Mehmed Emin Birinci

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
meminbirinci2.jpg


[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]MEHMED EMİN BİRİNCİ
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]1933'te Rize-Pazar Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Ankara ve İstanbul'da Risale-i Nur neşriyatı ile başlayan hizmet hayatı devam etmektedir.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Remzi Efendi ile Halil Dayı[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bu cümleden olarak, bizim akrabalarımzdan Remzi Efendi ile Halil Dayı da, mezkûr gurbetin daimî müşterileri idiler.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Kızılırmak'ın denize dökülen kısmında balıkçılıkla meşgul oluyorlardı. 1948 gurbet dönüşlerinde kendilerinde bambaşka bir değişme olmuştu. Bütün köylü -hattâ-, civar köyler -bu iki zattan bahsetmeye başlamışlardı. O zamana kadar dine lâkayd kalan bu iki şahıs nasıl oldu da birden bire değişivermişlerdi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Sonradan öğrendik ki, bir tarikata intisap etmişler. Bütün günahlarına tevbe ederek kazaya kalan namazlarını eda ederek ellerinden geldiği kadar takva ile hareket etmeye başlamışlardı.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Balık avlama mevsimi gelince yine gurbete açıldılar. Mekânları yine Kızılırmak'ın bulanık olarak denize dökülen kısmı ve balıkçı barakaları... Bu sefer diğer arkadaşları, onlara bir başka gözle bakmakta; kimisi gıpta ile, kimisi alaylı... Fakat onlar aradıklarını bulmanın sevinci içinde daima Hakkı zikretmekte, her işlerin Besmele ile yapmaktadırlar. Huzur içindeler. O sene de balıkçılık mevsimi bitince avdet etmek üzere Bafra'ya gelirler. Bafra'da Hacı İhsan Bey, Muammer Efendi ve daha birkaç zatla tanışırlar. Sohbet esnasında Muammer Efendi bunlara Afyon taraflarında Bediüzzaman isminde bir büyük zatın bulunduğunu, birçok eserleri olduğunu, hükümet onun nüfuzundan korktuğu için, daimî tarassutta bulundurduğu vesair bazı malûmatlar vererek, nazar-ı dikkatlerini Bediüzzaman Said Nursî ismine çekiyorlar ve kendilerine bir-iki küçük kitap veriyor.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Remzi Efendi ile Halil Dayı bu heyecanla köye geliyorlar... Bazı tasavvufî meselelerle birlikte, Bafra'da Muammer Efendi ile aralarında geçen muhavereyi bizlere naklediyorlar. İşte ilk olarak Bediüzzaman ismini 1949 yılında (Allah rahmet eylesin) bizim Remzi Efendiden duydum. Remzi Efendi çok kısa zamanda hakikata ulaşmış, Risalelerin hepsini daha okumadan Bediüzzaman'ın çok yüksek bir zat olduğuna kanaat getirmişti. Okumaya çok meraklı olan Remzi Efendi Nur Risalelerini getirmek istiyor, fakat bir türlü elli, yüz lira bulup sipariş edemiyor. Remzi Efendinin akrabalarından Hakkı Usta diye bir zat var. Bu zat gemi inşaat ustasıdır. Bir gün bir teknenin motor kısmını monte ederken 'Arkadaşlar' diyor. 'Bizim Remzi Efendinin bildiği yüksek, âlim bir zat var. Onun çok güzel kitapları varmış. Birkaç kuruş verin de o zatın kitaplarından getirtelim, bizim de istifademiz olur.' Bu söz üzerine 33 lira kadar bir para toplarlar. O zamana kadar, başı pek ender secdeye değen Kadir Usta da buna iştirak eder. Biraz da kendileri ilâve ederek, kitapları sipariş ederler. Aradan onbeş-yirmi gün geçince ayakkabıcılıkla iştigal eden Sefer Usta, bir akşam üstü bir torba kitapla köye gelir.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Merak ve heyecanla torbayı açınca büyük büyük bazı eskimez yazılı kitaplar çıktı. Hemen karıştırdılar. Oradan buradan okumaya başladılar. Birisi Beşinci Şua diye bir bahis bulmuştu. Tam aradığı yer burası idi. Remzi Efendi gönlünün istediğini elde etmiş, duası kabul olmuş Risale-i Nur'lara kavuşmuştu.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bunların heyecanı yavaş yavaş bana da tesir etmeye başlamıştı. Fakat eskimez yazıyı okuyamadığım için ancak onları dinlemekle iktifa ediyordum.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Akşamları Hakkı Ustanın evine giderek:[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Ne olur Hakkı Amca, biraz oku da dinleyelim. Biz de istifade edelim' diyordum. Ama o, sabahtan beri çalışmanın yorgunluğu ile hemen uyuklamaya başlıyordu. Köyde yapılacak başka işim de yoktu. Ne yapıp yapmalı, mutlaka bu yazıyı okumasını öğrenmeliydim.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Ahdettim, cehdettim, belki inanılmaz, ama yirmi gün içinde eskimez yazılı kitapları okumaya başladım. Azmin elinen hiçbir şeyin kurtulmadığının canlı bir örneği bu...[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Gerçi ilk zamanlar bu Risaleleri tam anlayamıyordum. Fakat içimde bu kitapların, bu zamanın insanlarına en faydalı kitaplar olduğuna dair bir his vardı.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine sonsuz bir saygı ve hürmetle bağlanmıştım.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Fıtrî olarak, içimdeki bir hissin sevkiyle okuldaki arkadaşlarımdan yine yakın olanlara Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nur'u anlatmaya başlamıştım.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Hattâ İhlâs Risaleleri'ni yeni yazı ile deftere yazdım. Okumaları ve istifadeleri için arkadaşlarıma verdim.[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]
meminbirinci.jpg
Samsun mahkemesi [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"O günlerde Mustafa Sungur Ağabey'in Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde muhakemesi vardı. Samsun'da çıkan Büyük Cihad gazetesinde 'En Büyük İsbat' başlığı altında yazdığı yazıdan dolayı muhakeme olacaktı. Bafra'daki Muammer Efendi ile mahkemeye gittik.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Birkaç tane başka davalar gördükten sonra, mübaşir 'Mustafa Sungur!' diye çağırdı.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Jandarmalar tarafından kelepçeleri çözülen Mustafa Sungur'u ilk olarak mâsum yüzüyle maznun sandalyesinde gördüm. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Hak ve hakikatı duyurmak, insanlığa gerçek saadeti sunmak için kendi hürriyetini kelepçeye vuran, büyük ruhlu Sungur'u işte o zaman tanımak şerefine erdim. Mahkeme müddetince hep ona baktım, hep onu süzdüm, bir başka dava sebebiyle müdafaasını ezberlediğim Sungur, bu Sungur'du. Mahkeme reisinin:[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bediüzzaman Said Nursî senin neyindir?' sorusuna karşılık:[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Üstadım, hocamdır!' cevabından başka mahkeme safahatından hiç bir şey aklımda yok... Ancak onun o andaki nuranî halinin ve davasına olan sadakatının bende akisleri var. Ve kollarına tekrar kelepçe takılarak hapishaneye giderken mütebessim çehresi gözlerimin önünde...[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Ertesi gün bir fırsatını bulup, hapishaneye ziyarete gittim. Hiç bir şikâyette bulunmadı. Hapishanede Risaleleri okutmadıkları için bana bir tane 'El-Munkızu Mineddalâl kitabını getir. Boş zamanlarımda mütalâa edeyim' dedi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]
meminbirinci1.jpg
İstanbul'daki mahkeme[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"O günlerde Hür Adam Gazetesinde bir haber gördüm.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yarın mahkemesi var' diyordu. Dizlerimde mecâl kalmamıştı. Heyecandan titredim. Birkaç yıldan beri nurlu kitaplarını okuduğum büyük ve eşsiz Üstadı görmek nasip olacaktı. Muhakeme olacak yeri öğrendim ve erken saatlerde mahkeme koridorunda beklemeye başladım. Kısa zaman içinde koridor tamamen doldu. Mahkeme saati yaklaşınca o kadar izdiham oldu ki, aşağıdaki caddeden tramvaylar geçemez oldular, otobüsler yollarını değiştirdiler. (O zamanki Adliye, şimdiki Büyük Postahanenin üst katı idi). Halk, Adliyenin karşısındaki evleri ve hanları doldurmuş muazzam kalabalığa temaşa ediyordu. Mahkeme saati yaklaştı ve aziz Üstad, hasretini her an bütün duygularımla hissetiğim büyük insan, tarihî şahsiyeti ve kıyafetiyle koridorun başında göründü. Telaşsız ve fütursuz, vakur adımlarla dim dik yürüyerek binlerce kendisini karşılayanları iki eliyle selâmlayarak mahkeme kapısına kadar geldi. Yanında üniversitede okuyan sadık talebeleri vardı. Mahkeme kapısı açılınca kendimi içerde buldum. Yüç kişilik yere binlerce kişi girmek istiyordu. Mahkeme reisi bu izdiham karşısında mahkemenin cereyan edemeyeceğini, salonun boşaltılmasını rica etti. Fakat hiç kimse istifini bozmadı. Birkaç dakika sükûttan sonra Üstadın dönüp taleberine bir bakması kâfi geldi ve kalabalık bir anda dışarıya çıktı. Fakat yine biz mahkemeyi içerde ayakta dinledik.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Akşehir Palas'ta[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Üstadın Akşehir Palas'ta kaldığını öğrenince ertesi günü hemen otele gittim. Görüşmek istedim. Mahcubiyetimden ve heyecanımdan ısrar edemiyordum. Yanında kalan ve hizmet eden Üniversiteli Nur Talebelerine gıbta ediyordum. Ne olurdu ben de onların yanında bulunaydım, diye coşar bir arzu ile istiyordum. Kaç kere Akşehir Palas Oteline gittimse de orada görüşmek nasip olmadı.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Yine bir defasında görüşmek için gittiğimde o zaman hizmetinde bulunan Üniversiteli Muhsin Alev dedi ki: Üstad yarın karşımızdaki küçük camide Cuma namazına gidecek, sen de gel oraya, görürsün.' Gittim. Üstad arka tarafta müezzin mahfelinde namaza durdu. Ayaklarındaki çorapları çıkarmıştı. Çok dikkatli bakıyordum. Her selâmdan sonra dişlerini misvaklıyordu. Namaz bitti. 'Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber...' Sonra herkes dua etmeye başladı. Ben baktım Üstada. Tesbihatı bitirmediğinden bir eliyle tesbih çekiyor, diğer elini kaldırmış, umumî duaya amin diyordu. Namazdan sonra görüşmek yine nasip olmadı. Bu arada Abdülmuhsin Alev'in kaldığı Süleymaniye'deki evine gitmeye başladım. Yavaş yavaş orada Risaleleri daha fazla okuyabiliyordum. Hem de oraya gelenlerle beraber okuyorduk.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bir gün Abdülmuhsin, benim bulunduğum otele gelerek 'Filan gazetede bir haber var. Onu Üstad görmek istiyor, tanıdığın bir bayi varsa, para vermeden emaneten o gazeteyi al, sonra iade edersin? dedi. Ben de gittim, aldım, sonra bayiye geri verdim.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Yine bir başka gün Abdülmuhsin yanıma gelerek 'Üstada sormak istediğin, yazılmasını arzu ettiğin bir sualin var mı? Üstad soruyor. Sualin varsa söyleyelim' dedi. Hiç unutmam. Demiştim ki: 'Namazın ta'dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.' Gülümsüyordu. Gitti. Ve ondan birkaç gün sonra bir bavulla bana gelerek, 'Bunlar senin yanında biraz kalsın. Üstad Hazretleri Akşehir Palas'tan çıkıyor. Fatih'teki Reşadiye Oteline gidecek. Bunları bir müddet sonra alacağız' dedi. Üstadın eşyaları imiş. Bir müddet sonra aldılar. Ve Üstad Akşehir Palastan Reşadiye Oteline gitti.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Üstadı ilk ziyaretim"[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Fatih'e gittim. Reşadiye Otelini buldum. 'Falan odada kalıyor' dediler. Çıktım. Beni Abdullah Yeğin Ağabey karşıladı. Ve Üstadın hizmetinde bulunanların kaldıkları odaya götürdü. Üstad kendi odasından bir ara abdest almak için çıkınca tekrar odasına giderken beni gördü. 'Bu kimdir?' diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek, çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken bana işaret ederek 'otur' dedi, oturdum. O esnada Hz.Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye Camiinde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar cevap verdiler. Risale-i Nuru okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler. Hz. Üstad bana dönerek: [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risale-i Nur'a hizmet eyle' dedi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Fatih'te Cuma namazı[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Üstad Hazretlerini ziyaretimden kaç gün geçtiğini bilemiyorum. Bir gün dediler ki: 'Yarınki Cuma namazını Üstad Fatih Camiinde kılacak.' Namaz vakti camiye gittim. Daha evvel tanıdığım birkaç arkadaş da orada idiler. Osman Köroğlu ismindeki bir arkadaş hemen orda bulduğu seyyar bir fotoğrafçıya tembihleyerek Üstad Hazretleri camiden çıkarken fotoğrafını çekmesini söylemişti. Hz. Üstad ezan okunurken camiye geldi. Namazı müezzin mahfelinde kıldıktan sonar, Nur Talebeleriyle birlikte dışarı çıktık. Üstad bizim beş metre kadar önümüzde gidiyordu. Tam Fatih türbesine girilen kapının önüne gelince durdu. Kabristana yarım dönük vaziyette ellerini açıp Fatiha veya dua okumaya başladığa zaman fotoğrafçı hemen birkaç resim çekti (*) Hz. Üstad ses çıkarmadı. Hep beraber Reşadiye Oteline kadar yürüdük. Onlar yukarı çıktılar. Biz de yerlerimize gittik.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"İkinci defa Üstadımızı görmüş olmak bana dünyalar verilse değişmeyeceğim bir sevinç verdi. Artık sık sık Süleymaniye'deki 50 numaralı eve gidiyor ve oradaki Nur Taleberinden hizmetin usûl ve metodlarını öğreniyordum. Baktım olacak gibi değil. Otelde çalışırken biriktirdiğim bir miktar param vardı. 'Tevekkeltü Allah, bu bitinceye kadar Allah Kerim'dir' dedim ve otelden ayrılarak ben de onların yanında kalmaya başladım. Her hallerini dikkatle takip ediyordum.[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Üstad beni İstanbul'a istiyor [/FONT][FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"1953 senesi içinde Üstad Bediüzzaman tekrar İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Bir gün bir telgraf aldım. Telgrafta 'Üstad seni İstanbul'a istiyor, acele gel' deniyordu. Bu telgraftan birkaç gün önce Millî Eğitim Müdürlüğünce ortaokul mezunlarına öğretmenlik için ihtiyaç olduğu ilân edilmiş, ben de müracaat etmiştim. Talebelere îman hakikatlarını anlatmak hissi galebe çaldığı için Aziz Üstadın davetine icabet etmeme hamakatını gösterdim. Hata ettim. Fakat kısa bir zaman sonra tokadını da yedim.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Gerçi kısa sayılacak zamanda çocuklara çok şey öğrettim, örnek hareketler gösterdim. Hem dünyevî, hem uhrevî meseleleri birleştirerek akıl, kalb ve vicdanın nurlanmasını temine çalıştım. Fakat bütün bunlar Hz. Üstadın hizmeti yanında bir zerre bile olamayacağını sonradan öğrendim. Ama iş işten çoktan geçmişti.[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Vazifeme son verildi [/FONT][FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Uzun kış gecelerinde akrabalarımızdan yanında kaldığım Ahmed Dayının evinde sohbet eder, Risalelerden okurduk. Vazifeye başladığım iki ay olmuştu. Bir Cumartesi okulu tatil edip, bazı talebelerle çarşıya iniyorduk. Kasabaya yaklaştığımızda jandarma ve polisle dolu bir jip önümüzden geçti. 'Kimbilir nerede vukuat olmuş da bunlar oraya gidiyorlar' dedik. Meğer vukuatı yapan bizmişiz. Bizim menzilimizi basmaya gidiyorlarmış. 'Sen misin büyük Üstadın davetine icabet etmeyen, kaderin adeletine bak da gör' dercesine ehl-i dünyanın tazyikiyle muvakkat vazifemize son verilmek istenildi. Nihayet valilik emriyle vazifemize son verildi.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Hâdise şuydu: Diyarbakır Öğretmen Okulunda okuyan bir arkadaşa küçük Tarihçe-i Hayat'tan göndermiştim. Orada arama yapmışlar. Arkadaş kitabı benden aldığını söylemiş ve adresimi vermiş. Bunun üzerine harekete geçilip, kaldığım evde birkaç Risale zabtederek, savcılığa çıkıp, bu kitapların yasak kitaplar olmadığını, hem yakında Rize Ağır Ceza Mahkemesinin iade ettiğini, binaenaleyh kitaplarımın geri verilmesini istedim. Savcılık sorgu hâkimliğine intikal ettirdi. Sorgudan men-i muhakeme ile kitapları tekrar geri aldım. Tabii bunlar yukarıda bahsettiğim gibi basit sebeblerdir. Bence esas sebep Üstadın davetine icabet etmememdir.[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Tarihçe-i Hayat'ın neşri [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]
"Bu sefer büyük Üstadın Tarihçe-i Hayat'ı basılıyordu. Onu gören, Onu bilen, Onu tanıyan ve hizmetinde bulunan sadık talebeleri Aziz Üstadlarının tarihçe-i hayatını, meslek ve meşrebini kaleme almışlar. Risale-i Nur'un müellifini yüksek vasıflarını nazara vermek istiyorlardı. Hazret-i Üstad ise kendi hususî hayatı ile ilgili çoğu yerleri çıkarmış ve nazarları tamamiyle Risale-i Nur'a tevcih ettirmişti. O, 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, herşey Risale-i Nur'a aittir' düsturunu benimsetmeye çalışıyordu ve bu açıdan meseleye bakıyordu. Risalelerden yazdığı hakikatleri önce nefsinde tatbik etmeyi bilen ve her haliyle yaşayan Aziz Üstadın bu Tarihçe-i Hayat'ı tab edilirken Üstada ait fotoğrafların esere girip girmemesi bahis konusu oldu. Şark'tan bir kısım talebeleri fotoğrafların girmemesi taraftarıydılar. [/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Eserin baskısı hitama erince yine ciltletmek için Ankara'dan İstanbul'a götürdük. İlk ciltlenenlerden bir miktar alıp o zaman Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstada götürdüm. Büyük bir memnuniyetle karşıladı. Kitabı eline alarak biraz karıştırdı. Ve bana dönerek: [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bu kitap kaç panganottur' diye sordu.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Yirmi beş liradır efendim' dedim. O zaman Üstad:[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"En az kırk panganot olmalı... Çünkü ucuz olan ucuz bakar. Hem burada Eski Said'in resimleri de yok' (niye konmadı mânasında) diye bazı tavsiyeler de bulunduktan sonra Asâ-yı Mûsa'dan bir miktar ders okuttu. Sonra müsaade isteyip ayrıldım. O anda hizmetinde rahmetli Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey vardı. Bir müddet onların yanlarında kaldım. Ayrılırken Mustafa Acet'e yeni yazdırılan 'Hizbü'l Envar-ı Hakaik-ı Nuriye'yi bastırmak için alarak İstanbul'a getirdim.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Ankara'da Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitince İstanbul'a geldim.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Neşriyat işini İstanbul'a aldık[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Ben Ankara'da iken bizim Fırıncı Ağabey, Üstad Hazretlerinin ziyaretine gider. Üstad ona 'Ankara, Samsun, Antalya çalışır, İstanbul uyur' mânâsında ikazda bulununca, derhal harekete geçerler ve ilk olarak Mesnevi-i Nuriye'yi tab ederler.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"O tarihlerde Risale-i Nur'un neşriyatı Samsun'da ve Antalya'da da devam ediyordu. Hattâ Üstadı Isparta'da bir ziyaretimde Mustafa Ezener'e yardım için beni Antalya'ya gönderdi. Hutbe-i Şamiye tashihini bitirdikten sonra tekrar Üstadı ziyaretimde: 'Kardeşim Risale-i Nur'lar küfrün belkemiğini kırmıştır. Artık doğrulamaz' buyurmuşlardır. Zübeyir Ağabeye, 'Bu benim misafirimdir' deyip kendi yemeğinden bana bir miktar ikramda bulundular ve Ceylân Ağabeye dönerek, 'Şimendifer parası ne kadar?' diyerek bilet parasını verdiler.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]"Bu defa neşriyat işlerini İstanbul'da yapmaya başladık. Hazret-i Üstad, Risalelerin süratle çıkmasını istiyor ve bir an önce milletin istifadesine sunulmasını arzu ediyordu. Zaten tek maksadı insan olarak dünyaya gelen zişuurların saadet-i ebediyeye nail olmaları için tahkiki imanı kazanmaları ve bu suretle Cehennemden kurtulmaları idi. Onun yüksek şefkati, aziz ruhu ve ism-i Rahîm'e mazhar olan asîl şahsiyeti düşmanlarına beddua etmekten bile kendini men etmiş, onlara iman nasib etmesini dileyerek zamanımızın Sıddîk'ı olmuştu.[/FONT]
  • [/FONT]
 
Üst