Münâfikûn Sûre-i Şerif’inin Tefsiri

kurtuluş

KF Ailesinden
Özel Üye
MÜNÂFİKÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

“Direk Olmuş Keresteler!”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve dokuz yüz yetmiş altı harften teşekkül etmiştir.

İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. Bu isim bir alâmettir ve münâfıklar hakkında hükümleri ihtivâ etmektedir.

Muhtevâsı:

Cum’a sûre-i şerif’inde hakiki müminlerin güzel vasıfları anlatıldığı gibi; bu sûre-i celîle’de ise İslâm’ın ve müslümanların iç düşmanları olan münâfıkların en kötü vasıfları ortaya konulmaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cuma namazında Cum’a sûre-i şerif’ini okur ve onunla müminleri teşvik ederdi. İkinci rekâtta ise Münâfikûn sûre-i şerif’ini okur, bu şekilde münâfıkları kınardı.

Bu sûre-i şerif; özü sözüne sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan, İslâm’ı içten yıkmaya yönelen kâfirlerin iç yüzlerini ortaya dökerek onları halk arasında rezil etmiştir.

Bu sûre-i şerif’te baş münâfık Abdullah bin Ubeyy bin Selül başta olmak üzere münâfıkların ahlâkları, huyları, hile ve desiseleri, bayağılıkları, korkaklıkları, kalplerinin körelmiş olması hülâsa olarak anlatılmaktadır. Çünkü onların tehlikeleri daha büyük ve verdikleri zarar daha çoktur.

Münâfıklar dış görünüşleri ile müslüman, iç yapıları itibariyle kâfir idiler.

Allah’a yemin etmek suretiyle renklerini gizlemeye çalışırlardı.

Gerek inananları, gerekse İslâmiyet’e ısınanları Allah yolundan çevirebilmek için ellerinden gelen gayreti gösterirlerdi.

Münâfıklar din ve Allah düşmanıdırlar. Düşmanların en tehlikelisidirler. Onlara hiçbir zaman itimat edilmez. Fırsat buldukları zaman yapamayacakları kötülük yoktur.

Bu mübarek sûre-i şerif’te ayrıca müminler uyarılmakta; münâfıklar gibi Allah-u Teâlâ’ya ibadet ve taati bırakıp dünya eğlencesi ile meşgul olmaktan sakındırılmaktadırlar.

En Şerli İnsanlar:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların yalan yere iman iddiâsında bulunduklarını ve yalan yere yemin etmekten sıkılmadıklarını, imandan sonra küfre saptıklarını, kalplerini mühürlediğini, onların sapık olduklarını, küfürde devam ettikçe tevbelerinin kabul edilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:

“Münâfıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz!’ derler.” (Münâfikûn: 1)

Baş münâfık Abdullan bir Ubeyy İslâm’a açıktan cephe aldığı takdirde, bunda başarılı olamayacağını ve kendisine çok pahalıya mâlolacağını bildiği için, müslüman olmuş gibi göründü. Böylece İslâm’ı içten çökertebilmenin plânlarını yapmaya başladı.

Huzura çıktıkları zaman ezilirler büzülürler, Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamber olduğuna dair şehâdette bulunurlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyerek riyâkârlık yaparlardı. Gerçekte şehâdetlerinde samimi değillerdi, göz göre göre yalan söylüyorlardı.

Allah-u Teâlâ onların tasdik etmek için değil, şehâdet getirerek müslümanları aldatmak için geldiklerini beşeriyete duyurdu.

“Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir.” (Münâfikûn: 1)

Çünkü seni gönderen O’dur, sen bütün insanları sapıklıktan kurtarmaya çalışan bir uyarıcısın.

“Ve Allah, o münâfıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)

Münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğini gerçek bir imanla kabul etmiyorlardı. Diliyle bir şey söyleyip de onun aksine inanan bir kimse yalancıdır. Bir insan inanmadığı bir şeye inandığını söylediği zaman, hiç şüphesiz ki yalancı olmuş olur.

Nifâk İslâm’a bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmaktır. Dil ile imanı açıklamak, kalpte ise küfrü gizlemektir.

İşte günümüzdeki münâfıklar da böyledir. Halkı yolabilmek, soyabilmek, kendilerine çekebilmek için İslâm gibi görünüyorlar. Yoluyorlar, soyuyorlar, sonra da kendi arzularına göre hareket ediyorlar.

Münâfıkların yalancı olmalarının sebebi şu şekilde izah ediliyor:

“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar.” (Münâfikûn: 2)

İnandıklarına dair yaptıkları yemin, yalan yemindir. Yalan yeminin arkasına sığınarak nifaklarının açığa çıkmasını önleyeceklerini ve kötülüklerini rahatça sürdüreceklerini sanıyorlardı.

“Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikûn: 2)

O yalan yeminleri kalkan yaparak hem kendilerini hem de başkalarını Allah yolundan uzaklaştırdılar. İnsanları şaşırtıp Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.

Bu iki yüzlüler İslâm’ın ön safında görünürler, sonuçta küfre hizmet ederler. İşte münâfıklar bu derece aşağılıktırlar.

“Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar!” (Münâfikûn: 2)

Yalanla dolanla, sahtekârlıkla hilekârlıkla Allah yolundan yüz çevirmelerinden daha büyük sapıklık olabilir mi?

Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)

Münâfıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduklarını açıkça ortaya koydu. İnandıklarını söylemelerine rağmen sapıklık yolunda ısrar etmişlerdir.

“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi.” (Münâfikûn: 3)

Artık onlardan iyilik ve güzellik beklenemez. Gözleri kör, kulakları sağır, basiretleri bağlı, hidayetten mahrum bir şekilde ömür tüketecekler. Onların Hakk’a vâsıl olmaları beklenemez.

“Onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)

Bunun sebebi ise imandan küfre dönmeleri, sapıklığı hidayete tercih etmeleri, âdetâ küfürde alışkanlık kazanmalarıdır. Bunun içindir ki iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini inceden inceye ayıramazlar.

O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:

“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” buyuruyor. (Bakara: 118)

O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.

Direk Olmuş Keresteler!”:

Allah-u Teâlâ münâfıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurduktan sonra şöyle buyuruyor:

“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikûn: 4)

Cüsseleri gösterişli olduğu için dıştan bakınca imreneceğin tutar.

“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)

Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.

“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)

“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.

Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.

Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;

“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikûn: 4)

Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu hâindirler. Hâinler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.

“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)

Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.

“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)

Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.

“Allah kahretsin onları!” (Münâfikûn: 4)

Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.

Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.

“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)

Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar?

Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.

O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.

İslâm onlara gerçekten düşmandır, onlar da İslâm’a ve müslümanlara düşmandırlar.

Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, İlâhî emirlere ve hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki bölücü münâfıklar da böyledir.

Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve daha beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman zannederek aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.
__________________________________________________________________________________
MÜNÂFİKÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2

İliklere İşleyen Nifak

Nifakta Direnenler:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:

“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)

Münafıkların Resulullah Aleyhisselâm’a karşı olan tavırları onların imansız olduklarını göstermektedir. Resulullah Aleyhisselâm’dan af dilemedikleri gibi, kibirlendikçe kibirleniyorlar, üstünlük taslıyorlar.

Allah-u Teâlâ onlar için af dilemenin, onlara istiğfar etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini açıklamaktadır. Çünkü onlar nifakta direnmektedirler.

“Onlara (Allah’tan) mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir.” (Münâfikûn: 6)

Çünkü onların böyle bir dertleri ve endişeleri yoktur. Bunun sebebi ise inkârcı oluşları, itaattan çıkmış olmalarıdır. Onlar bir daha imana gelmezler.

“Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Münâfikûn: 6)

Çünkü münafıklar iradelerini şerre sarfederek küfürde karar kıldılar.

“Çünkü Allah fâsıklar toluluğunu doğru yola iletmez.” (Münâfikûn: 6)

Onlar hidayetten ebedi olarak mahrum kalmışlardır.

Beyinsizler:

Münâfıklar hicret eden Muhâcir’lerin rızıklarının kendi ellerinde olduğunu, iâşeleri temin edilmediği takdirde Peygamber Aleyhisselâm’ı bırakarak başlarının derdine düşeceklerini zannediyorlardı.

Yaratıklarını ilâhî hazinesinden rızıklandıran Allah-u Teâlâ münâfıkların hile ve entrikalarına rağmen, müslümanların muvaffak olacağını haber vermiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Onlar: ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’ diyenlerdir.” (Münâfikûn: 7)

Bu sözlerinden bile ne derece densiz ve cibilliyetsiz kimseler oldukları anlaşılmaktadır. Onlar üstünlüğü mal varlığında, mevki ve makamda aramaktadırlar.

“Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır.” (Münâfikûn: 7)

Bilemediler ki rızık O’nun kudret elindedir, hiç kimse kullarına lütfetmesine engel olamaz.

“Fakat münâfıklar bu gerçeği anlamazlar.” (Münâfikûn: 7)

Anlamalarına da imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar iman nurunu görememişler, İslâm’ın ulviyetine erememişler, saâdet ve selâmet dâiresine girememişlerdir.

İliklere İşleyen Nifak:

Müreysî savaşının zaferle sonuçlanması sonrasında İslâm ordusu henüz oradan ayrılmamışken, bir müslümanla bir münâfık su yüzünden tartıştılar. Tartışma daha sonra kavgaya dönüştü. Bu hadiseyi İslâm aleyhine değerlendirmeyi ve elde edilen fırsatı kaçırmamayı düşünen münâfık Abdullah hemen koştu, Medineliler’i Resulullah Aleyhisselâm’ın aleyhine kışkırtmaya başladı. Çekinmeden: “Muhâcirler şehrimizde iyice çoğaldılar. Köpeği besleyip semirtirsen, çok sürmez seni parçalayıp yer. Bilesiniz ki vallâhi Medine’ye dönersek, en üstün olan en alçak olanı mutlaka oradan çıkaracaktır.” gibi lâflar etti.

Durum derhâl Resulullah Aleyhisselâm’a bildirildi. Abdullah bin Ubeyy ise çevirdiği entrikanın Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince alelacele gelip, o gibi sözler sarfetmediğine dâir yemin etti. Resulullah Aleyhisselâm bu hadiseyi büyütmeden derhal Medine-i münevvere’ye dönmeye karar verdi.

Çok geçmeden Âyet-i kerime nâzil oldu, münâfıkların yalancı oldukları açıklandı.

“Derler ki: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” (Münâfikûn: 8)

“Üstün olan” ile kendisini, “Zelil olan” ile de Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müminleri kastediyordu.

Bu sözü ile içindeki kin ve düşmanlığını açıkça ortaya koymuş oluyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında:

“İzzet Allah’ındır, Allah’ın Peygamber’inindir ve bütün müminlerindir.” buyurarak münâfıkların bu çirkin sözlerini reddetti. (Münâfikûn: 8)

Üstünlük Allah’a, sonra da Allah’ın üstün tutup desteklediği Resul’üne ve müminlere âittir. Resulullah Aleyhisselâm’a izzet asaleten verilmiştir. Ümmetine ise ona tâbi oldukları için, yolunda bulundukları için verilmiştir.

Münâfıkların izzet ve şereften bir payları yoktur. Zerre kadar şerefleri olsaydı küfür ve nifaka tenezzül etmezlerdi.

“Fakat münâfıklar bilmezler.” (Münâfikûn: 8)

Bilmelerine de imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar son derece câhil ve ahmak, son derece kibirli ve gururludurlar. Gerçeklerden bîhaberdirler.

Zikrullah Emri:

Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.

Allah-u Teâlâ mümin kullarına zâtını çokça zikretmelerini bildirerek, mal ve evlâtlara aldanma hususunda münâfıklara benzemekten onları sakındırmaktadır:

“Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlatlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.” (Münâfikûn: 9)

Bu Âyet-i kerime umuma, yani bütün iman edenlere şâmildir.

Zikrullah ilâhî bir emir gereğidir. Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.

Zikrullah hayata hayat katar, kabre aydınlık, ahirete azık hazırlar.

“Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münâfikûn: 9)

Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba uğrayacakları şüphesizdir.

Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Rabb’ini zikredenlerle etmeyenlerin misali, diri ve ölü gibidir.” (Buhârî)

Zikrullah ile mânevî gıdasını alan ruhlar dirilir, alamayan ruhlar ölür. Zikrullah, ruhun hayatı için, balığın suya duyduğu ihtiyaç gibidir.

Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında ise Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)

Ölüm Gelmeden Önce:

Allah-u Teâlâ müminlere nâil oldukları rızıklardan infakta bulunmalarını, ölüm zamanı geldiğinde pişmanlık duymanın hiçbir yarar sağlamayacağını Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: ‘Ey Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin!” (Münâfikûn: 10)

Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce, O’nun rızası mucibince infak etmemizi istemektedir.

Kullarının elindeki mal ve mülkün kaynağını onlara hatırlatarak, bunların ilâhi birer lütuf olduğunu anlamaları ve gerektiği şekilde Allah yolunda fedâkârlık etmekten çekinmemeleri için: “Size verdiğimiz rızıktan” buyurmuştur. Rızkı veren O’dur, infak emrini veren de O’dur.

Allah-u Teâlâ infak emriyle, infak eden kişinin nefsini temizleyip terbiye ve tezkiye etmektedir. Kalplerin temizlenmesi, mal ve mülk sevgisinden uzaklaşması için en iyi ilâçtır.

Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir gün gelecek ki, istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş günü değil; yargılama günü, ceza ve mükâfat verme günüdür.

Adiyy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. Hem aralarında tercüman da bulunmayacaktır.

Sağ tarafına bakacak, ahirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.

Sol tarafına bakacak, gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.

Önüne bakacak, yüzünün karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecek.

Binaenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun!”
(Müslim: 1016)

Her ihmalkâr, ölüm zamanı geldiğinde pişman olur ve verilen müddetin çok kısa zaman da olsa uzatılmasını ister, kaçırmış olduğu fırsatların farkına varır, mahrum olarak gittiğine hasret çeker, fakat heyhat ki iş işten geçmiştir.

Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah, süresi gelip eceli yettiği zaman hiçbir canı aslâ geri bırakmaz.” (Münâfikûn: 11)

Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhîde takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.

Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da bilir, sözünde samimi olanı da bilir.

“Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Münâfikûn: 11)

Kimin sözünde ve isteğinde samimi olduğunu, geri döndürüldüğünde bulunduğu durumdan daha kötü bir duruma düşüp düşmeyeceğini en iyi bilen ve haberdar olan O’dur.

Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce ahiret tedarikine bakmak gerekiyor.

ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh
 
Üst