının beşer kelamma üstünlüğü, O’nun beşere üstünlüğü gibidir.”105 Bu hadis-i şerifi son derece önemser ve üzerinde durulması gerektiği kanaati taşırız. Dolayısıyla bir mümin edasıyla ve tavrıyla Kur’an’a yaklaştığımız zaman O’nu böyle değerlendiririz. O bizler için sadece dil ve üslup yönünden değil, her açıdan en mükemmeldir: Manen en mükemmeldir; nazmen106 en mükemmeldir, hükmen en mükemmeldir. Çünkü Yüce Allah, bizzak zat-ı uluhiyyeti kendi kelamı ve hükmü hakkında şöyle buyurmakta ve onları şöyle nitelemektedir:
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz. “107
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”108
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
Üst